Pazartesi, Kasım 27, 2006

Sarıldınmı cicim bana...

Cinsel ilişkilerinde oral sexi normal yolla ilişkiden fazla seven yada fantazileriyle birlikte hayal dünyalarını "oral"a endekslemiş olan yetişkinlerin, mutlaka "çocukluklarında" anne sütü içimiyle alakalı sorun yaşadıklarını okudum, öğrendim.
Açarsak, buna sebep ya anneden fazla süt içmiş almaları yada az. Sütü normal içtiysen problem yokmuş. Az yada çok içtiysen "algida"...
Tabi bununla beraber çevrede süte karşı çok iştahlı olan bebişleride ileride potansiyel yalayıcı olarak görmek de yanlış olur sanırım. Bunu bu şekilde yazan adam belkide sallamışda diyebiliriz.

Tabi böyle bir konu yakalayan ben bunu okuyunca hemen tüm kuşkucu ve gözlemciliğimle kendimde bişeyler aradım. Benim bilinçaltımda ortaya çıkmaya çalışan birşey varmıydı acaba diye düşündüm, en azından buna benzeyen. Çok fazla vakit geçirmeden ilk aklıma gelen sarmak sarmalamak oldu. Benim böyle bir alışkanlığım vardı evet ve bunu itiraf etmek bana yasak birşey gibi gelmiyor hatta açık açıkda söylememek için neden de yok. Seviyorum sarılmayı, sarılmam gerekenlere. Meşru sarılıyorum...

Ben yatarken bile yorganıma yılan gibi sarılmayı, ona sarıldığım zaman garip şekiller vermeyi hatta yan yatmışsam eğer iki dizimin arasına bile gene yorgan takviyesi yapıyorum, büyük bir zevkle.
Bu neyle ilgili bir sorundu yada ihtiyaçtı bilmiyorum ama yazın dışarsı cehennem gibi sıcak olsa bile ben gene üzerime incede olsa bir pike almalıyım. Sarılmalıyım mutlaka. Tabiki ısınmakla ilgili bir dürtü değil, manevi bir yakıt alımı-ihtiyacı çok daha sıcak geliyor kulağıma. Çocuklukta yada bebeklikte gelişen olaylara da bağlamayı hiç mi hiç düşünmüyorum olayı. Çünkü olasılıkları düşününce, düşünmesi bile saçma geliyor.

Sarılmak; ısınmak, yemek, içmek gibi bir ihtiyaç değil. Koruma, korunma, şefkat, ait olma, güven hepsini kapsıyor sanırım. Bazen saran bir güvercin, bazende sarılınan bir güvercin oluyor. Hele hele kollarındaki sevdiğin insansa cennete yüksek çitlerden kaçak girmiş kadar haz alıyorsun.
Yıllar önce kollarımda kaybolup beni ezercesine saran bir sevgilimin kulağıma fısıldadığı cümleyi hiç unutmuyorum. "İşte bu , bu hepsinden güzel" derken beni ezmek istercesine sıkmaya çalışan incecik kolları ve aynı anda kısılan gözleriyle, burnunundan soluduğu havayla çalışan mimiklerinin sanki hayatında kokladığı en güzel şey buymuş ifadesi, asla unutulacak gibi değil.

Parayla pulla ölçülemeyecek keyifler. Manevi doyum noktası budur bana göre.

Pazar, Kasım 26, 2006

Ah be yavrucağım


İçinde "yavrucağım" geçen bir cümlenin sıcaklığını anlatmak için arayıştayım dakikalardır...
Yavru-cağımın yokmuş ötesi, yavrununda.

Bazen şairler öylesine güzel şeyler yazıyorlar ve üretiyorlar ki; resmen kıskanıyorum, gıpta ediyorum. Hem, daha önce benim neden bunlar aklıma gelmedi diye hayıflanıyorum düşüncelerimde, hem de olmayan şapkamı yerlere değdiriyorum karşılarında. Böylesine bir yüreğe sahip oldukları için. Biliyorum, kalın sararmış kitapları ıslatmayan engin bir deniz var gönüllerinde, uçsuz bucaksız. Bolca hüzün var yalnızlıklarıyla beraber. Malzeme sıkıntılarıda olmuyor tabi durum böyle olunca. Geriye birtek mürekkep kalıyor dolma kalemleri için derdim ama kırmızı şarap yanlarında olmasa...

"Ah be yavrucağım"...
İçimde iki günden beri bu cümleyi gezdiriyorum yuvarlaya yıvarlaya hiç yorulmadan. Yattığım zaman, yürürken, hastane kordidorlarında bir duvara yaslanmış tavanı izlerken, hatta banyo yaparken bile sürekli dilimin ucunda. Banyoda kafamdan aşağı sular inerken çok belli olmuyor gözümdeki nem ama dışarda fazlasıyla ilginç geliyodur eminim insanlara.Şişelerin arkasına saklamaya da çalışsam bu sessiz çığlığı hiç bir işe yaramıyor alkol. Ağrıyan dişe rakı basmak gibi boş yani saatlerce içmek.

Gönlüne sağlık sez, herşeye rağmen iyi geldi...







