Çarşamba, Şubat 25, 2009

Umut mu!!!





Sorun ve sıkıntıdan ibaret gibi geliyor git gide hayat, belki de ilerleyen yaş neşe ve huzurla ters orantılı. Böyle olacağını bilsem büyümek istemez, ilkokulda yaşadığım herhangi bir yaz tatiline demir atıp ömrümün sonuna kadar o zamanda yaşar giderdim. Hayatın oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu düşündüğüm, ozon tabakasının henüz delinmediği o sıcacık istanbul yaz günlerinde.

Eskiden zımparaya benzetirdim hayatı. Her biten senenin ruhen bir parçamızı daha sıyırdığını, sıkıntı depomuzu biraz daha doldurup daha tahammülsüz bir insana dönüştüğümüzü düşünürdüm. Artık benzetmiyorum, resmen öyleye döndü hayat. Gün geçmiyor yeni bir dert çıkmasın, gün geçmiyor ki kötü haber duymayalım. Etrafımda dolaşan sevdiğim güzel yeğenim ve arkadaşlarımın bebişleri dışında keyif veren hiçbirşey olmadığını düşünüyorum bunlara artı bir de hayallerimi saymazsak.

Bilirim, bazı insanlar paratoner gibidir. Bulundukları her yerde görünmeyen bir kara bulut onları takip eder ve her an her türlü felaketi çeker bu tip insanlar. Düz taban değilim henüz, olmadığımında gayet farkındayım fakat şu ülkede tv izlemek yeterli endişeye düşmek ve karamsarlığa kapılmak için.

Halkların hatta tüm coğrafyalarda yaşayan insanların bence çoğalmasına, savaş kazanmasına, ülke kurmasına hatta istila etmesine yegane sebep umuttur. Umut en büyük motivasyon aracıdır ve değişimler umutla başlar. Umudun olmadığı işin sonu daha doğrusu inanılmayan işlerin finali kapkara olmaya mahkumdur. Ben de umut görmüyorum, iyi şeyler hissetmiyorum geleceğe dair.

Herşey bozuluyor git gide. İnsanların bozulmasıyla birlikte daha da bozuluyor herşey. En başta yediklerimiz. Suni yem yiyen tavuklar gibiyiz artık. Aynı boyda aynı tipte aynı yaşlarda ölen bir ırk. Uzaklaştığımız sadece gerçek yiyecekler değil elbet kahverengiye dönen ve git gide kuraklaşan bir ülke bırakıyoruz yada bıraktırıyorlar bizlere.Yeni nesile kalan bu kötü mirasla ben şahsen inanmıyorum Türkiye Cumhuriyet’inin muhafaza ve müdafa edileceğine.
Oynanmış genlerimizle yakında uzaktan kumandalı oyuncak arabalar gibi olacağız, nereye istenirsek oraya sürüleceğiz.

Ne yaptığı belli olmayan bir hükümet, ne yaptığı belli olmayan bir muhalefet var bizleri temsil ettiğini düşünen. Karaktersiz buluyorum tüm bunları, hangisinin çizgisi düz, belli olmuyor. Arkalarında bıraktıkları iz labirentde dolaştıkları fikrini uyandırıyor. Bizler düşünecek fikir üretecek bir beyinle yaratılmış insanlarız ve gördüklerimiz, bildiklerimiz doğrultusunda öngörüde bulunup fikir üretecek donanıma sahibiz. En azından büyük bir kısmımız. Fakat öylesine karmaşık bir düzene sürüklüyorlarki bizi kimin ne yapacağını, hangi liderin hangi konu hakkında ne söyleyeceğini bilmek, tahmin etmek mümkün değil. Başörtüye tü kaka diyen insanlar bir bakıyorsun peçeye rozet takıyor, helal-haram kavramını ağızlarından düşürmeyen insanlarsa malına mal, mülküneyse mülk ekliyor. Bunlara hesap sorması gereken gerçek yargı organlarının gerçekliğiyse şaibeli, üzerlerine gitmesi gereken medya ordusu ise tektip üniforma giymiş durumda.

Umut da vefa gibi bir kavram oluyor git gide, kitaplardan okunacak.

Pazartesi, Şubat 23, 2009

Arabesk


Hatırladığım kadarıyla yetmişli yıllarla seksenli yılların ortasına kadar geçen süreçte, ulusça az gelişmişliğin etkisi her konuda hissedildiği gibi bu durum müzik piyasasında da söz konusuydu. TRT gibi bir devin tekel olduğu Türkiye’de sanatçının yada yorumcunun meşhur olması zor ötesi olduğu gibi halkın meşhur ve dinlemek istediği sanatçılara da ulaşması zor oluyordu. Neden mi? Zamanın şartlarında tek kanal TRT’ye aitti, radyoda. Alternatif kanal hak getire çoğu insan günde 6 saat yayın yapan ulusal televizyonu bile izleyecek imkana sahip değil, sahip olanlarsa anteni çamlıca tepesindeki vericilere yönlendirmeyi başarırlarsa karlı yada karsız ekranlarda izlemeyi başarırlardı. Maksadım zamanın arabesk kültüründen söz etmek fakat yazdıkça televizyonunda ayrı bir yazı konusu olduğunu düşünüyorum. Çatılarda antenin düzeltilmesi o dönem binlerce karikatüre malzeme olmuştur, ekranlarda bol bol izlediğimiz necefli maşrapada. Kırsal yerlerden ve anadolunun çeşitli yerlerinden göçüp gelinerek oluşturulmuş mahallelerde televizyonu bulunan evler dergah muamelesi görmüş, diğer komşularının özellikle çocukları ve çocukların anneleri tarafından ayrı bir statüde görülmelerine yol açmıştır.

