Cumartesi, Aralık 25, 2010

Pet Shop Cinayetleri





Pet shop seri cinayetleri

ŞİMDİ size aniden üzerime derin bir uçurum gibi çöken bir mesajı aktarıyorum.

Beni ciddi manşetlerden, siyasi analizlerden, Kürt meselesi üzerine, akıl verici, hesap sorucu, ukala köşelerden çekip alan bir mesaj.
Okuyun ve söyleyin:
Ne yapmalıyım?
“Merhaba Fatih bey.
Küçükyalı semtinde bir pet shop’tan kız arkadaşımla birlikte dünyalar tatlısı ilk kedimizi 800 TL vererek aldık.


Kızımız british shorthair cinsine sahip idi. Cahillik ettik.
Kedinin aşılar için küçük olduğunu söylediler. Bu yüzden böyle kedilerde veteriner raporu olmaz dediler. Pet shop görevlisi böyle süslü laflar etti.
Bizim de heyecanımızdan faydalanarak kediyi sattılar. Kredi kartım ile kediyi aldım ve eve götürdük (Bahçelievler’e).
Yavrumuz hiç yemek yemiyordu. Sabaha kadar uyumadı ishal ve kusma başladı, sadece kana kana su içiyordu. Sabah olmasını bekledik veterinere götürdük. Veteriner ‘Bu kedi daha 2 aylık olmamış annesinin sütüne doymadığı için vücudundaki su oranı çok düşük. Bu kediyi satmaları cinayettir’ dedi.
Ve o pet shop’un steril olmamasından dolayı kızımızın içinde parazitler kuluçka yapmış. Eve götürdük, kedimiz 2 gün içinde bize yalvara yalvara elimizden uçup gitti.
Hangi veterinere götürsek aynı şeyleri söyledi. Bazı pet shop’ların para hırsından dolayı anne sütüne muhtaç kedileri annelerinden koparıp sattıklarını söyledi. Neyse iki günün sonunda kızımızı kaybettik, o artık bizim meleğimiz oldu. Pet shop yetkilisini aradığımızda, daha 2 gün önceki hayvansever kadın 100 yılın dolandırıcısı olmuştu ve hiçbir hak talep edemeyeceğimizi söyledi: Zorladık. Kediyi Kadıköy hayvan hastalıklarına göndermelerini ve otopsi yapılmasını istedik. Onlar ise kendi veterinerlerine göndermişler. Bu ülkede insanların bile otopsi raporlarında rüşvet dönerken (kedi nedir ki) ahbap çavuş ilişkisi ile hikâyeden bir otopsi yapıp hastalık sebebini bize yazdırtacaklardır. Şimdi ben bu kadını ve yanındaki diğer elemanlarını bir tenhada sıkıştırıp intikam mı almam gerekiyor. Kedime ve kız arkadaşımla bana yaşattıklarının hesabını kendim mi sormalıyım. İnanın benim gibi yüzlerce mağdur insan var. Adalet bunların hesabını sormuyor bizim de gücümüz yetmiyor 25 yaşında evlat acısı yaşattılar kız arkadaşım ile bana. 2 gün oldu hâlâ olayın etkisindeyiz. Lütfen bu olay ile ilgili bir haber yapın pet shop’ların sırf 3 kuruş daha fazla para kazanmak için yeni doğmuş bebekleri insanların cahilliğini de kullanarak satmalarına engel olun. Bu köle ticareti bitsin!
Kızımızın resimlerini ekte gönderiyorum.
Kedi sevgisi her dem içinizi doldursun...”

Yukarıda ki mektup Hürriyet’de Fatih Çekirge’ye gelmiş o da yayınlamış.

Okuduktan sonra alt üst oldum resmen. Aklıma bir süredir bahçemizde beslediğimiz kediler geldi hemen.

Uzun yıllardır evimizde golden retriever beslemenin hayalini kuran ama bir türlü bunun sorumluluğuna giremeyen ben, akşamları işten evimize geldiğimizde ayaklarımıza dolanmak suretiyle kendilerini sevdiren iki kedinin yiyecek ve kendimizce şefkat sponsoru olduk.
Daha önceleri sadece bu şeker yavrucakların sevicisi olduğumdan ebeveyn olunca ne hissedeceğimi elbette bilmiyordum. Yani onların yemek yiyip yememesi beni bu kadar ilgilendireceğini tahmin etmiyordum. Öğrendim ki bu güzel yaratıklar aslında birer afacan çocukmuş J

Şimdi haftalık market alışverişlerinde onlara da ayrılmış bir bütçem, günlük programımızda da onları beslemek için ayırdığımız bir zaman var.

Ben sadece bahçemdeki kedicikler için bunları hissediyorum. Yukarıdaki yazıda ölen yavru kediyi edinen arkadaşların hislerini bu yüzden tahmin edebiliyorum. Yerlerinde olmak gerçekten hiç istemem…

Ve bir an önce insanların “insancıl” duygularını istismar eden pet shoplarla ilgili katı yasalar çıkmasını ümit ederim.

Ha bunun yanında besleyemeyeceğiniz, sorumluluğunu alamayacağınız “bebekleri” de edinmeyin lütfen. Ki camii avlusunda ufacık canlıları bulmak hiiiç de güzel olmuyor…






** Fotoğraflar bizim Duman'ın :)

Cumartesi, Aralık 18, 2010

Yumurtamı tavuktan

Dün öğrencilerin yumurta savaşı bugünse diyarbakır büyükşehir belediye başkanının söylevi. Hani şu “menülerde bile iki dil olmalı” demesi. Detaya girmiycem. Şayet gündemde ne var eşşekler bile eminim biliyordur şu teknolojinin tavan yaptığı 2010 yılında.

Gün geçmiyor ki yeni bir “kaşıma” hadisesi çıkmasın, gün geçmiyor ki gerilmesin c-anım yurdumun bilinçli yurttaşları.
Artık alıştım diyorum bu abuk gündemlere. Artık alıştım diyorum kimin niçin ortaya attığını bildiğim hadiseleri ve hangi gazetelerin, televizyonların yayınladığı bu olayları.
Eski Türk filmleri gibi film başladığı anda biliyorum filmin sonunda ne olacağını repliklere kadar. Kim kimi “sevecek”. Kim kime “aşık” olup evlenecek yada “ölecek” hepsi daha ilk saniyelerde şu kısa aklımla “bana” bile malum oluyor. Gerisini siz düşünün diyorum.

Hangi yıl hatırlamıyorum ama diyarbakır’da 3-5 sene önce kürtçe dilini öğreten bir kurs açılmıştı büyük bir medya topluluğunun katılımıyla. Kısa bir süre sonra da (kişi sayısında yanılıyor olabilirim) sadece bir öğrenci katılımı olduğu için kapanmıştı.

İnsanların ekmek kazanmak için yabancı diller öğrendiği, ingilizce bilmeyene “kız” verilmediği günümüzde, kim neyin peşinde uyanın ey güzel gözlerini kapalı tutan halkım.

Doğu’da, iç anadolu’da, karadenizde, ege’de kısacası 30-40 yıl önce yurdumun her yerinde, okuma oranının şimdiki gibi yüksek olmadığı dönemlerde ki “ağalık” sistemindeki gibi geliyor bana şimdi güneydoğu’da yaşanan hadiseler. İnsanlar başlarındaki “yerel yöneticilerin” talimatlarına sorgusuz sualsiz uyuyor ve aynen istenildiği gibi itaat ediyorlar. Halbuki biraz okusalar, biraz “Türkiye Cumhuriyet”inin kuruluş aşamasına girseler ve kimlerin ne için neler yaptığını görseler; şimdi daha kafalarında oluşmayan soruların bile cevaplarını alacaklardır. Kendilerini kullandırtmayacaklardır diye düşünüyorum.