Cuma, Kasım 24, 2006

günaydın

Ben gidiyorum, o gidiyor yanımda tik tik etmese de hayat 6 viteste akıyor bu sıra.Sanki diğer zamanlarda bu kadar hızlı yol almamışım, durağanda seyretmişim gibi. Sanki daha önce hiç yaşamamışım.Her konuda acayip hızlı gelişiyo hayat. Ne yaptığını bilmeyen bir hareket, bir bereket bulutu var üstümde ve olumlu yada olumsuz hiç bir mevzuda ortalarda değilim.Ya en dip yada tavan.

Gripsem kanser oluyor bir anda tüm organlar, misket oynarken de kuyumcu oluveriyorum aniden. Geride kalmaya niyetim yok bende kökledim gazı, vermeye çalışıyorum yolun hakkını. Biliyorumki sol ayak boşta; ben istesemde istemesemde o nerde frene basacağını bilir.

Bazı insanlar şarkıları sadece kulaklarıyla dinlemezler adeta yaşarlar. Sanki bu beste onlar için yapılmış, kendileri için söylenmiş sanarlar.O dokunaklıkla da dinleyip duruma göre böğüre böğüre söyledikleri oluyodur herhalde.

Birde acısal yada depresiv durumalarlada pek ilintilidir bu müzik olaylarını kana zerk etme işi. Adam bişeyin acısını çekiyosa yada kadın, yaraya daha da tuz basmak adına verir en yüksek dozda müziği damara. Zannedersin nirvana'ya ulaşacak bu sayede. Sonra üstüne der ki "vay anam, ben ne büyük sevmişim"...

Ben kendimi bu gereksiz tarifin dışında tutmuşumdur oldum olası. Neşem yerindeyse ağır, neşesizsemde hareketli parçalar dinleyebilirim. Sonuçta keyif aracı olarak kullanmışımdır elimdeki melodi stoklarını yada kulağıma çalınıverenleri. Zaten şarkıları ezberleme yetisi uzun zamandır eksilmiş olan balık hafızam aksi bir duruma müsade etmez.

Geçenler arabada kulağım bir parçaya takıldı. Yalın'ın eski bir şarkısı, "günaydın". Arkasından "istanbul benden büyük". Keyfim yerine geldi bir anda. Hoşuma gidiyo bu çocuğun şarkıları, dinlerken yüzümde istemeden biten bir tebessüm oluşuveriyor. Rahatlatıyor. Pozitif elektrik bir CD kadar yakın olabiliyor insana.
İnsan belli ediyor yani kendini. İnsanın iyisini google earthden bile seçebiliyorum. Basitse, karaktersizse bir duvarın arkasında olsam bile hissediyorum. Söylüyorum da yüzlerine, "basitsin" diyorum...Aman dandikler bizden uzak olsunlar.
Yalın'la ve getirdikleriylede idare etmeyi iyi biliriz:)

Çarşamba, Kasım 22, 2006

Kuşs

Bazen önümden bişeyler geliyor, geçiyor ama ben bunları göremiyorum. Farkında olmadan akıyor hayat her şeyi yakalayamıyorum, bilemiyorum. Kimi zamanda görsemde adlandırmak zorunda hissetmiyorum çeşitli olayları.

Mesela yıllardır yeni yapılan inşaatların, yeni pencerelerinde, yeni camlar görmüşümdür. Bunun üzerinde de kireçle yazılmış "x" veya buna benzeyen harf yada garip figürler. Bu amatör çizimlerin meğerse amacı havada uçan kuşların camı fark etmesini sağlamak ve cama çarpmamasıymış. Kuşun canı değil tabi düşünülen, aman cama zarar gelmesin...
Şimdi bizim tanıdığımız ilker'den, böyle bir konu üzerine: "benim niye etrafımda böyle bir cam yok?" "Neden her isteyen bana çarpıp duruyo ve kırıyor camı pencereyi" benzeri bir yazı beklerdim. Akşama doğru kafamı toplamaya çalışırken de bunları düşündüm. Tırnak içindeki cümlelerin açılımını yaptım kafamda, eve gittiğimde bunları yazmak üzere...

Güzel bir gece geçirdik beyoğlu'nda bizim yerimde. Alkol, güzel müzik ve olmasını istediğim herşeyi etrafımda ve masamda topladıktan sonra gerçek yerime geldim. Akşam yazmak istediklerimi bir kenara bırakıp, katarakt olmuş bir göz hastasının gözlüğüyle baktım şimdi ekrana, kırık kafamla:)

Yaladım yuttum. Her zaman olduğundan daha temiz şimdi kireçsiz camlarım. Açmışım sonuna kadar bekliyorum, ışıklar kapalı. Kuş sürüsü bekliyorum odama doluşsun diye. Ne cam kırılsın, nede kuşların gagası.

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Hoşgeliyosun

Hormonun henüz ortaya çıkmadığı yıllarda, köylerde eken biçen insanların umudu vardı Allah'tan. Doğru miktarda ve doğru zamanda yağmur yağması için. Yağmur yağdıktan sonra gerisi kolaydı. Tükür ellerine ve çapala tarlayı. Hanım, çocuk, anne baba hep birlikte kuru havalarda çalışmaya devam.
Düşünecek çok fazla şeyleride yoktu oralarda. Okul derdi yok, trafik sıkıntısı yok, kültür seviyeside orta seviyelerden aşağı olduğundan muhtemelen ideolojik kaygı ve buna benzer dertlerde yoktu. Bu yüzden ilk önce boğazları için ekiyorlar sonrada fazla ürünü bölgesine göre, ya kasabaya satmaya götürüyorlar yada tüccar doğrudan kendilerinden alıp götürüyordu iki misline satmak için uzak pazarlara.