Karikatür demişken zamanın dergileri fırt, gırgır ve çarşafı esgeçmek imkansız olur. Ben özellikle fırt okurdum, diğerlerinide elime geçtikçe. Karikatür mizahının bence yaşadığı altın yıllardı ve tirajları çok yüksekti bu dergilerin. Zamanın karikatüristleri de daha bir biz gibi aynı zamanda her dönem olduğu gibi o zaman da anamuhalefet partisi gibi çalışırlardı. Erkek egemenliği hep hakimdi o piyasada fakat saçlar şimdiki gibi uzun ve arkadan bağlı değil, kulaklarına küpe takmak içinde 90’lı yılları bekleyeceklerdi. Merkez üsleri ise cağaloğlu’ydu. Taksim şimdiki gibi popüler olmadığı gibi, oraya takılanlara da henüz entel denmeye başlanmamıştı ben henüz ilkokula giderken. Rakı kültürünü benimseyen bu insanlar, dostane muhabbetlerin edildiği, ucuz içkinin içildiği ama kaliteli sohbet edilen lokalvari ocakbaşılarda çoğu akşam bir araya gelirler kapıdan giren her insana da tanıdık biri gözüyle bakarlardı. Çünkü hemen hemen her akşam aynı mekanda toplanan bu topluluk birbirini tanımasada göz aşinalığına sahipti.

Konu dağıldı ama söylenmesi gereken çok şey olduğu açık o dönemlere ait. Asıl mevzuya dönersek söylemek istediğim “hatlı minibüslerin müzik piyasasında yeri”ydi o dönem. MTV, Kral radyo ve buna benzer herhangi bir magazinel mecra olmadığından o günlerin TOP10’u nu minibüsler belirlerdi. Şöförün zevkine göre araç ışıklandırılır gene kendi zevkine göre müzik tesisatı döşenirdi. Işıklı ekolaizer ve kaset muhafaza kutularıyla ayrı bir hava kazandırılırdı görüntüye.Kapalı alanın hacminden olsa gerek bilmiyorum ama minibüsteki dinlenen müzikten alınan hazzın yerini asla evde dinlenen müzik tutmazdı.

Enteresan gelecek ama sırf bu müzik dinleme muhabbeti için ilk durak – son durak gidip gelen insanlar olacak, şöförün müzik ve görsel tercihleri sebebiyle de bir takım genç kızların sonu izdivaçla biten ilişkilerinin başlangıcına sebep mektuplar alacaklardı. Bu tür kurulan ilişkilerin bir başka sebebi de daha doğrusu ilişkinin temel taşları arasında bu araçların düzenli saatlerde gidip gelmesiydi. Yani saat 18.00’de mesaisi biten bir işçi Pazartesi günü hangi minibüse binerse Salı da muhtemelen aynı araca biniyor yada hemen arka sırada olan araca binmek için tekrar kuyruğa giriyordu. Bir nevi abone yada sürekli binilen personel servisi gibi düşünülünce bu da ayrı bir samimiyet sebebi oluyordu. Cep telefonu yoktu, ev telefonuda yeni yeni dağıtılıyordu seneler öncesi ptt’nin telefon alım talebi kuyruğuna girmiş insanlara.. İletişim hemen hemen sıfırdı, “medeni cesaret” henüz sadece kitaplarda geçen iki kelimeydi fakat “gözler” her daim olduğu gibi o zamanda kalbin aynasıydı.




Gözler kalbin aynasıydı fakat şöförler o aynaya dolayısıyla kalbe ulaşabilmek dikiz aynasını kullanmak zorundaydılar. Araçlarında bulunan normal dikiz aynasının yanı sıra, lunaparklardaki dev aynalar gibi garip ayna donanımı ekliyorlardı araçlarını kullanırken saat 14.10 istikametine daha güzel açıdan bakabilmek için. Bunlar yakın gösteren, uzak gösteren, aynı anda tüm aracı gösteren değişik değişik açılı bombeli aynalardı. Araçta çalan müzik bakışları anlamlandıracak, yada çalan parça bakışlar sayesinde anlamlanacaktı. Her iki haldede atmosfer şöförün istediği gibi olacaktı.

Esengül, Bergen ve Karaböcek kardeşler bayan sanatçıların ilk dördünü oluşturuyor, erkek tarafında ise Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay ve İbrahim Tatlıses başı çekiyorlardı. Müslüm Gürses henüz baba olmamış, fanatik hayran kitlesi oluşmamıştı. Minibüs şöförleri de çok rağbet etmiyordu genç babaya. Sanırım zamanın starı Orhan Gencebay’dı ve dikiz aynasında buluşan gözleri en iyi tatlandırıyordu.

Metrobüs, metro ve akbil...

Metro ve metrobüs gibi ruhsuz ama lüks ulaşım araçları yoktu evet ama rampanın finaline geldiğinizde vitesi 2’den 3’e geçirecek ara gazıyla beraber motor rahatlayacak tüm yolcularda kendi parçalarıymış gibi algıladıkları şanzımandan dolayı derin bir nefes alacaklardı. Yokuşlarda motorun bağırtısından şarkı duyulmaz kulaklar tıkanırdı adeta ama daha güleryüzlüydü insanlar, sanki daha da sıcakdılar.

Zor şartlardı, çok da arabesk ama iyiydik yaaaaa.