Ben ne düşünürsem düşüneyim olacak mutlaka olacak tabi. Tarihi ve gidişatı değiştirmek için tanrısal bir güç gerek. O da benim tanıdığım kimse de yok ne yazık ki ama gönül istiyor ki artık savaşlar olmasın, canlar yanmasın.
Dileyen elbette istediği dili elbette konuşsun ama bilsin ki yaşadıkları apartmanda alt katında yada üst katında oturan farklı etnik kimliğe sahip, farklı dilleri konuşabilen insanlar var.
Biraz empati, biraz saygı, çokca sevgi.

Perşembe, Aralık 09, 2010

Yazmak istemedim



Yazmak istemedim.
19 Yaşında, hem anne hem de öğrenci olmayı hem de başbakanın rektörlerle Dolmabahçe’deki ofisinde yapacağı görüşmeyi protesto edeceğini akabinde polis tarafından biber gazına maruz kalıp joplanacağını bunun üzerine alınan darbelerle genç annenin bebeğini kaybedeceğini yazmak istemedim.

Ben yazmak istemedim fakat bu konuyla ilgili yüzlerce haber dinleyip köşe yazıları okudum. Okuduklarım okul yıllarını getirdi aklıma.

Öğrencilerin susmasını hiç istemedim, çok seslilikten yana olup bir türlü uygulanamayan demokrasi ve eşitlik denen şeyin var olduğuna inandım hep. Okul yıllarında da suskun talebe hiç olmadım, ömür boyu yan yana olacağımızı düşündüğüm güzel arkadaşlarım vardı. Hayata dair gerçek kaygıların oluşmadığı o yıllarda bizi kızdıracak her şey için kavga ederdik. Okul malına zarar verdiğimiz de oldu, araç hasarları da. Burada yazmamam gereken daha neler neler. Bununla beraber sponsorumuz olmadı hiç.Yani bize pusula veren bir abimiz ya da otobüs organize edecek bir kuruluşumuz da olmadı.
Sonuçta o yıllara dair pişmanlık duyacağım hiçbir şey yok.

Her neyse, konuya geri dönüyorum.

En son bu gece bir blogda okuduğum yazıdan sonra konuyla ilgili neye “taraf” olacağıma karar verdim.

Ben yaşama hakkı elinden alınan “masum bebeğin” tarafıyım. Konuyla ilgili tek haklının tek doğrunun tarafıyım yani.
Doğruların toplumlara, kültürlere göre değiştiği şu saçma sapan yasa ve kurallarla kaplı, öğrencilerin çok rahat bir şekilde kurulup piyon halinde kapital cephelerine sürüldüğü ülkemde ben masum bebişin tarafıyım…

Yorum yaptığım blog ve yorumum aşağıda.
http://osurtkanrakun.blogspot.com/2010/12/kyametin-gelsin.html#comments

Pazartesi, Aralık 06, 2010

Nası yaaaaaaaaaaa...

"Dün" bazı sivriler "yaklaşmayın vururum" diyen israil'in ablukasındaki gazze'ye yardım kampanyası düzenlediler. Ara gazıyla cihat nidalarıyla masum vatandaşlar gemilere doldu ve akdeniz'e açıldı. Gemilere israil'in komandoları çıkarma yaptı, insanları öldürdü, özür bile dilemedi. Gelmeseydiniz, biz size gelmeyin, "vururum" sizi demiştik dediler. Bu kadar yani. "One minute" falan hikaye oldu. El oğlu patlattı mavzeri, kan döküldü, anneler babalar evlat kaybetti.

Neyse...

İsrail'de yangın varmış. Biz de yangını söndürmek için helikopter yada uçak gönderecekmişiz hatta göndermişiz. İsrail'le aramız düzelecekmiş, yumuşayacakmışız.

Bakanlardan birini haberlerde dinledim de "arayı yumuşatmak öyle kolay değil, özür dilenecek, ölenlerin yakınlarına tazminat ödenecek" dedi.

-----

Dostane, yardım sever, şeyim hıyar diyene tuzla koşan personeli kutluyorum, sizinle gurur duyuyorum. Büyüksünüz valla.

Pazartesi, Kasım 29, 2010

Avrupa Birliği bizden uzak ol.



Artık Başbakan'ın yada kabineden birilerinin hatta ve hatta ana muhalefetten birilerinin çıkıp; yeter artık kardeşim, istenmediğimiz yere biz hiç girmeyiz "Avrupa Birliğiniz" yerin dibine girsin demelerini istiyorum.

Wikileaks'de ortaya çıkan dökümanlarda tuz biber oldu. Bariz dönen dolaplar, adaylık entrikaları, şunu da kabul edersen şeker veririm, bunu da yersen parka götürürüm. E yeter. Neyin yalaklığındayız hala.
Zannımca bu hiç giremeyeceğimiz "garip" kulübün niyetinin Başbakan ve ekibi de farkında ama biz taş koymadık bu işe, elimizden gelen herşeyi yaptık demek için kapıda oyalanıp küçültüyorlar bizi diye düşünüyorum.

Avrupa Birliğine karşı olmam herhangi bir etki altında kalmadan, işlenmeden lise yıllarına dayanır diye hatırlıyorum. Görüşlerimde birşey değişmedi. Aksine avrupa ülkelerinin durumunu yakından gördükçe, oradaki arkadaşlarımdan bilgi aldıkça, bu kendini "üstün ırk" zanneden insanların durumları kötüleştikçe herzamanki gibi "yalnız" bir ülke olmak hoşuma bile gidiyor.

Umarım kısa zamanda ayılırız. Ve bu çirkin rüyayı noktalarız.

Cumartesi, Kasım 20, 2010

Zero Limit

Dün gece bayramı bitirdik. Bayramla beraber zorla da olsa “Zero Limit”i bitirdim İstanbul’da.
Zero Limit nasıldı?
Zero Limit, bu şekilde piyasaya sürülen diğer muadil kişisel gelişim kitapları gibi sadece yazarını ve yayınevini zengin etmeye yarayan “gelişim” kitabıydı. Başladığım kitabı bitirmek gibi kötü bir alışkanlığım olmasaydı herhalde 10. sayfada bu kitabı kitaplığımın görünmeyen bir köşesine bırakırdım. Çocukken sevmediğim yemekleri annem nasıl kaşıkla zorla ağzıma tıkmaya çalışmışsa ben de aynen bu şekilde sayfaları gözlerimle okumak suretiyle zihnime doldurmaya çalıştım.
Bloguma ulaşabilecek kadar internet kullanıyorsanız eminim bu cümleden sonra yazacaklarım hakkında da az çok fikir sahibisinizdir.
Kişisel gelişim kitaplarıyla birlikte sıkça duyduğumuz evrenle konuşma, pozitif enerji, çakra, meditasyon ve tanrı kelimeleri bu kitap da da sıkça yazılmış. Negatif gelişen olaylar karşısında ne şekilde durulacağı ve nasıl bir düşünce mekanizması geliştirmemiz gerektiği hakkında bir reçete sunulmuş bu kitapta.

Örneğin karşımıza trafikte sorun yaratan bir sürücü çıkıyor. Ne yapıyoruz? Onu sorunlu hale getiren kendi parçamızı iyileştiriyoruz. Yani ben ne yaptım da acaba şu hödük direksiyonu üzerime kırdı diye kendimizde hata arıyoruz. Mantığa göre hata direkt bizim zaten. Tüm sorunların temelinde bizim düşüncelerimiz özneymiş gibi bir çıkarım yapmış yazar ve doktor. Ve ne olursa olsun içimizden “seni seviyorum, özür dilerim, teşekkür ederim” diyerek bir çeşit manevi totem yapıp bir nevi öfke kontrolü yapıyoruz. Yazara göre ise kötü anı temizliği yapıyoruz.
Bu iş biraz tesbih çekmeye, biraz sinirlendiğimiz zaman içimizden 10’a kadar saymaya, biraz da “ya sabır” çekmeye benziyor.