Düzen böyle kurulduğundan, herkeste böyle yaşadığından, alternatifte olmadığı için ne isyan etmelerine sebep vardı nede özenilecek başka bir durum.
Çalışıyorlar, yiyorlar ve ürüyorlardı.Çalışmadan da yiyip üreyenler de vardır mutlaka ama insanlık tarihi kadar eskiydi bu fiiller.

Atamız her ne kadar onlar için milletin "efendi"sidir desede, aslında bence hiç bir zaman ne efendi gibi görüldüler nede onlar bunu hissettiler. Son elli yıllda ise, büyükşehirlerin oluşumu ve nüfusun artmasıyla birlikte ortaya çıkan sektörlerde, özellikle yeşilçam sinemasında genelde dalga geçme objesi olarak kullanıldılar. Köylü dendiği zaman insanların aklına hep farklı şeyleri getirmeyi başardılar...

Yörük kökenli Türk milletinin çoğu aslında aynı evrelerden geçmişti, hepsi köy kültürünü tatmasada ataları o yollardan yürümüş, dalga geçen jenarasyon ne acıki bir sürü güzel duygulu insanın torunlarıydı. Onlar birbirlerini severek, kutsal umutlarının meyvelerini temiz havalı yeryüzlerine getirirken "üremediler" hiç bir zaman... Meyvelediler, aşk bahçelerinde...

Dün akşam "Tamer"imi gördüm. 3 ağaçta görmediğim Tamerimi bir sinemada gördüm. Naylon duygularını yalan kılıflarında gezdiren insanlara inat, ege'de, sıcacık bir kasabada, sıcacık kalpler içinde seyrettim onu kısıtlı sürede. İçinde hem ege, hemde Tamer vardı, tebessüm vardı sonunda.
Biletini almış, yola çıkmış benimki. Ve artık yazmamı değil anlatmamı istiyormuş.
Adının kirlenmemesi için şer bakan gözlere karşı.

Pazar, Kasım 19, 2006

Sevgili Duvar

Sevgili Duvar;

"Kar, yatak ve sıcak yorgan" yazana kadar kayıtlarıma, hep benden uzak olsun derdim kar, yağmur ve çamur için...
Kar dışındakiler gene uzak olsun sen yoksan ama dün çektiğim hayali fotoğraf gerçekten çekilmeye değmiş. İstisna durumlarda "kar"da gerekiyormuş, buz gibi soğuk olsa da yeterince dünyam.Beyazlar içinde gördüm seni ben.

İçinden çıkılmayacak sıcak bir yatak, üzerinden atılmayacak yumuşak bir yorgan, kafanı kaldırmadan henüz yastıktan görebiliyorsan beyaz örtüyü dışarda, eminim bitmiş bir şişede isimsiz kırmızı şarabım vardır sol yanımda, deklanşörün yuvasına iyice oturabilmesi için.Sebebi var tebessümün, gözler açılmadan ortaya saçılmış, yarım bir öpüş ki sabaha çıkmamış...

Birbirine sarılmış iki beden dışında hiç bir silah patlamazmış çoğuk soğuk havalarda, hayatı boyunca sibirya dışına çıkmamış rus bir şairin denemelerinde var. "Çığ gibi patlayan iki beden".Anlamakta güçlük çeksende bu üşümüş sevda tabirlerini, ki gerekte yok aynı eskiden bende olduğu gibi.

Cumartesi, Kasım 18, 2006

Ruhumuzıu gıdaladık dün gece

İsmiyle son derece orantısız güzellikte olan bir barda dün gece müthiş güzel saatler geçirdim Beyoğlu’nda.
Esmeray’ı, İlhan İrem’i, Ajda Pekkan’ı hatta Ferdi Özbeğen’i ve bunun gibi küçüklüğümüzde yasakları olmadığı için rahatça trt’de izleyip, dinleyebildiğimiz şarkıcıları orda dinlemekten son derece mutlu oldum. Tanju baba’nın bir şarksındaysa zor tuttum kendimi…
Çizik plaklardan gelen müzik sesi sanki kulağıma sıcak yağmur tanecikleri gibi damladı durdu.

Sanki “o” zamanlar da, yani daha alaturka, daha az teknoloji, daha az imkan varken verilen emekler kulaklara da bunun tam tersi doğrultuda daha da güzel yansımış dedim, hissettim.

Dijitallikle sanırım bir takım duygularda yok oldu.
Şimdiki stüdyolarda bütün enstürmanların yerini bir cihaz görüp onlarca çalgının işini kesiyor ama bununla beraber gelen lezzet konusunda ben şikayetçiyim.
“Odun ateşi daha farklı daha bir güzeldi”.
Ayrıca bence elli çalgıcının karşısında söyleyen, ter döken hatta ağlayan sanatçının bir hata yaparsam bunca emek helak olur endişesiyle, bir mixerin müziğine eşlik eden pasif sesin hisleri arasında bence dağlar kadar fark var. Kulvarlar çok değişik.

Ah Cahit içimden kulaklarını çok çınlattımdün gece, yıllar önce senle oraya gittiğimiz günü düşünerek. Gün batmadan içmeye başlamıştık ve gece yarısına kadar içmiştik, üç dört kapı yapmıştık birlikte…

Perşembe, Kasım 16, 2006

Bu gece Baba'nın gecesi demiştim.

