Salı, Ağustos 31, 2010

kelebekler vadisi, kabak koyu, kaş

Kendi çapımızda bir “bag packer” olarak elimizde “lonely planet” gibi bir kılavuz olmasa da onların gittiği yerlere gitmemize engel olmuyor bu durum.

Ağustos’un ortası itibariyle çantalarımızı kuşanıp ‘kelebekler vadisi’ne doğru yola çıktık. Sakin geçen yolculuğumuz Ölüdeniz’e kadar sürdü. Yani vadiye servis yapan tekneye kadar. Teknede bulunan ve kendini oraya ait sanan yancı vatandaşların keyfimi kaçırmasına müsaade etmemeye çalışarak vadiye indik.

1999’dan beri aşağı yukarı her sene vadiye uğrayan biri olarak daha önce böylesine bir kalabalık görmediğimi söylemeliyim. Ne ramazan ne de müthiş sıcaklar insanların oraya doluşmasını engellememişti. Vadinin, Malezya diye adlandırılan sahildeki gölge kuytu köşesinde bile havlu koyacak yer yoktu. Siz diyin menekşe plajı ben diyim köy kahvesi. İki gün zor dayandık. Üçüncü gün son sürprizimizle kasada hesap öderken karşılaştık. Kendi çadırı ve eşyalarıyla gelen insanlardan ,normal konaklama yapanlara göre %10 indirim yapılacağı internet sitesinde bile duyurulmuşken, sezon olması itibariyle bu olayın dışında tutulduğumuz gibi saçma sapan bir cevap aldık. Kendi çadırımızı kurup toplarken çektiğimiz eziyet de yanımıza kaldı.

İnsanların para kazanmasına ve ticarethanelere saygım var fakat “Kelebekler Vadisi” gibi konsepti oturmuş, neye hizmet ettiği belli olan, marka olmuş bir Türk beldesinin; üstelik Avukat Hasan Bey’in gözetimindeyken nasıl bu duruma geldiğini anlayabilmiş değilim. Bir daha gitmeyi asla düşünmüyorum. Gidenlere bol şans.

İkinci durağımız Kabak koyu olacaktı ama öncelikle ölüdeniz de milli parkta suya girelim dedik. Çok temiz ve şıktı meşhur yarımada. Kendi bünyesinde bulunan kafe de müthiş güzel tavuk döner var tavsiye ederim. Bu arada Babadağ’dan atlayan yamaç paraşütçülerinde müthiş enflasyon var. Çok fazlalaşmış ve bu gidişle gökyüzüne trafik ışığı koymak gerekecek.

Ölüdeniz’den Kabak koyuna giderken yöredeki ilk kaldığım işletmeye de uğradık. Faralya köyündeki meşhur “George house”a. George House’a 10 yıl önce gitmiştim. Elbette bıraktığım gibi değildi ama klimalı odalar ve yüzme havuzunu görünce şaşırmadım dersem yalan olur. Yer sofrasında yemek yediğimiz yer yerine plastik masa ve sandalyeler gelmişti. Anlayacağınız George house tek göz odadan çıkarak tatil köyü yolunda kocaman adımlar atmış. Yollarının açık olmasını dileyerek ayrıldık mekandan.






Kabak koyuna arabayla inmek çok kolay değil.Yol uygun değil çünkü. Bu yüzden arabamızı yukarda marketin yanına park edip çantalarımızı sırtlanıp patika yolu kullanmak suretiyle yürümeye başladık. Dileyenler 30TL karşılığında köylülerin kullandığı arazi taşıtıyla da inebilirler aşağı. Eşyanız fazlaysa aracla inmenizi tavsiye ederim ki gerçekten yürümesi kolay bir yol değil. Hatta biz inerken birkaç kişi yukarı çıkıyordu onları görünce burdan ayrılırken asla yürümeyeceğim dedim yukarı, öyle de yaptık.

Kabak öyle bir yer ki tepeden aşağı inerken belli bir süreden sonra kamplar karşınıza çıkmaya başlıyor. Atıyorum denize 400m kala ilk kamp, 380m kala ikinci kamp gibi devam ediyor aşağı doğru. Biz denizi çok sevdiğimizden dolayı, denize en yakın olan “Shanti Garden” campingi tercih ettik. Ormanın içinde bungalovlar ve ağaç evler düşünün. Ortalarda kitap okumak için minderler ve sedir tarzı eşyalar. Gölgelik bol ve orman havası özellikle geceleri en güney ege’nin o müthiş sıcağını oldukça yavaşlatıyor.