Aslına bakarsanız tüm dinlerin de temelinde hoşgörü olduğu gibi “kabala, mevlevilik ve ayrı bir yerde olsa da yoga” ile uğraşan insanlar rahatlıkla öfke kontrolünü sağlayıp diğer insanların kavga edebileceği ortamlar karşısında uzlaşıcı bir yol çıkarabiliyorlar kendilerine.

Sonuç olarak şöyle diyebilirim. Dün akşam Anadolu Kavağı’na balık yemeye gidelim dedik. Çıktık evden karşıya geçtik. Sonrasında Kavacık’tan sahil yoluna indim. Bilenler bilir sahil yolu tek şeritlidir. Daha dakika bir gol bir o yolda 10 araba arkamdan bir araba koptu geldi ve önüme girmeye çalıştı, girdi de. Ben ne düşünürsem düşüneyim, ben ne yaparsam yapayım, hatta peygamber sabrı olsa fark etmez kan beyne sıçrıyor.

Benim tespitim bu kitap İstanbul’a uymaz. Yazık paranıza…



Anadolu Kavağı’nda yazdan kalma bir hava vardı. Ne yedik ne içtike girmiycem. Orada bizim klasik menümüz restaurantda balık, ayaküstü de waffle’dır. Tarih gene tekerrürden ibaret olduğunu gösterdi. Yazdan kalma bir akşamdan keyifle ayrılıp evimize döndük… Birkaç fotoğraf ekte.

Pazartesi, Kasım 15, 2010

Kasım'dan...



Yurtdışında, özellikle Avrupa ülkelerinde gezerken isteseniz de istemeseniz de doğal olarak bir süreden sonra karnınız acıkıyor, bir yerlerde bir şeyler yiyip içmek zorunda hissediyorsunuz kendinizi (en azından ben bunu hissediyorum) .
Girdiğimiz mekanlar istinasız kesinlikle tarih kokuyor oluyor. Duvarlardaki çerçevelerde mekanın tarihçesi, oturduğumuz masada daha önce oturmuş tarihe geçmiş önemli insanların hayatı ve resimleri gene aynı duvarda asılı olur. Tarih kitaplarında, sanat tarihi kitaplarında ve felsefe kitaplarında olduğu kadar bizim çağdaş yaşantımıza da yön vermiş isimlerle aynı masada oturuyor olmak çizgi film tadında hoşluk katar o anıma. “Hoşluk” dedim ama doğru kelimeyi yazdığımdan emin değilim. Adını koyamadığım bir keyif diyelim.

İstanbul’umuz jeopolitik pozisyonundan dolayı ne yazık ki tarihte Avrupa kentleri kadar şanslı olamamış. Ne mimari, ne sanat, ne edebiyat, herhangi bir görsellik “halkın günlük kullanacağı tarzda” günümüze kadar gelmemiş. Amatörce ifademle “Pera” dışında cafe restaurant oluşumuna müsait mekan da yok diye düşünüyorum. Pera’da bulunan restaurantların da tarihi yok.

Gelelim konuya…

Geçtiğimiz haftalardan birinde eski Doğuş’lular bir Cuma gecesi toplandı. Bende gittim. Mekan, Fenerbahçe Spor Kulübü tesisleri, Todori Restaurant, Kalamış'ta.
Todori’nin mimarisi çok hoşuma gitmese de duvarlarda sanatçı fotoğrafları görünce ilgimi çekti. En yakınımda rahmetli sanaatkar Selahattin Pınar’ın portresi vardı.Okudum, fotoğrafını çektim. Avrupa’da gördüğüm yerler geldi aklıma hoşuma gitti.

Masada karşımda oturan yaşayan tarih, değerli büyüğüm Bahattin Bursalı gördüklerimle ilgilendiğimi görünce anlatmaya başladı. 50 sene evvel burada yazarlar, şairler ve bestekarlar toplanıp meşk ederler, yazarlar romanlarını yazarlar ve halkla sosyalleşirlermiş. Bahattin Bey 1918 doğumlu Osmanlı Bankası’nın ilk müdürlerinden. Sağ olsun beni aydınlattı fakat yemeğin hemen ertesinde netten yaptığım araştırmada mekanla ilgili bir tarihçe, bilgi, bir anı bulamadım. Sinir bozucu ama bulamadım.
3-5 Sene önce açılan hanzo çiğköfteciler bile web’lerine tarihçe koyuyorken Cumhuriyet’in aşağı yukarı ilk yıllarında önemli misafiler ağırlamış Todori Restaurant’ın bu eksikliği yakışmadı.

Çarşamba, Kasım 03, 2010

CADILAR BAYRAMI HAKKINDA



Yapıcı olmayan eleştirilerden kaçmaya çalıştım hep, tahammül ettiğimde hiç söylenemez. Gereksiz muhalifliğe de karşıyım fakat bazı garip kutlamaları ve adetleri yadırgadığım kesinlikle söylenebilir.

Örneğin;

Birkaç haftadır yaklaşan cadılar bayramı dolayısıyla basında, özellikle dış basında kim nerde olacak ? Ne giyecek ? Kimle gelecek ? Gibi çeşit çeşit haberler çıktı.Bahis konusu bayram geldi geçti ve hemen ertesinde Amerika’da boy gösteren, tüm dünyaya yarı açık vücutlarıyla mâl olmuş insanları “bayramsal görüntüleri” gazetelerde ve televizyonlarda görüldü.

Böylesi bir güne yurdum insanı da duyarsız kalamazdı, kalmadı da. Bu tip faaliyetlerin ve eğlence dünyamızın başkenti İstanbul’umun bazı gözde gece mekanları da anlamlı güne özel partiler düzenlediler. Güzide İstanbul’umun güzide ve “elit” tabakası da gazetelerin magazin ilavelerinin ikinci sayfasında geceye ait merak edilen-edilmeyen tüm ayrıntılarla yazıldılar, çekilen fotoğraflarıyla da halkımızın önüne koyuldular. Köşe yazarlarının da iştirak ettiği bu partilerden izlenimleri okuduk.

Blog piyasasında takip ettiğim isimler sayesinde yönlendiğim bloglarda gördüm ki “cadılar bayramı” halk tarafından da evlere sokulur olmuş, makyajlı-boyalı, kıyafetli partiler şeklinde kutlanır olmuş. Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla da oldukça profesyonel düzenlenmişti.

Neyse..

Eğlence olsun, farklı bir şeyler yapalım, bunları yaparken de biraz da ilgi çekelim zihniyetiyle yapıldığını düşündüğüm (tüm iyi niyetimle) kutlanan bayramın kökenini biraz araştırayım dedim.

4000 yıl kadar önce avrupa’da ortaya çıkan ve orta çağ’da Romalılar tarafından yok edilen Kelt uygarlığına aibir günmüş Hallowen. İlk kutlayanların ise Kelt rahipleri oldğu söyleniyor.

Wikipedia’da tarihçesi aşağıda yazdığım gibi geçiyor.
Cadılar Bayramının kökeni aslen Samhain olarak bilinen kadim Kelt Festivalidir.[kaynak belirtilmeli] Samhain Festivali hasat mevsiminin bitişini kutlamak için gerçekleştirilir. Geleneksel olarak,festival kadim Paganlar tarafından kış için malzemelerin ve malların hazırlanması için kullanılırdı. Eski Gaeller şimdi Cadılar Bayramı olarak bilinen 31 Ekim'in yaşayanlar ve ölüler dünyası arasında bir bağ yarattığına inanırlardı. Ölüler kötü niyetli ve tehlikeli kabul edilir, yaşanılan sorunlardan hastalıklardan ve kötü hasattan onlar sorumlu tutulurdu. Festivalde ateşler yakılır, genellikle kış için öldürülen hayvanların kemikleri bu ateşlerde yakılırdı. Raufun ruhları taklit edebilmek için maskeler ve kostümler giyilirdi.
Zamanla Hristiyanlığa adapte edilmiş, Azizler Günü'nün arifesi olarak kabul edilmiş, Pagan kökleri unutturulmaya çalışılmıştır

Türk insanına dayatma bir bayram olarak empoze edilmeye çalışıldığını düşündüğüm “Cadılar Bayramı”yla Türk insanının bu bayrama iştirak etmesi için ben tarihsel bir bağlantı kuramadım. Yararlanabileceğim, aydınlanabileceğim bir kaynak vardı da ben mi bulamadım onu da bilmiyorum..!