Gitmek isteyip de gidemediğim ülkeler var benim, zihnimdeki haritada.Hepsinin yeri belli. Sıralamasını güzelce yapmışım, günün birinde hepsine tek tek gidecek ve kendimi şimdi olduğumdan çok daha iyi hissedeceğim en azından şu anda öyle düşünüyorum.Oralar deniz aşırı ve sıcak yerler. Sanırım yaşamak istediğim. Öyle bir şey ki bir yandan bir merak var beni oralara çeken diğer yandan da bilinmeyenin merakından doğan korku yada kaygı, yada endişe sen ne dersen de. Adını henüz koyamadığım duygular. Yıllar önce gidip te yerleşmek istediğim uzak ülkeye gitmek üzereyken de bunu hissetmiştim.

Sevgili "Duvar"; tecrübesizlik mi dersin, cahillik mi bilmiyorum ama bilmediğim bir şey varsa, öğrenmek isterim aptalca gurur yapıp bilmediğim birşeyi biliyormuş gibi yapmak yerine. Dün gece okul yıllarımdan beri açmadığım " Türkçe "sözlükleri açtım. Sonra ansiklopedileri taradım saatlerce. Yetmedi; internetde dolaştım. Çünkü aranan her sorunun cevabı mutlaka nette olmalıydı. Arama motorları neden vardı ki!

Aradığım her yerde var mı diye bakındığım "aşk"ın ne olduğu cevabına çok farklı yanıtlar aldım. Herkes karalamış, kafasına göre anlamlandırmıştı kendi "aşk"ları çerçevesinde "aşk"ı hatta "aşk"larını.

Kimisi aşk için yaşam şekli, kimisiyse aldığım nefesin sebebi demiş. Yarını yok demişler aşk'ın, kovalanası duygular bütünü, yaşanması gereken güzelliklerin sonunda acı yaşanacak olsa da peşinden, mutlaka yaşanması gerek demişler. Aşk güzel, aşk acı demişler, aşk'ın türlü hallerini sıralamışlar bir bir. Yürekleri kanatlandırır, pır pır eder demişler "aşk" olunca. Şarkılar, şiirler nasıl ortaya çıkardı diyor duygu adamları, aşk olmasaydı…

İlk etap da şaşırtıcı gelse de bu kadar değişik anlam yüklenmesi bu üç harfli kelimeye, düşününce herkeste farklı reaksiyon gösterdiğini düşünüyorum. Sonrasında ise bunun tarifi olmadığını. Çeşit çeşit şey, adam nasıl anlatacağını şaşırmış aşık olduğunu belli etmek için.

Küçücükken sormazlarmıydı; “beni ne kadar seviyorsun” diye. Kollarımı iki yana sonuna kadar açardım, açılabilecek son noktaya kadar. Kırılmayacağını bilse daha da açardım. O zamandan başlatıyolar yani amerikanvari pazarlama oyunlarıyla ifade şekillerini.
Diyorum ya tarifsiz, statülendiremeyeceğim duygular.Bu da onun gibi işte.

Kapattım gözlerimi bir ara bende düşündüm, karanlıkta.Söylenmedik o kadar çok şey var ki oysa "aşk"a dair diye ...
Acaba uzaklardaki bir ülkemiydi benim için yoksa fetih edilecek bir ülke mi? Belki de bu savaşta kaybedilecek olan benim ülkemdi, değil mi? Ben karar veremedim neyin ne olduğuna.İnsan karanlıkta yürür gibi hissediyor kendisini böyle zamanlarda, her an bir yerden ışık gelecek umuduyla. Hem adım atmaya korkuyorsun, hem de olduğun yerde kalmaya.
Unutmuştum, bana lazım olmayacağını düşünmüştüm böylesine ifadeleri yıllardan beri. Bu şekilde karşıma çıkması, kafamda ünlemler meydana gelmesi bir yandan hoşuma gitti bir yandan da korkusal düşünce girdapları oluşmasına yol açtı.

Acayip gaza geliyorum…Ne diyorum, neler yazıyorum ben bile şaşırıyorum.
Monitörle kadeh tokuşturmayı denememiştim hiç. Gülüyorum yaaaaaa.
Eyvallah duvar, öpüldün moni.Benim uyku saatim geldi:)

Salı, Kasım 14, 2006

...

Bu günde güzel birşeyler yazmak istedim, konuşulduğu gibi. Güneşli günlerden, gülmekten, ege'den yada ne bileyim pollyanna'dan bahsedebilirdim mesela...
Sonuçta hepsi sevdiğim güzel şeyler.
İçinde sıcak şeyler dolu yazılar yazıp sevgi bulutu gibi gelsin üzerine çöksün isterdim şu soğuk gecede.
Üşüyodum çünkü, belki bende bu sayede kendimi daha iyi hissedecektim fakat sonra aklıma içimde gezen plaj şemsiyesi geldi!!!

Böyle bir nesneyle insan sağlıklı düşünemiyor bile. Ki ben bu halde nasıl olumlu birşey yazacaktım...