Shanti Garden’ ı Hasan işletiyor. Mütevazi ve arkadaş bir işletmeci. Gördüğüm kadarıyla personeli de kendisinden oldukça memnundu. Sohbet ettiğimizde kampı kendi elleriyle inşa ettiğini, kışın bile orada yaşadığını öğrendim. Televizyonsuz , izole bir hayat tercih etmiş Hasan; enteresan ve güzel geldi kulağıma.

Shanti’de karnınız doyuyor. Sarımsak, soğan bolca kullanılıyor yemeklerde, ekmeklerini de kendileri üretiyorlar. Genelde zeytinyağlı ağırlıkta.

Sahil güzel, deniz güzel, herkes kendi havasında. Ben Shanti Garden’ı tavsiye ediyorum.

3 gün konakladıktan sonra Kaş’a gitmek üzere ayrılmaya karar verdik Kabak’tan. Hasan’ın bize verdiği bir dağ yolu tüyosuyla yolu 60km kısaltacağız umuduyla Faralya’dan Ölüdeniz’e gitmeden kelebeklerin hemen üzerinden direksiyonu sağa, dağ yoluna kırdık. Tamam yol kısa ama çok bozukmuş. Birinci ve ikinci viteste kilometrelerce gittik, lastik patlarsa ya da araba arızalanırsa korkusuyla. Üstelik bahsettiğim o yol aynı zamanda Likya Yolu’dur ama cep telefon şebekeleri bile çalışmıyor. Her neyse bir sorun yaşamadan Kaş’a geldik. Bakırköy’den arkadaşlarımızın vasıtasıyla oradaki tanıdıklar otelimizi ayarladı. Ertesi gün dalış için 10:00 da buluşmak üzere sözleştik.


Ve Nisa Otel’e yerleştik. Gece keşif için sahile indiğimde gördüğümüz atmosfer çok hoşumuza gitti. Yan yana üç beş tahta sandalyeli bar, çay bahçeleri ve turistik çarşısı güzeldi.

Sabah Adil abiyle buluşup Natura ile dalmak üzere yola çıktık. Derecelerine göre sırayla daldı gruplar, tabi bizde.
Keyif verici meşgale. Su altı beni çok fazla etkilemese de gene de kötü bir faaliyet olmadı. Ama belgesellerdeki gibi rengarenk bir manzarayla da karşılaşmadık. Adil abi sayesinde hiç yabancılık çekmedik, ilgisi ve alakasına ne kadar teşekkür etsem az.

Karaya döndüğümüzde canım kokoreç çekti. Tesadüfen Tekirdağ’dan gelmiş bir abiden eski tipde kokoreç yedik. Sadece kokoreç ve kekik yani. Güzeldi. İsmi kuki cafe. Gidin yiyin. Selamımı söylerseniz tatlı da bedava.

Bir sonraki günde Kaş’ta sahilde kalıp sıcaktan kavrulacağımıza Kekova’ya tekne turuna gidelim dedik. Kekova, batık kent ve Simena’ya gittik gezdik, bol bol da yüzdük. Gazoz gibi sularda şnorkelimizi hiç çıkartmadık. Tüm Türkiye’de sahillerde tekne turuna gitmişliğim vardır ama böylesine uzun rotayı sadece Kaş’ta gördüm. Git git bitmiyor.

Kaş da güzel yermiş beton yığını olmadan önce. Neyse ki denizi bozamamışlar henüz.
Gerçi taze kalamar bulamadık bu sahil kıyısında ama neyse. Hepsi buzhaneymişL

Perşembe, Ağustos 26, 2010

Budapeşte, Viyana, Prag

BUDAPEŞTE VİYANA PRAG (pronto tur )

Şunu en başta belirtmek isterim ki bu üç orta Avrupa başkentinin gezilmesi için en doğru zaman Ağustos ayıymış. Zira İstanbul’da cehennem sıcakları yaşanırken yemyeşil Avrupa’da yağmurluk ve sweatshirt alışverişi yapmak zorunda kaldık. Hiç şikayetçi de olmadık. Aksine yürümekten ayaklarımızın şişmesine rağmen serin hava bizler için gayet motive ediciydi.