Sonuç…

-Ben bu dayatma günün kutlanmasını çok saçma buluyorum.
-Para kazanmak suretiyle mekanlarında kutlama düzenleyen kapitalist zihniyeti, bir ülkenin maneviyatıyla ilgili tahribat yaptığı için kınıyorum. Medyada şişirenleride tabi.
-Evlerinde eğlence düzenleyen arkadaşlarım neden böylesi bir kutlama yapmaya ihtiyaç duymuş çok merak ediyorum…

Pazar, Ekim 31, 2010

KİTAP FUARI - TÜYAP

Bugün benim için gelenekselleşen bir aktiviteyi her zamanki gibi gerçekleştirdim. Tüyap'da yapılan kitap fuarına hiç ilerlemeyen trafikte yaklaşık iki saatte gittim.

İzlenimlerim...

-Bu sene 355 firma katılmış, iyi de olmuş. Ağzına kadar kitap dolu salonları görmek çok keyifli ve umut verici.

-Kitap fuarının yanında sanat galerileri de sergi açmıştı. Enteresan tablolar kitap fuarı sayesinde görücüye çıkmıştı ama beklenen ilginin olduğunu sanmıyorum. Çok boştu o bölüm.

-Sergilenen ürünlerle ilgili bilgi almak istediğim standlardaki görevlilerin ne yazık ki kitaplar hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Yayınevleri neden tecrübesiz, kitaplar hakkında bilgi sahibi olmayan insanları oralara dikmiş anlamadım. Karpuz gibi mi seçicez kitapları anlamadım!

-Bazı firmalar 1 liraya 2 liraya 3 liraya kitap satıyordu. Piyasada çok daha pahalı olan kitaplar bu kadar ucuza satılıyordu. Sevdim bu işi.

-Turgut Özakman'ın son kitabını almak istedim fakat el yakıyordu. Keşke fuara özel indirimleri olsaydı da alsaydık. Zorla korsana teşvik.

-Karikatür dergilerinde, özellikle Uykusuz'a müthiş rağbet vardı.13-18 yaş gurubu kuyruktaydı. Hoşuma gitmedi gidişat.

-Rastaladığım dağıtılan tek ücretsiz kitap Ahmed Hulusi tarafından yazılan "Kur'an-ı Kerim Çözümü" idi. 520 sayfalık da bir kitap üstelik. Aldım, inceleyeceğim.

-Her fuarda kürt ve sol görüşe mensup dergi ve yayınevlerini yan yana görmeye alışığız fakat bu sefer aralarında Ermeni yayınevlerini görünce şaşırdım. Bilinçli planlama mı anlamadım!

-Tüyap'ın fast food olayı, otoparkı, yönlendirme düzeni sıfır. Allah'tan yılda bir kez gidiyoruz.

Aldığım kitaplar
-MİRAS - HUGO N.GERSTL
-GAVURUN DÖLÜ-CANDAN ÖZER
-GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ-CİHAT T.
-KARA DÜZEN-JAMES ROLLİNS
-KEMİKLERİN HARİTASI-JAMES ROLLİNS
-FBI'IN EINSTEIN DOSYASI- FRED JEROME
-TESLA'NIN KUTUSU- SAMANTHA HUNT

Perşembe, Ekim 28, 2010

Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun



Çankaya'da köşkte verilecek resepsiyonda hanımefendi'nin türbanıyla ilgili haftalar öncesinden bir yaygara başladı. Akabinde ana muhalefet partisi başkanı ve milletvekillerinin resepsiyona tepkisi ne olacak diye yazıldı, çizildi, hala da devam ediyordu bu akşam konuşmalar. Konuşulsun, konuşulsunda...

Asıl konudan uzaklaşılmasın, unutturulmasın.


29 Ekim Cumhuriyet bayramıdır.
Bu cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk ve Şanlı Türk askerinin bizlere armağanıdır.
Bu bilinçle hareket edip tarihimizi tarih yapanları daha iyi tanımak gerek.

Ey Atam, ey şehitler ve bu cumhuriyeti kurmak için kanını, terini akıtmış güzel Türk insanları rahat uyuyun...
Çok az kalmış olsak da bayrağımız hala bizim elimizde.

Nice Cumhuriyet Bayramlarına...

ALİ AĞAOĞLU YETER

Sen Ali Ağaoğlu; artık yeter yaaa.
Tamam paranın anasını ağlattın, caanım İstanbul’umun her yerine laz yapımı kulemsi evlerini diktin anladık. Lafımız yok ama paranın verdiği özgüvenle bir hip hop albüm çıkarmadığın kaldı.
Sabah akşam reklamlarda sen varsın, bıktık yahu. Ööööğk diyorum;
Evini de almıyorum..

Salı, Ekim 26, 2010

Diziler...

Yeme, içme gibi bir şey oldu artık diziler. Yaratıcılıktan bir haber olan film ve dizi sektörü aynı zamanda Türk yapımcıları okul, polis ve eski romanlardan uyarlama bol soğanlı dizileri önümüze pişirip pişirip koyuyorlar, Bizim ufo gören masum halkımız da akşam yemeğinden sonra çayı ocağa koyup geçiyor plazma televizyonlarının karşısına.

Eski topraklar gençlik anılarını anlatırken yazlık sinemaların sıkça lafı geçerdi. O yazlık sinemalarda “ağlamalı” filmlerin raftingi pek iyi olurmuş. Tercih sebebiymiş yani. Sinemaya girerken bilet kesen vatandaşa sanatçıların ismi değil de filmin ne kadar acıklı olduğu, “içerde ne kadar ağlarız acaba” diye sorular sorulurmuş. Sonra tahta sandalyelere oturulup ağlaya ağlaya çekirdek çitleyip film izlerlermiş.

Şu otuz kırk senede değişen ne? Artık sinemada değil de plazma karşısında izleniyor garip ama aynı gariplik ölçüsünde tiryakilik yaratan bu yapımlar. Üstelik izlendikten en fazla bir yıl sonra unutulan, adı anılmayan, ucuz yapımlar.

Hatırlıyorum da iki binli yılların başında “asmalı konak” furyası vardı, yıkılıyordu ortalık.Özcan Deniz’in giyimi şöyleydi, anasının başörtüsü böyleydi diye garip trendler oluşmuştu. Bu arada Kapadokya bölgesine tur yapan firmalar güzergahlarına asmalı konağı’da koymuştu. O yıllarda iş için sık sık Kapadokya’ya gittiğim için biliyorum bende bu konak denilen yeri. Ben deyim müze, siz deyin ören yeri gibi hınca hınç doluydu mekan. Etrafındaki seyyar satıcılar bile son model araba sahibi olmuşlardı.
Şimdi ise ne konak, ne orada yıldızı parlayan oyuncular nede dizinin adı geçiyor… Yemiş, yutmuşuz, gidere atmışız.

Mayıs 2010 itibariyle 42 yerli dizimiz varmış. Sonbahar döneminde kaç dizi var bulamadım fakat her gece insanları ekrana kilitleyecek birkaç dizi olduğu kesin.

Salı, Ekim 12, 2010

Şimdi melek o kedicik

Aşağıda yazdığım olaya eminim dün akşam ki ana haber bültenlerinde sizler de rastlamışsınızdır.

İzmir'de 3-4 üniversite öğrencisi ellerinde pitbul denen dört ayaklı yaratıkla gece kapalı bir dükkanın önüne geliyor. Tepelerindeki kameranın farkında değiller, kamera kayıtta. Gençler kapalı olan dükkanın sahibi tarafından beslenen ve bir kutuda hasta yatan kediyi belli ki önceden hedef seçmişler.