Biz acı çekmeyi çok seven bir jenarasyonun ardından gelmişiz. Hamuru hüzün ve acılarla yoğrulmuş bir jenarasyon. Öylesine yer etmişki insanlarda bu olumsuzluklar, işler olumlu gidince alternatifler aramaya yönelmişler.
Örneğin eskiden, yazlık sinemalara yeni bir film gelince fısıltı gazetesi hızlı yayılırmış. Hele hele film acıklıysa yani ağlamak için yeterliyse bu filmin gişe başarısını çok daha fazlalaştırımış. Elinde mendillerle ağlamak için sinemaya giden bir ahali düşün, üstelik parasıyla ağlamaya giden. Ne bekleyebilirsinki diğer armutlardan! Düşecek yerleri belli yani.
Ne konuşuyorum ki ben!




Pazartesi, Kasım 13, 2006

Erenssss

SaDECE ERENSSS.

Pazar, Kasım 12, 2006

Arabesk

Arabesk yaşıyorum bu ara. Dev bir fanusun içinde bol acılı yemeklerle beraber içerken, gırtlağımı yaksa da rakının dibine vuruyorum her gece.Bol sigara dumanlı, göz gözü görmeyen yerlerde.
Gülmekten ağlıyorum karanlıkta, ama karşımda oturan, tanımadığım adam bile göremiyor gözyaşlarımı. İnsan bir el istiyor bazen omzunda yada “niye gülerek ağlıyorsun kardeşim” diyecek bir ses…


Kulağımda en damar arabesk parçalar. Dinliyor, dinliyor içiyorum. Hoşuma gidiyor, garip zevkler alıyorum gene ve bende güzel olmayan sesimle feryat figan eşlik ediyorum benden de bet sesli pavyon şarkıcılarına. 70’li yıllarda çekilmiş filmlerin platolarında gibiyim buralarda. Birileri kavga etsin, başımın üzerinden viski şişeleri, sandalyeler uçsun, karambolde bende birileriyle kavga etme fırsatı bulurum belki diye akbaba gibi erketedeyim.

Gündüzleri değil de geceleri bir farklı oluyor her şey yada ben farklılaşıyorum. Giymeyi sevmediğim elbiselerin içinde buluveriyorum kimi zaman kendimi. Kimi zamansa ait olmadığım bir dünyada. Görenlerinse ilker’in burada ne işi var diyebileceği…
Uzaklarım yakınlaşmış gibi geliyor, yada gidemediğim yerleri yakına çekmiş gibi. Yada her neyse…

Tüm ihtimallerde de istediğim gibiyim.Huzursuz olmanın huzurunu yaşadığım gibi mutsuzlukla gelen mutluluğu da sevdiğimi biliyorum. Tam melankolik bünyeme yakışır bir hayat yani. Üzgün olmadığım zamanlar aklıma gelince üzülüyorum, kafam karışıyor. Ters gitse de bir şeyler, bende rutinime dönsem diye hayıflanıyorum…
Ben gri gökyüzünü sevmem derken kendime bile yalan söylüyormuşum yani. Grilikle gelen yağmur bulutları beni rahatlatıyor aslında. Yukarıda da birilerinin ağladığını görmek, yandaşlarımın bütün dünyayı ağlayarak ıslatması ve bu yaşlarla hissettiğim çoğalma hissi. Olay bu işte.

Ben aynı şarkıyı defalarca dinlemeyi seviyorum. Ben bazılarının kıro dediği adamları aynı zamanda ezberleyemeden söyledikleri hit olmuş parçalarının yer aldığı albümlerde, cımbızla içime çektiğim parçaları dinlemeyi seviyormuşum meğerse. Ben kimsenin yakalayamadığı virgüllerde hıçkırmayı, ben kimsenin farkına varamadığı nefes aralıklarından ve yutkunmalardan garip anlamlar çıkarmayı kendileriminkilerle özdeşleştirmişim meğer bilmediğim zamanlarda.
Ben köşe başlarında üşüyerek bira içmeyi, sahildeki kayalıklarda şarap içip boş şişeyi gücümün yettiği en uzak noktaya atmayı seviyormuşum aslında.
Aslında ben ağlamayı, ağlayarak gülmeyi seviyorum.
Ben olmamam gereken yerlerde olmayı seviyor, yaşamamam gereken şeyleri yaşamayı seviyorum. Bırak beni, bırakın benim kıyıma doluşan pislikleri. Ben onlarla yaşamayı da çok ama çok seviyorum.

Hicaz...

Türk millettinin en sevdiği, aynı zamanda duygularını en iyi ifade edebildiği makam hicazmış. "Uyusunda büyüsün ninni, dandini dandini dastana" ile başlarmış hicaz yolculuğu ta-ki öldüğümüzde "hicaz" okunacak ezana kadarda devam edermiş. Neden sezen'in şarkılarında bu kadar hicaz var şimdi daha iyi anlıyorum. Kurt kapanı denilen bi hareket vardır güreşte, rakibin boynundan yakalanıp hiç bir hareket yapamadan hatta kıpırdayamadan olduğu yerde kalması ve rakibin puanları kapması. Hicaz işte benim için öle bişey...

Hiç kalem kırmadım daha önce ama klavyemi kırdım geçen gün. Çok kullanıldığındanmıdır yada miyadı mı doldu bilemiyorum ama 99'dan beri bana bi-fiil hizmet eden klavyem tekledi sonunda. İttim, vurdurmaya çalıştım biraz boşa alıp ama yok, banamısın demedi. Daha fazla açı çekmesini istemedim ve bir kiremit gibi ellerimle kırdım.