Turumuzu da bizlerden sonra gidecek olanlara rehberlik etmesi açısından biraz özetlemek isterim ki ben de tura çıkmadan önce buna benzer yazıları defalarca taradım. Kişisel bloglarda bulduğum ayrıntılar bize oldukça yardımcı oldu diyebilirim.

İstanbul’dan Budapeşte’ye gitmemize müteakip rehberimizle buluştuk ve hemen otobüsle Viyana’ya geçtik. Viyana Aero Tower otele vardığımızda saat 22.00 gibiydi ve bu saatte şehirde pek bir atraksiyon yapılamayacağından hemen uyuyup sabah saatlerinde otelin uyandırma servisi olmadığından çok sevdiğim rehberimiz Engin Aymete’nin kapıyı tıklatmasıyla uyandık.

Bir kere kahvaltıya yurdumun güzel otellerinin kahvaltılarını düşünerek kesinlikle inmeyin restorana çünkü hezimete uğrarsınız. Kahvaltıda açık büfede kaşar peynir, küçük paketlerde tereyağ ve reçel var. Ben size yanınızda giderken sallama lipton ve bizim gibi nutella götürmenizi öneririm. Ayrıca İstanbul’dan giderken yanınıza alacağınız küçük galetaler, domuz yağı kokusundan içine giremeyeceğiniz dükkanları gördükten sonra zafiyet geçirmemenizi sağlayacaktır. Viyana’da yemek olayı benim gibi kökeni Antep olan biri için fiyasko diyebilirim. Zira şnitzeli çok meşhur olan bu kentte domuzdan yapılmayan bir şnitzel sanırım yok. Hotdoglar da kocaman ama onlar da domuzdan. Ben genelde “nordsee”de balık yedim. Denizden çıkan ne varsa bu restoranda var. Ama siz isterseniz ülkemizde de şubeleri olan fast food zincirlerinde rahat rahat hamburger de yiyebilirsiniz. Ayrıca meydanlardaki cafelerde envai çeşit kahve de mevcut.

Gelelim tura; şehiri görünce kendinizi açık hava müzesinde geziyormuş gibi hissedeceksiniz. (Aynı hissi Prag’da da yaşayacağınıza bahse girerim. Her bina sanat eseri gibi. Dümdüz betonerme bir bina yok gibi bişey. Zevklerini katmış heykeltıraşlar, nakış gibi işlemişler binaları ve günümüze kadar gelmiş. Viyana kuşatmasından biz galip çıksaydık ve o güzel yerler bizim elimizde olsa neler yapardık sorusunu defalarca sordum kendime ve tahmin ettiğiniz cevabı verdim.) Sabah topluca belvedere sarayını gezerek başladık. Ardındanda Schönnbrun sarayına gittik. Çevrede çok Türk var bu saraylarda fayton çalıştıran Sivaslı abiler bile gördüm. Sonra Viyana merkezinde opera binası, güzel sanatlar müzesi, parlemonta binası, tarihi şehir meydanı,üniversiteyi gördük ama içlerine girmeden. Şayet bu saydığım yerlere girilirse her kenti gezmeye eminin 5 gün yetmez. Öğleden sonra Mayerling-Zigrod (ekstra ) turuna katıldım. Gittiğimiz yer orman olarak geçse de ormanla alakası yok. Gidilecek yer 2. dünya savaşında Alman mühendislerin uçak imal etmeye çalıştığı bir mağara ve mağaranın içindeki bir gölet. Bana orada gördüğümüz uçak parçalanıp oraya yerleştirilmiş gibi geldi. Şayet orda bir uçak üretip dışarı çıkarmanın imkanı yok. Daracık bir koridordan girip çıktığımız bir yol dışında yol da görmedim. Saçma geldi. Bana sorarsanız bu tura adam başı 50 euro vermenin mantığı yok. Bunun yerine tur programında olmayan (neden yok anlamış değilim) Viyana kuşatmasında savaşı kaybettiğimiz yere görmeye gidebilirsiniz. Yeniçerilerin talim yaptığı yerler hala ayakta ve görülebilirmiş. Orda tanıştığım Türklerden son dakikada öğrendiğim bir bilgi bu, ben gidemedim siz mutlaka gidin. Viyana haritasında “TÜRKENSCHANZ PARK” olarak geçiyor. Anlamı TÜRK TABYASI PARKI”ymış. Orası koca turda gitmek isteyip de gidemediğim içimde kalan tek yer oldu. Aynı zamanda bu yerde “YUNUS EMRE” adında da bir çeşme olmakla beraber hafta sonlarında Türk vatandaşlarımız burada piknik de yapıyorlarmış.
SEEGROTTE