Önce kutu tekmeleniyor, köpek kutuya doğru hamle yaptırılıyor. Hasta kedicik tekmelere ve kakılmasına rağmen kutudan çıkası yok fakat dayanamıyor, çıkıyor. Çıktıktan sonra da tekmeleniyor zavallı güzel kedicik. Tekmelerin sahibi öylesine kin dolu ki attığı tekmelerden birinin es geçmesiyle sırt üstü yere bile düşüyor. Tabi karşısındaki küçücük canlının karşı koyacak ne gücü nede düşüncesi var. Tekmeler yeterli değil cani için ve finalde kediciğin başını ayağıyla ezdikten sonra olay yerinden uzaklaşıyorlar.

Şimdi kedicik nerde derseniz o artık bir "melek"...

Katiller kamera görüntülerinden tespit edilip yakalanmış, 500 liraya serbest kalmışlar. Belki de kendilerince bayram gelmeden kurbanımızı kestik, Allah kabul etsin diyorlardır aşşağılık herifler.
- - -
Bu ülkede insanlar artık daha rahat savunmasız hayvanlara kıyıyor, katlediyorlar gözlerini kırpmadan.

Bu ülkede insanlar artık daha rahat birbirlerine kıyıyor, cinayet işliyorlar gözlerini kırpmadan.

Bu ülkede vicdansız insanlar el kadar bebelere tecavüz ediyor, öz analar bebeklerine işkence yapıyor çöp kutularına atıyorlar. Yakın zamana kadar biraz daha insaf var gibiydi sanki. Cami önlerine bırakılan istenmeyen yavruların haberlerini okur dinlerdik ama o da kalmadı. Artık direk infaz ediyorlar yavrucakları ve çöp kutusuna atıyor kırılası ellere sahip insanlar.

İçim sızlıyor, adını koyamıyorum bu arsızlaşmanın.

Vicdansız insanlar git gide çoğalıyor çoğalmasına ama bizlerde de bağışıklık sistemi gelişiyor gibi geliyor bana. Hissiyatımız köreliyor, içimizdeki insancıl duyguları kaybediyoruz sanırım ki çoğunluk olan "iyi insanlar" tepkisini belli etmiyor. Yada sesimizi çıkarmayı beceremiyoruz.

Nasıl olacak bu işlerin sonu bilmiyorum ama midem acayip bulanıyor.

Çarşamba, Eylül 08, 2010

U2 360° Tour at Atatürk Olympic Stadium (İstanbul) on 6 Sep 2010

Koca yaz sezonu iş ve tatil programları nedeniyle konsere gitmeye vakit bulamayan biz, tam da konserin yapılacağı gün spontane gelişen olaylar neticesinde gecemizi Atatürk olimpiyat stadında İrlandalı efsanevi grup U2’yu izleyerek bitirmeye karar verdik.

Bangır bangır gazeteler ve televizyondan yapılan yayınlarda konser alanına erken gelin, arabanızla gelmeyin, toplu taşıma araçlarını kullanın deseler de biz; yok arabasız olmaz diyerek 21.00’de başlayacak konser için evden 20.30’da çıktık. Bilenler bilir Olimpiyat stadı ikitelli sırtlarındaki arazi boşluğunda yer alır. Ve buraya ulaşılması için sadece tek yol vardır. Diye bilinirJ
Biz henüz fazla keşfedilmemiş farklı bir yoldan ilerleyerek yarım saatte stada vardık.


Stadyum konserlerine aşinalığım çok eskilere dayanır. 90’lı yıllarda metallice, guns n’roses ve bon jovi’yi kanlı canlı İnönü’de izlemiş bir müzik sever olarak, stadı içerden gördüğümde şaşkınlık yaşamadım. Oldukça fazla güvenlik önlemi alınmış, seyyar tuvaletler koloniler halinde yerleşmiş, alkol ve bira satışı içinde her şey düşünülmüştü. Sadece beklediğim mahşeri kalabalık yoktu.

Sahnede ve ses sisteminde, teknolojinin tüm nimetlerinin kullanıldığına bahse girerim. Ledli tasarımlar, bu zamana kadar görmediğim ışık sistemi, gezen sahne aksamı ve sahneyi saha içinden göremeyenler ve tribündekiler için dev ekranlar vardı.

Gelelim gruba…
Ses ve şarkılardan bahsetmeyeceğim. Aşmışlar zaten.
Bono’da müthiş bir elektrik var. Bu elektrik diğer grup üyelerinin yüzünden yayılan müthiş dinginlik ve özgüvenle birleştiğinde tadından yenmiyor. Gitaristlerin yüzündeki ifade tam bir poker face. Dersiniz ki ellibin kişinin önünde çalmıyor, bebek sahilinde boğazı izliyor. Zülfü Livaneli’nin sahneye davet edilmesi ayrı bir sürpriz oldu.

Güzel, kusursuz bir organizasyon vardı, sayelerinde mükemmel bir konser izledik…

Pazar, Eylül 05, 2010

Lebiderya






Bu aralar mekanlarla ilgili çok fazla yazdığımın farkındayım fakat denk geldiğinden ben de bunları burda yazıyorum. Ortak zevklere sahip olduğum insanların yazdığım bu hoş mekanlara gitmesine vesile olmak da bana ayrıca keyif verecek.

Hoş mekan demişken “Lebiderya” yı yazmadan geçemeyeceğim.

Geçtiğimiz Pazar günü Eminönü’nden çiçek tohumu ve bayramda çocuklara hediye vermek için oyuncak alışverişi yaptıktan sonra Pera’ya dolaşmaya gittik. Hem yemek hem de dinlenmek için gözüm bir yerler ararken aklıma uzun zamandır gitmediğim Lebiderya geldi. Lebiderya Galatasaray’dan tünele doğru yürürken sol kolda, Richmond otelin terasında bulunan cafe & bar & restaurant.

Mekanın en büyük artısı eşsiz boğaz manzarasına sahip olması. Cihangir ve Tophane’nin üzerinden solda boğaz köprüsü, sağda tarihi yarımada ve gözlerinizde problem yoksa adalara kadar Marmara’yı seyretme imkanınız var. Ben orada oturup saatlerce manzarayı seyredip hayaller kurabilirim.

Personel hakkında bir şeyler söylemek gerekirse güleryüzlü, düzgün diksiyonlu, işini yapan genç arkadaşlar.

Gelelim yemeklere. Sıkı bir menüsü var. Aynı zamanda Bolu’lu aşçı Mehmet Usta var.
Son gittiğimde kendi zevkine göre karışık meze tabağı gönderdi bize. Ardından da marine bonfile salatası ve ızgara levrek. Sağolsun enfes hazırlamıştı . Nette mekanın sitesine girerseniz menünün devamını okuyup bakarsınız zevkinize göre.

Romantik yemekler, doğum günü ve teklifler için ideal mekan. Tavsiye ederim…

Salı, Ağustos 31, 2010

kelebekler vadisi, kabak koyu, kaş

Kendi çapımızda bir “bag packer” olarak elimizde “lonely planet” gibi bir kılavuz olmasa da onların gittiği yerlere gitmemize engel olmuyor bu durum.

Ağustos’un ortası itibariyle çantalarımızı kuşanıp ‘kelebekler vadisi’ne doğru yola çıktık. Sakin geçen yolculuğumuz Ölüdeniz’e kadar sürdü. Yani vadiye servis yapan tekneye kadar. Teknede bulunan ve kendini oraya ait sanan yancı vatandaşların keyfimi kaçırmasına müsaade etmemeye çalışarak vadiye indik.