Arada beraber geçen bunca zamana ve şahit olduğu onca yasak, bazen günah, bazende çok kutsal konuşmalara aynı zamanda "artık"larıma rağmen genede aramızda hiç bir bağ oluşmadığını farketmek sadece beni düşündürdü. Garip geldi belki de; sanırım sonrasında hissetmeyi düşündüklerimi hissedemediğim içindir. Çünkü bu tip şeyler zaruri bi ihtiyaç gibi görülüp bişey ifade etmesede genelde insanlar için, bense bunu ulaşmak istediğim yerlere bir köprü gibi algılar ona göre davranırım basit bir cihaz olsa bile. Ama bu sefer olmadı, hiç bişey hissetmedim...

İki gündür yazmadan oturmak, dilimin damağıma çivilenip cezalanması hissini verdi bana. Oldukça kötü hissetim kendimi. Yapmak istediğini yapamamak, öylece hareketsiz bir felçli hasta gibi gözlerin dışında başka bir yerinle çığlıklarını duyuramamak gibi. İşte asıl "hicaz" bu dedim kendime, benim hicazım...Zamanda bulamadım klavye alışverişi yapabilmek için taki bugüne dek. Ama sonunda atlattım sendromumu...

Hoşgeldin yeni köprücük, hicazdan uzak olalım senle.
"Polly"sel hikayelere, dalya...
:)

Perşembe, Kasım 09, 2006

Nice Yıllara

Mutlulukların Dişi Robin'i;
Pozitif düşüncelerin birikimi, üretken, sevilen, seven, masal kitaplarından gelen yüce insan...

Pastana her seneyi devriyede eklenen mumlar aslında gönlünde çoğalttığın yeni, yüce sevgi tohumlarının sembolü. İyiki kraliçem, iyi ki doğmuşsun.
Nice yıllara...

Çarşamba, Kasım 08, 2006

"Yazayım da, ne yazarsam yazayım"

Yanlış yaptığımı hiç bir zaman düşünmedim. Erken yaşta yazıp, onaylayıp, uygulamaya koyduğum kararlarım ve önüme çıkan sonuçlar için.
Hoşuma gitmişti çünkü "kendi düşen ağlamaz" felsefesi, bununla beraber gelen ağlamamak için dikkatli ve temkinli hayat yaşama çabası. Çok kasmayacaktım kendimi ama rüzgara da kapılmayacaktım nadir durumlar dışında; dümeni elimde sımsıkı tutup, gözlerim hep ufukta olacaktı, heran bir iceberge çarpıp batmamak, hemde düşmemek lazımdı "ağlamamak için".

Düşmemenin dolayısıyla ağlamamanın en iyi yolunun havaya bakmadan yere sağlam basılarak ayrıca "sağlam dayanak"larla olacağını bir kaç kez tökezledikten sonra öğrendim. Sağlam dayanaklar bulmak içinde hemen güvenilmeyecek, paylaşımlar ortak geçirilen zaman doğrultusunda artacak ve güvene dönüşecekti, gene zamanla tabi.

İyi arkadaş olmak, iyi dost olmak, güvenilir olmak farklı bir olay , iyi bir sevgili olmanın ise apayrı bir olay olacağını yıllar sonra çeşitli cezalar yaşayarak öğrenecektim. Herkesin doğru, dürüst kabul ettiği insanlar ilişki içerisine girildiği zaman üçyüzatmış derece değişip kabul edilen dışına çıkıvermelerinide. O zamanda ne olacaktı; toplumun teyidi, ilişkinin oluşturduğu görünmeyen duvarın dışında kalacak başa geleni ben çekecektim. Yani benim ağlamam gene beni bağlayacaktı, "ağlarsa your mother ağlar" hesabı...

Beklenti en büyük düşmandı tüm süreçlerde. Kafamdan geçen düşüncelerin kendiliğinden oluşmasını beklemek, dolayısıyla "beklenti" içerisinde olmak hem zaman kaybı hemde sadece beklemekten öteye geçemeyecekti benim için. İstemek ve almak daha kolay bir çözüm olacaktı. Bunuda çok geç öğrendim ama istenilen kişi doğru kişi olmadıktan sonra, ister bekle, ister gasp et hiç bişey değişmeyecekti. Buda hikaye oldu tecrübelerimle. En güvendiğim varyasyonlardandı oysa.

Halbuki beklentiler daha bizim ağaç eğilmeden boşa çıkacağını göstermiş, belkide ben doğmadan. Bir abim olmamış mesela. Bekledim, erkek kardeşimde olmadı. Hoş, olsaydı ne değişirdi onu da bilmiyorum ya:)
Bu konuda benim yapacak birşeyim yokdu belki ama genede beklenti - beklentisi işte.
Sonu yokmuş.

Pazartesi, Kasım 06, 2006

Acils

Güzelce hazırlanmış kahvaltının hayalini daha uyanmadan kurduğum herhangi bir pazar günü aldığım telefonla uyanıp özel olmayan bir hastanenin aciline doğru yola koyuldum. Sahra çadırlarının bölmelerine benzer perde parçalarıyla bölünmüş acil müşahade yada müdahale odalarında yakınıma ulaştım. İnsanın istemeden olmak zorunda kaldığı ender yerlerden sanırım ilk üç'e girer hastane acilleri. Feryat figan, karmaşa ve ortalıkta ne yaptıklarını bir türlü anlamadığım başı boş insan sirkülasyonu fena halde can sıkıcıydı.
İyi ki doktor olmamışım dediğimi hatırlıyorum içimden...