Wolfgang Amadeus Mozart Viyanalı bir müzik adamı olmakla beraber şehrin bir çok yerinde heykeli mevcut. Bununla beraber işlek ve turistik caddelerde “Mozart”ın çikolata shopları var. Keman şeklinde, heykel şeklinde türlü modellerde mükemmel hediyelik çikolata çeşitleri var. Bu Mozart shoplardan değil de “billa” adında süpermarketlerden bu çikolataları çok daha ucuza alabilirsiniz.

Viyana’da geçen ikinci ve son akşamda ise Grinzing meyhanelerine ekstra tur vardı. İstanbul’un Kumkapısına eşdeğer bir yer olduğunu tahmin ediyordum ve gitmeye değer görmedim. Tura gelen kalabalık gruplar Grinzingde eğlenmişler. Ucuza getirmek için turdan bağımsız gidenler ise hiç eğlenemediklerini söylediler. Hem pahalı hem de turistik bir yer olduğunu söylediler.

Bu arada hem Viyana’da hem de Prag ve Budapeşte’de yıllar öncesinden yapılmış düzenli metroları var. Otellerden ücretsiz alabileceğiniz şehir haritalarında hatlar açık seçik belli. Viyana’da bilet tobacco shoplarda, Budapeştede metrodaki gişede, Prag’da ise makineden alınıyor.

Söylemeden geçemiycem bu ülkelerde elli sene önce yapılan metro hatlarını görünce başımıza bu zamana kadar gelmiş geçmiş belediyecilerin hepsine güzel kelimeler kullandım. Başımıza bir türlü gelemeyen doğru belediyeci ve şehir planlamacılar içinde olmayan ağaçlara olmayan mendiller bağladım. Allah kabul etsin.

Ertesi sabah Viyana’dan Prag’a yolculuğumuz başladı.
Prag’a öğle saatlerinde varıp otele uğramadan hemen şehir turuna başladık. İlk durak Prag kalesi oldu. Ardından, Kraliyet sarayı, st Vites katedrali, Charles köprüsü, eski şehir meydanı ve Mustek meydanı şeklinde dolaştık. Prag’a yılda 60 milyon turist geliyormuş ve Çek vatandaşı görmek ancak otele gidip gelirken metroda nasip oldu. Garip insanlar, aynı zamanda sportmenler. Erkekleri çirkin, kızları ise çok güzel. Bknz. Eva Herzigova J.

NAZIM HİKMET'İN SÜRGÜNDEYKEN YAZDIĞI,SOHBETLERİNİ GERÇEKLEŞTİRDİĞİ CAFE. PRAG

Prag’da şehir turu için en iyi araç tabanvay. Eğer yanınızda güzel bir yürüyüş ayakkabısı varsa kent karşısında 1-0 öndesiniz demektir.

Prag’da alışveriş imkanı da çok fazla. Biz en fazla sporcu gıda takviyeleri aminoasit, l-carnitin, spor ayakkabı, çanta, sweatshirt vb aldık.( bu ürünler Palladium alışveriş merkezinde en alttaki spor mağazasında Türkiye’deki fiyatların yarısında) Sonrasında ise Zara ve H&M’den giyim olayına girdik. Akşam yemeklerimizi ise karşılıklı olan iki İtalyan restoranında yedik. Hayatımda yediğim en güzel pizzalardı. PAPA GIOVANNİ ve PULCİNELLA isimli İtalyan restoranlarına kesinlikle gitmenizi tavsiye ederim. Hele hele Pulcinellanın kendi ürettiği red Wine'ı fenaydı. Bu restoranlara ulaşmanız için meydanda bulunan astronomik saate ve her saat başı gongla beraber çıkan havarilere arkanızı dönmeniz , sağ çarprazınızdaki sokağa girip elli metre yürümeniz yeterli. Hatta sokağın başında sex müzesi var. Kimse sorsanız size gösterirler.