1999’dan beri aşağı yukarı her sene vadiye uğrayan biri olarak daha önce böylesine bir kalabalık görmediğimi söylemeliyim. Ne ramazan ne de müthiş sıcaklar insanların oraya doluşmasını engellememişti. Vadinin, Malezya diye adlandırılan sahildeki gölge kuytu köşesinde bile havlu koyacak yer yoktu. Siz diyin menekşe plajı ben diyim köy kahvesi. İki gün zor dayandık. Üçüncü gün son sürprizimizle kasada hesap öderken karşılaştık. Kendi çadırı ve eşyalarıyla gelen insanlardan ,normal konaklama yapanlara göre %10 indirim yapılacağı internet sitesinde bile duyurulmuşken, sezon olması itibariyle bu olayın dışında tutulduğumuz gibi saçma sapan bir cevap aldık. Kendi çadırımızı kurup toplarken çektiğimiz eziyet de yanımıza kaldı.

İnsanların para kazanmasına ve ticarethanelere saygım var fakat “Kelebekler Vadisi” gibi konsepti oturmuş, neye hizmet ettiği belli olan, marka olmuş bir Türk beldesinin; üstelik Avukat Hasan Bey’in gözetimindeyken nasıl bu duruma geldiğini anlayabilmiş değilim. Bir daha gitmeyi asla düşünmüyorum. Gidenlere bol şans.

İkinci durağımız Kabak koyu olacaktı ama öncelikle ölüdeniz de milli parkta suya girelim dedik. Çok temiz ve şıktı meşhur yarımada. Kendi bünyesinde bulunan kafe de müthiş güzel tavuk döner var tavsiye ederim. Bu arada Babadağ’dan atlayan yamaç paraşütçülerinde müthiş enflasyon var. Çok fazlalaşmış ve bu gidişle gökyüzüne trafik ışığı koymak gerekecek.

Ölüdeniz’den Kabak koyuna giderken yöredeki ilk kaldığım işletmeye de uğradık. Faralya köyündeki meşhur “George house”a. George House’a 10 yıl önce gitmiştim. Elbette bıraktığım gibi değildi ama klimalı odalar ve yüzme havuzunu görünce şaşırmadım dersem yalan olur. Yer sofrasında yemek yediğimiz yer yerine plastik masa ve sandalyeler gelmişti. Anlayacağınız George house tek göz odadan çıkarak tatil köyü yolunda kocaman adımlar atmış. Yollarının açık olmasını dileyerek ayrıldık mekandan.






Kabak koyuna arabayla inmek çok kolay değil.Yol uygun değil çünkü. Bu yüzden arabamızı yukarda marketin yanına park edip çantalarımızı sırtlanıp patika yolu kullanmak suretiyle yürümeye başladık. Dileyenler 30TL karşılığında köylülerin kullandığı arazi taşıtıyla da inebilirler aşağı. Eşyanız fazlaysa aracla inmenizi tavsiye ederim ki gerçekten yürümesi kolay bir yol değil. Hatta biz inerken birkaç kişi yukarı çıkıyordu onları görünce burdan ayrılırken asla yürümeyeceğim dedim yukarı, öyle de yaptık.

Kabak öyle bir yer ki tepeden aşağı inerken belli bir süreden sonra kamplar karşınıza çıkmaya başlıyor. Atıyorum denize 400m kala ilk kamp, 380m kala ikinci kamp gibi devam ediyor aşağı doğru. Biz denizi çok sevdiğimizden dolayı, denize en yakın olan “Shanti Garden” campingi tercih ettik. Ormanın içinde bungalovlar ve ağaç evler düşünün. Ortalarda kitap okumak için minderler ve sedir tarzı eşyalar. Gölgelik bol ve orman havası özellikle geceleri en güney ege’nin o müthiş sıcağını oldukça yavaşlatıyor.

Shanti Garden’ ı Hasan işletiyor. Mütevazi ve arkadaş bir işletmeci. Gördüğüm kadarıyla personeli de kendisinden oldukça memnundu. Sohbet ettiğimizde kampı kendi elleriyle inşa ettiğini, kışın bile orada yaşadığını öğrendim. Televizyonsuz , izole bir hayat tercih etmiş Hasan; enteresan ve güzel geldi kulağıma.

Shanti’de karnınız doyuyor. Sarımsak, soğan bolca kullanılıyor yemeklerde, ekmeklerini de kendileri üretiyorlar. Genelde zeytinyağlı ağırlıkta.

Sahil güzel, deniz güzel, herkes kendi havasında. Ben Shanti Garden’ı tavsiye ediyorum.

3 gün konakladıktan sonra Kaş’a gitmek üzere ayrılmaya karar verdik Kabak’tan. Hasan’ın bize verdiği bir dağ yolu tüyosuyla yolu 60km kısaltacağız umuduyla Faralya’dan Ölüdeniz’e gitmeden kelebeklerin hemen üzerinden direksiyonu sağa, dağ yoluna kırdık. Tamam yol kısa ama çok bozukmuş. Birinci ve ikinci viteste kilometrelerce gittik, lastik patlarsa ya da araba arızalanırsa korkusuyla. Üstelik bahsettiğim o yol aynı zamanda Likya Yolu’dur ama cep telefon şebekeleri bile çalışmıyor. Her neyse bir sorun yaşamadan Kaş’a geldik. Bakırköy’den arkadaşlarımızın vasıtasıyla oradaki tanıdıklar otelimizi ayarladı. Ertesi gün dalış için 10:00 da buluşmak üzere sözleştik.


Ve Nisa Otel’e yerleştik. Gece keşif için sahile indiğimde gördüğümüz atmosfer çok hoşumuza gitti. Yan yana üç beş tahta sandalyeli bar, çay bahçeleri ve turistik çarşısı güzeldi.

Sabah Adil abiyle buluşup Natura ile dalmak üzere yola çıktık. Derecelerine göre sırayla daldı gruplar, tabi bizde.
Keyif verici meşgale. Su altı beni çok fazla etkilemese de gene de kötü bir faaliyet olmadı. Ama belgesellerdeki gibi rengarenk bir manzarayla da karşılaşmadık. Adil abi sayesinde hiç yabancılık çekmedik, ilgisi ve alakasına ne kadar teşekkür etsem az.

Karaya döndüğümüzde canım kokoreç çekti. Tesadüfen Tekirdağ’dan gelmiş bir abiden eski tipde kokoreç yedik. Sadece kokoreç ve kekik yani. Güzeldi. İsmi kuki cafe. Gidin yiyin. Selamımı söylerseniz tatlı da bedava.

Bir sonraki günde Kaş’ta sahilde kalıp sıcaktan kavrulacağımıza Kekova’ya tekne turuna gidelim dedik. Kekova, batık kent ve Simena’ya gittik gezdik, bol bol da yüzdük. Gazoz gibi sularda şnorkelimizi hiç çıkartmadık. Tüm Türkiye’de sahillerde tekne turuna gitmişliğim vardır ama böylesine uzun rotayı sadece Kaş’ta gördüm. Git git bitmiyor.

Kaş da güzel yermiş beton yığını olmadan önce. Neyse ki denizi bozamamışlar henüz.
Gerçi taze kalamar bulamadık bu sahil kıyısında ama neyse. Hepsi buzhaneymişL

Perşembe, Ağustos 26, 2010

Budapeşte, Viyana, Prag

BUDAPEŞTE VİYANA PRAG (pronto tur )

Şunu en başta belirtmek isterim ki bu üç orta Avrupa başkentinin gezilmesi için en doğru zaman Ağustos ayıymış. Zira İstanbul’da cehennem sıcakları yaşanırken yemyeşil Avrupa’da yağmurluk ve sweatshirt alışverişi yapmak zorunda kaldık. Hiç şikayetçi de olmadık. Aksine yürümekten ayaklarımızın şişmesine rağmen serin hava bizler için gayet motive ediciydi.

Turumuzu da bizlerden sonra gidecek olanlara rehberlik etmesi açısından biraz özetlemek isterim ki ben de tura çıkmadan önce buna benzer yazıları defalarca taradım. Kişisel bloglarda bulduğum ayrıntılar bize oldukça yardımcı oldu diyebilirim.