İki kişik bölmede yan yatağımızda yatan genç kız dikkatim çekti. Yüzünün bir tarafı renk değiştirmişti. Belli ki darbe almış. Sadece geçmiş olsun dedim gülümseyerek. O da bana aynı şekilde karşılık verdi. İçimden direkt teşhisi koymuştum arada. Sevgilisiyle kavga etmişti, daha doğrusu sevgilisi genç kızdan hıncını yumruklamak suretiyle almış bunu üzerine kızcağız da canına kıymaya karar vermişti. Eline geçirdiği bolca hapı yutarak da ailesini teyyakkuza geçirip hastanede almışlardı soluğu.

Oysa benim düşündüğüm gibi olmamıştı olay. O kadar genç bir kızın kendi canına kıyması için başka sebepleri de olabiliyormuş meğer. En yakın kız arkadaşıyla kavga etmiş bizim mağdur ve üzülüp hapları diplemiş. Anlattığı kavga sebebini tam hatırlamıyorum ama sudan bir sebepti aklımda kalmadığına göre. Olayı duyup da gülmemek elde değildi. Bizim bölümden ne yakınım nede ufaklık problemsiz atlatmışlardı acil maceralarını, gülerek ayrıldık ordan.

Yalnız, düşünme fırsatını daha sonra buldum insanın kendi canına kastı konusunu. Bana göre çok geçerli bir sebep olmalıydı bu hayattan vazgeçmek için. Öyle ya, gezmek, eğlenmek, sevdiklerinle keyif sürmek varken neden bunları bir kenarda bırakıp kendi fişini kendi çekesin.
Değermiydi!
Sonra genç kızı düşündüm. Acaba gerçekten sebep basit bir kız kavgasımıydı...
Sebep buysa komikti daha doğrusu trajikomikti.
Ben inanmadım buna sanırım inanmak istemedim.

Pazar, Kasım 05, 2006

Fotografs

Hastayken çok fazla fonksiyonel olamadığım gibi, yaptığım şeylerde elbette ki sınırlı oluyor evde. Bu sebepten gündemimde olup da vakit ayıramadığım mutlaka okumam gereken kitaplarımdan bir kaçı eminim mutlu oldular. En azından bir tanesini daha bitirdiğim için...

Eski fotoğraf albümlerimi aynı zamanda sümen altında sakladığım uzun zamandır görmediğim sadece benim özel arşivimi oluşturan resimleride inceleme fırsatım oldu. İnceledim demek yanlış olur sanırım, onların içine girip o yıllara ve o insanlara, yaşadıklarıma bir şekilde geri döndüm, tekrar yaşadım demek daha doğru olacak.
Onlarca yılı dolu dolu geçirdiğimi kendi arşivimle kendime göstermem elbetteki fazlasıyla bazı egolarımı tatmin ediyor, okşuyor iç huzurumu. Bunun yanısıra kurulan dostlukları, arkadaşlıkları, sevgililerimi yani kısacası beni ben yapan geneli bir zaman sonra uzaktan acısıyla tatlısıyla izlemek yaşlı bir dedenin torununun gözlerinde tüm hayatını bir film şeridi gibi tebessümle izlemesi keyfini veriyor bana.

Boşa yaşamamışım aslında dediğim bir otuz sene var ardımda bıraktığım. Artık zamanla sararmaya başlamış olan resimlerde hüzün kokusuda alsam, bu hüznü koklaması bile güzel.

Cumartesi, Kasım 04, 2006

"Müjgan"

Onu dinlemeye ortaokulda başladım.Muhafazakar, milliyetçi ve gerçek bir çekirdek ailenin "ilk er'i" olmama rağmen gene de dinlemek istedim. Belki de o zamandan bir kalıba soktum kendimi. Asi bir ruh oluşturup kendime, kör inadımla aşırı derecede gurur pompalayıp kendi kendimin dünyasını yaratacaktım, doğrularımla. Onu dinlemekle zaten farklı bir dünyaya yatay geçiş yapıp otomatikman statü belirleniyordu. İlk aldığım kasedi "Sevgi Duvarı"ydı ama son değildi. Unkapanı'ndan tüm arşivini topladım bir süre sonra ve kendimce statümü değiştirdim...

Dinleyip dalarken hayallere, kimi zaman kırk yıllık bir militan, kimi zaman anasından ayrılmış koparılmış bir çocuk, kimi zamansa leyla'nın mecnun'u, sevgilisine hasret yada terk edilmiş bir adam oluveriyordum. Bu psikolojiyi yaşamak, gözlerim açıkken tavanda düşlediğim filmleri kendi kendime izletmek zevk veriyordu bana.

Her kulağa hitap etmeyip herkes tarafından dinlenmediği için çeşitli ortamlarda denk gelen arkadaşlıklarda gönül bağı oluşmasına neden oluyordu bu şarkıların bilinmesi. İki ağızdan bir şarkının çıkması, sözlerin bilinmesi aynı havayı solumak gibi bişeydi. Bir anda dava arkadaşlığı hissi mi veriyodu acaba bilmiyorum.