İstanbul’dan Budapeşte’ye gitmemize müteakip rehberimizle buluştuk ve hemen otobüsle Viyana’ya geçtik. Viyana Aero Tower otele vardığımızda saat 22.00 gibiydi ve bu saatte şehirde pek bir atraksiyon yapılamayacağından hemen uyuyup sabah saatlerinde otelin uyandırma servisi olmadığından çok sevdiğim rehberimiz Engin Aymete’nin kapıyı tıklatmasıyla uyandık.

Bir kere kahvaltıya yurdumun güzel otellerinin kahvaltılarını düşünerek kesinlikle inmeyin restorana çünkü hezimete uğrarsınız. Kahvaltıda açık büfede kaşar peynir, küçük paketlerde tereyağ ve reçel var. Ben size yanınızda giderken sallama lipton ve bizim gibi nutella götürmenizi öneririm. Ayrıca İstanbul’dan giderken yanınıza alacağınız küçük galetaler, domuz yağı kokusundan içine giremeyeceğiniz dükkanları gördükten sonra zafiyet geçirmemenizi sağlayacaktır. Viyana’da yemek olayı benim gibi kökeni Antep olan biri için fiyasko diyebilirim. Zira şnitzeli çok meşhur olan bu kentte domuzdan yapılmayan bir şnitzel sanırım yok. Hotdoglar da kocaman ama onlar da domuzdan. Ben genelde “nordsee”de balık yedim. Denizden çıkan ne varsa bu restoranda var. Ama siz isterseniz ülkemizde de şubeleri olan fast food zincirlerinde rahat rahat hamburger de yiyebilirsiniz. Ayrıca meydanlardaki cafelerde envai çeşit kahve de mevcut.

Gelelim tura; şehiri görünce kendinizi açık hava müzesinde geziyormuş gibi hissedeceksiniz. (Aynı hissi Prag’da da yaşayacağınıza bahse girerim. Her bina sanat eseri gibi. Dümdüz betonerme bir bina yok gibi bişey. Zevklerini katmış heykeltıraşlar, nakış gibi işlemişler binaları ve günümüze kadar gelmiş. Viyana kuşatmasından biz galip çıksaydık ve o güzel yerler bizim elimizde olsa neler yapardık sorusunu defalarca sordum kendime ve tahmin ettiğiniz cevabı verdim.) Sabah topluca belvedere sarayını gezerek başladık. Ardındanda Schönnbrun sarayına gittik. Çevrede çok Türk var bu saraylarda fayton çalıştıran Sivaslı abiler bile gördüm. Sonra Viyana merkezinde opera binası, güzel sanatlar müzesi, parlemonta binası, tarihi şehir meydanı,üniversiteyi gördük ama içlerine girmeden. Şayet bu saydığım yerlere girilirse her kenti gezmeye eminin 5 gün yetmez. Öğleden sonra Mayerling-Zigrod (ekstra ) turuna katıldım. Gittiğimiz yer orman olarak geçse de ormanla alakası yok. Gidilecek yer 2. dünya savaşında Alman mühendislerin uçak imal etmeye çalıştığı bir mağara ve mağaranın içindeki bir gölet. Bana orada gördüğümüz uçak parçalanıp oraya yerleştirilmiş gibi geldi. Şayet orda bir uçak üretip dışarı çıkarmanın imkanı yok. Daracık bir koridordan girip çıktığımız bir yol dışında yol da görmedim. Saçma geldi. Bana sorarsanız bu tura adam başı 50 euro vermenin mantığı yok. Bunun yerine tur programında olmayan (neden yok anlamış değilim) Viyana kuşatmasında savaşı kaybettiğimiz yere görmeye gidebilirsiniz. Yeniçerilerin talim yaptığı yerler hala ayakta ve görülebilirmiş. Orda tanıştığım Türklerden son dakikada öğrendiğim bir bilgi bu, ben gidemedim siz mutlaka gidin. Viyana haritasında “TÜRKENSCHANZ PARK” olarak geçiyor. Anlamı TÜRK TABYASI PARKI”ymış. Orası koca turda gitmek isteyip de gidemediğim içimde kalan tek yer oldu. Aynı zamanda bu yerde “YUNUS EMRE” adında da bir çeşme olmakla beraber hafta sonlarında Türk vatandaşlarımız burada piknik de yapıyorlarmış.
SEEGROTTE


Wolfgang Amadeus Mozart Viyanalı bir müzik adamı olmakla beraber şehrin bir çok yerinde heykeli mevcut. Bununla beraber işlek ve turistik caddelerde “Mozart”ın çikolata shopları var. Keman şeklinde, heykel şeklinde türlü modellerde mükemmel hediyelik çikolata çeşitleri var. Bu Mozart shoplardan değil de “billa” adında süpermarketlerden bu çikolataları çok daha ucuza alabilirsiniz.

Viyana’da geçen ikinci ve son akşamda ise Grinzing meyhanelerine ekstra tur vardı. İstanbul’un Kumkapısına eşdeğer bir yer olduğunu tahmin ediyordum ve gitmeye değer görmedim. Tura gelen kalabalık gruplar Grinzingde eğlenmişler. Ucuza getirmek için turdan bağımsız gidenler ise hiç eğlenemediklerini söylediler. Hem pahalı hem de turistik bir yer olduğunu söylediler.

Bu arada hem Viyana’da hem de Prag ve Budapeşte’de yıllar öncesinden yapılmış düzenli metroları var. Otellerden ücretsiz alabileceğiniz şehir haritalarında hatlar açık seçik belli. Viyana’da bilet tobacco shoplarda, Budapeştede metrodaki gişede, Prag’da ise makineden alınıyor.

Söylemeden geçemiycem bu ülkelerde elli sene önce yapılan metro hatlarını görünce başımıza bu zamana kadar gelmiş geçmiş belediyecilerin hepsine güzel kelimeler kullandım. Başımıza bir türlü gelemeyen doğru belediyeci ve şehir planlamacılar içinde olmayan ağaçlara olmayan mendiller bağladım. Allah kabul etsin.

Ertesi sabah Viyana’dan Prag’a yolculuğumuz başladı.
Prag’a öğle saatlerinde varıp otele uğramadan hemen şehir turuna başladık. İlk durak Prag kalesi oldu. Ardından, Kraliyet sarayı, st Vites katedrali, Charles köprüsü, eski şehir meydanı ve Mustek meydanı şeklinde dolaştık. Prag’a yılda 60 milyon turist geliyormuş ve Çek vatandaşı görmek ancak otele gidip gelirken metroda nasip oldu. Garip insanlar, aynı zamanda sportmenler. Erkekleri çirkin, kızları ise çok güzel. Bknz. Eva Herzigova J.

NAZIM HİKMET'İN SÜRGÜNDEYKEN YAZDIĞI,SOHBETLERİNİ GERÇEKLEŞTİRDİĞİ CAFE. PRAG

Prag’da şehir turu için en iyi araç tabanvay. Eğer yanınızda güzel bir yürüyüş ayakkabısı varsa kent karşısında 1-0 öndesiniz demektir.

Prag’da alışveriş imkanı da çok fazla. Biz en fazla sporcu gıda takviyeleri aminoasit, l-carnitin, spor ayakkabı, çanta, sweatshirt vb aldık.( bu ürünler Palladium alışveriş merkezinde en alttaki spor mağazasında Türkiye’deki fiyatların yarısında) Sonrasında ise Zara ve H&M’den giyim olayına girdik. Akşam yemeklerimizi ise karşılıklı olan iki İtalyan restoranında yedik. Hayatımda yediğim en güzel pizzalardı. PAPA GIOVANNİ ve PULCİNELLA isimli İtalyan restoranlarına kesinlikle gitmenizi tavsiye ederim. Hele hele Pulcinellanın kendi ürettiği red Wine'ı fenaydı. Bu restoranlara ulaşmanız için meydanda bulunan astronomik saate ve her saat başı gongla beraber çıkan havarilere arkanızı dönmeniz , sağ çarprazınızdaki sokağa girip elli metre yürümeniz yeterli. Hatta sokağın başında sex müzesi var. Kimse sorsanız size gösterirler.