Ben 15-16 yaşlarındayken jenarasyonumuz, o dönemin meşhur taverna sanatçılarının damar şarkılarıyla içerken biz o'nun parçalarını meze yapardık kendimize, heryerde. Bir gece menekşe sahilinde arabada sabaha kadar radyolarda "müjgan"ı arayıp o parçayı yakalamaya çalışıp beklerken bundan alacağımız hazzı tahmin bile edemezdi kimse. Parayla pulla ölçülemeyecek şeyler yani. Gecenin sonunda arabamızın polisler tarafından bağlanacağını ve cebimizde beş kuruşsuz florya'dan eve otostop çekeceğimizi bile bile.

O'nu dinlemek de siyasi düşünceler bir yana bırakılırsa gene de bir nevi başkaldırı simgesiydi. Yüzünde uzayan pis sakal, kardelen çiçeğinin "kar"ı deldiği gibi nasıl resmiyet delici bir unsursa onun albümleri de bir dönem gizli gizli el altından satılıyor ve kaseti alıp çoğaltıp dağıtan öğrencilerin yaptıkları bu gayrıresmi işten büyük gurur duyduklarını görüyordum. Bazı kasetlerinde rivayetlere gören basılan sanal kaşede gizli çekim yani yasal olmayan basım ibaresi kulaktan kulağa tez yayılıyor, bu o kaseti efsaneleştiriyordu adeta.

Benim gibi çok insan vardı onunkinden farklı ideolojilere sahip fakat ya arabada yalnızken ya da walkman'lerinde severek dinliyorlardı gizlice. Çok gördüm torpidolarda farklı kaset kapaklarının içinde gizlenmiş kastelerini. Ne garip değil mi. Sen şarkıları bayıla bayıla dinleyeceksin fakat bunu yalnız yapacaksın. Ne kadar da salakça.

Ne fikirlerim, ne görüşlerim hiç bir zaman uyuşmadı ama dik, sivri yanı hatta yanlış da olsa insanlara empoze etmeye çalıştığı fikirler için daha fazla insan tarafından dışlanacağını bile bile kendini ülkesinden kaçırtmayı göze alması. Hatta ve hatta bu boş işler için vatanından çok uzakta bu hayattan göçüp gitmesi gerçek anlamda tam bir trajedi.

Cuma, Kasım 03, 2006

GÖKKUŞAĞI

Trakya üzerinden gelen soğuk yada yağışlı hava dalgası hep marmara'yı etkiler ona göre önlem alırız ya; bu sefer bir değişiklik olsa da trakya üzerinden yağmur yada yağışlı soğuk hava yerine keyifli bişeyler gelse, bir toz bulutu gibi üzerlerine çöküp insanların deli gibi güldürse mesela. Kimse ne olduğunu anlamasa .
Deprem yada sel mi yaşamak lazım doğal afet adına. Arada bizde sevinelim diyorum.

Zaman geçiyor, herkes değişiyor. Tabiat da değişmeli bizlerle beraber, yapmalı sürprizini...
Eksilen hava sıcaklığıyla kışlık giyimde gündeme geldi bende. Eskiden böylemiydi!Küçüklüğümde yazlık giysiler ve kışlık giysiler diye iki gruba ayrılmıştı, senenin mevsimlerine göre giyileceklerim. Sonbahar gelip kışlıklar ortaya çıktığı zaman keyfim kaçardı balıkçı kazaklarımı görünce, içim daralırdı. Havalar ısınıp yazlıkları ortaya çıkarırken ise bütün bunlar yeni alınmış, geçen sene hiçbirini giymemiş ve görmemiş gibi içimden sevinç çığlıkları atardım. Gardropla beraber sanırım bir kültürü yok etmişim farkında olmadan.

Kışları ne kadarda pisti doğalgaz gelmeden önceki İstanbul'un. Kaşkol filtre görevini yerine getiriyordu ağzımda, dışardan gelen dumanı yutmamam için. Odun ağırlık ölçüsü çekiydi mesela aklıma gelen. Ne zamandır duymadım "çeki" kelimesini, vay be. Bu kelime yıllar sonra aklıma gelecek ve ben şaşırıcam. Hatta küçücük çocukken bile bilirdik kömürün bütün yandaşlarını aynı zamanda Uzun Mehmet'i.

Semtlerin gelir düzeyini apartmanların kat durumundan anlayabiliyor yüksekliğinden de yakıt olarak ne kullandıklarını fark edebiliyordum. Yada gökyüzün doğru yükselen dumanlardan. Kaloriferli bir apartmanın tek bacasından çıkan dumanla, sobalı binanın üzerinde yada camlarından fırlamış bir sürü boru elbet bir değildi ve farkda ayırt ediliyordu minik gözlerim tarafımdan. Özellikle gecekondu olan yerlerde lastik bile yakıyorlardı insanlar kömür alacak paraları olmadığı için herhalde. İğrenç bir renk vardı hep kışları gökyüzünde, iyi ki sadece çocuktum o zamanlar...
Teşekkürler külkedim...

Çarşamba, Kasım 01, 2006

Eften püften

Çekirdek yemeyi pek sevmememe rağmen yediğim her paketin sonundaki son çekirdek mutlaka acı çıkıyor. Yiyip bitirdiğim paket, "o" son acı çekirdek yüzünden ziyan olmuş gibi oluyor. Çünkü ağzımda kalan son tat, en iz bırakan tat yüzü buruşturuyor mutlaka.

İyiki tuzlu fıstıklarımda bu problem yok, yoksa yanmıştım:))

Anladın sen...