MEYDANDAKİ SAAT. SAAT BAŞI İNSANLAR ÖNÜNDE TOPLANIP GONGLA HAVARİLERİN ÇIKIŞINI İZLİYORLAR

Charles köprüsü gezmelik bir yer, üzerinde bol bol ressam var, hediyelikçiler var. Biz de resmimizi çizdirdik. Bana hiç benzemedi gerçi ama 20 euroyu verdik çakma Vangog'a. Belki de çok pazarlık ettiğim için bana benzetmemiştir, kim bilir.Charles köprüsü Vltava nehrinin üzerinde. Vltava’da da tekne turları var ama şehri gezmek daha eğlenceli bence, boşa vakit kaybetmeyin derim.

VLTAVA NEHRİ

Prag’da şehir sanat kokuyor. Caddelerde ve kiliselerde klasik müzik konserleri her akşam var. Biletler mekanların önlerinde tezgahta satılıyor. Biz hangi kilisede olduğunu hatırlamıyorum ama Vivaldi’nin four seasons eserini dinlemeye gittik. İlk kez bir kilisede konser dinleyen biri olarak mest olduğumu söyleyebilirim. İyi ki gitmişim.

Tur programında olmayan Petrin kulesi diye bir yer var. Haritalarda göreceksiniz. Teleferikle bir tepeye çıkıyorsunuz daha sonra 300-400 basamaklı bir kuleye tırmanıyorsunuz. Pragı ordan resimleyebilirsiniz. Hava puslu olmasına rağmen çıkıp biz de fotoğraf çektik.

PETRİN KULESİNDEN PRAG

Viyana’da gece hayatı pek zayıf, mekan önermiycem. Prag’da da enerjimiz bittiğinden erkenden gittik otele. Olympic tristar otelde konakladık. Küçük bir casinosu da var fakat batakhane gibi. Tavsiye etmiyorum. Unutmadan bu gittiğiniz başkentler biranın anası sayılır. Çek Cumhuriyeti'nde siyah bira çok revaçta, su yerine bira içiliyor adeta ve nedense adamlar hiç sarhoş olmuyor. Damarlarında arpa suyu dolaşıyor sanırım.

Bizi kapkaç olayı konusunda da çok uyardılar. Gardımızı alıp dolaştık hep ama başımıza en ufak bir sorun gelmedi çok şükür.

Prag’da bir ekstra tur da şehre 2 saat uzaklıkta olan “Karlovy Vary” adındaki kaplıca kasabası. Çizgi romanlarda ki gibi küçük bir kent. Fotoğraflık kartpostallık bir yer. Yeşilin her tonu var. Atatürk de buraya gelmiş. Kaldığı otel odası muhafaza ediliyor fakat o döneme ait hiçbir şey yok odada. Üstelik boş oda için otel 10 euro talep ediyor. Gerek yok. Hemen Ata'mızın kaldığı otelin karşı sırasında gene Ata'mızın kahve içtiği şık pastane var. Dondurması güzel. Tuvaletine de bir girin derim.

KARLOVY VARY- ATAMIZIN KALDIĞI OTEL



KARLOVY VARY - ATATÜRK'ÜN KAHVE İÇİP DİNLENDİĞİ PASTANE

Karlovy Vary'de alışveriş de çok ucuz, özellikle hediyelik eşyalar. Rehberler nerelerden alışveriş yapmanız konusunda sizi yönlendirecektir.


Son durak Budapeşte. Prag’dan Budapeşte’ye giderken Slovakya’nın başkenti Bratislava’yı da gördük. Küçük ,otantik , gene diğer başkentler gibi tarih kokan bir şehirdi burası. Küçük ve dar sokakların bağlandığı meydanlar çok güzeldi. İki saat gezdikten sonra Budapeşte’ye gittik.
BRATİSLAVA


Budapeşte’de sırasıyla Kahramanlar Meydanı, Andrassy caddesi, Opera, Parlamento binası, zincirli köprü, Gallert tepesi ve Elizabeth köprüsü sırasıyla gezilen yerler. Gül baba türbesi tadilatta olduğundan gidemedik. Ekstra olarak Esztergom kalesini ve müzesini görün derim. Biz gittiğimizde Esztergom’un kilisesinde ayine denk geldik. Hakim bir tepeye kurulmuş Tuna’ya tepeden bakan bir kale. Ben etkilendim.
Esztergom’dan sonra Szentendre adlı küçük bir kasabaya gidip alışveriş yaptık. Kasabada ismini hatırlamadığım bir çikolata fabrikası vardı. Girişinde dondurmada satılıyor mutlaka yiyin derim. Szentendrede ayrıca tilki ve diğer av hayvanlarından yapılan kürkler ve kürkten yapılan şapkalar var. Ben almadım, almadığıma pişmanım, çok uygundu fiyatları.



TUNA'NIN KARŞI KIYISINDAN ESZTERGOM KALESİ

ESZTERGOM KALESİNDEN TUNA'NIN KARŞI KIYISI


VİSEGRAD. CEYLAN ETİNDEN ÇORBA YAPMIŞLARDI. ÇOK LEZZETLİYDİ. ZATEN MACARİSTAN DIŞINDA HİÇ BİR YERDE DAMAK TADIMIZ UYUŞMADI.

Unutmadan Macaristan’ın en meşhur yemeği “gulaş”. Yemeden dönmeyin. Biz Gerbaud cafe’de yedik. Gerbaud, vaci utca meydanında. Birası da içilir. Karşısında H&M ve Zara mağazaları da var.

Budapeşte esnafı pek ehli keyif, büyük mağazaların iş verenleri de öyle. Pazar günleri her yer kapalı. Açık olan yerler de erkenden kapanıyor. Diyelim mağazada saat 18.00 de kapanıyor ve siz o saatte içerdesiniz, kovulurcasına çıkartılıyorsunuz dışarı.

Budapeşte'ye gidip de Tuna'da tekne turu yapmadan dönmek olmazdı. Adamlar bizi kıskandıracak kadar güzel ve fonksiyonel tekneler yapmışlar, turistlerin hizmetine sokmuşlar. Bir uçak düşünün ama üzeri açık. Koltuğunuza oturuyorsunuz, kulaklığınızı takıyorsunuz, ekrandan dilinizi seçiyorsunuz, tarihi mekanların önünden tekneyle geçerken televizyonlardan yapıların içini görüp kulaklığınızdan da hikayelerini dinliyorsunuz. 2 adet şampanya da ikramları var aynı zamanda üşüyenlere polar battaniye.
Tuna'nın bir kıyısına Buda demişler diğer kıyısına da Peşte. Olmuş Budapetşte. Ne olursa olsun pazarlamayı iyi yapmışlar. Şehirler bizim İstanbul'umuz kadar medeni yada gelişmiş gözükmese de turizm için herşey düşünülmüş. Var olan yapılar müthiş ışıklandırılmış. Araç trafiğine kapalı olan alanlar turistlerin oturabileceği cafeler olarak tasarlanmış. Metroda göreceğiniz en hırpani tiplerin bile elinde bir kitap var. Adamlar okuyorlar, spor da yapıyorlar.

GECE BUDAPEŞTE (TUNA'DAN)








BUDAPEŞTE VE TUNA NEHRİ








Sonuç olarak daha önce hiçbir turuna gitmediğimiz Prontotur’un Budapeşte, Viyana, Prag turuna gittiğimize hiç pişman olmadık, hiç sorun yaşamadık, çok memnun kaldık. Ama şunu belirtmeliyim çok yorucu ve tempolu bir tur bu. Yürümeyi sevmeyen bu tura gitmesin. "