MEYDANDAKİ SAAT. SAAT BAŞI İNSANLAR ÖNÜNDE TOPLANIP GONGLA HAVARİLERİN ÇIKIŞINI İZLİYORLAR

Charles köprüsü gezmelik bir yer, üzerinde bol bol ressam var, hediyelikçiler var. Biz de resmimizi çizdirdik. Bana hiç benzemedi gerçi ama 20 euroyu verdik çakma Vangog'a. Belki de çok pazarlık ettiğim için bana benzetmemiştir, kim bilir.Charles köprüsü Vltava nehrinin üzerinde. Vltava’da da tekne turları var ama şehri gezmek daha eğlenceli bence, boşa vakit kaybetmeyin derim.

VLTAVA NEHRİ

Prag’da şehir sanat kokuyor. Caddelerde ve kiliselerde klasik müzik konserleri her akşam var. Biletler mekanların önlerinde tezgahta satılıyor. Biz hangi kilisede olduğunu hatırlamıyorum ama Vivaldi’nin four seasons eserini dinlemeye gittik. İlk kez bir kilisede konser dinleyen biri olarak mest olduğumu söyleyebilirim. İyi ki gitmişim.

Tur programında olmayan Petrin kulesi diye bir yer var. Haritalarda göreceksiniz. Teleferikle bir tepeye çıkıyorsunuz daha sonra 300-400 basamaklı bir kuleye tırmanıyorsunuz. Pragı ordan resimleyebilirsiniz. Hava puslu olmasına rağmen çıkıp biz de fotoğraf çektik.

PETRİN KULESİNDEN PRAG

Viyana’da gece hayatı pek zayıf, mekan önermiycem. Prag’da da enerjimiz bittiğinden erkenden gittik otele. Olympic tristar otelde konakladık. Küçük bir casinosu da var fakat batakhane gibi. Tavsiye etmiyorum. Unutmadan bu gittiğiniz başkentler biranın anası sayılır. Çek Cumhuriyeti'nde siyah bira çok revaçta, su yerine bira içiliyor adeta ve nedense adamlar hiç sarhoş olmuyor. Damarlarında arpa suyu dolaşıyor sanırım.

Bizi kapkaç olayı konusunda da çok uyardılar. Gardımızı alıp dolaştık hep ama başımıza en ufak bir sorun gelmedi çok şükür.

Prag’da bir ekstra tur da şehre 2 saat uzaklıkta olan “Karlovy Vary” adındaki kaplıca kasabası. Çizgi romanlarda ki gibi küçük bir kent. Fotoğraflık kartpostallık bir yer. Yeşilin her tonu var. Atatürk de buraya gelmiş. Kaldığı otel odası muhafaza ediliyor fakat o döneme ait hiçbir şey yok odada. Üstelik boş oda için otel 10 euro talep ediyor. Gerek yok. Hemen Ata'mızın kaldığı otelin karşı sırasında gene Ata'mızın kahve içtiği şık pastane var. Dondurması güzel. Tuvaletine de bir girin derim.

KARLOVY VARY- ATAMIZIN KALDIĞI OTEL



KARLOVY VARY - ATATÜRK'ÜN KAHVE İÇİP DİNLENDİĞİ PASTANE

Karlovy Vary'de alışveriş de çok ucuz, özellikle hediyelik eşyalar. Rehberler nerelerden alışveriş yapmanız konusunda sizi yönlendirecektir.


Son durak Budapeşte. Prag’dan Budapeşte’ye giderken Slovakya’nın başkenti Bratislava’yı da gördük. Küçük ,otantik , gene diğer başkentler gibi tarih kokan bir şehirdi burası. Küçük ve dar sokakların bağlandığı meydanlar çok güzeldi. İki saat gezdikten sonra Budapeşte’ye gittik.
BRATİSLAVA


Budapeşte’de sırasıyla Kahramanlar Meydanı, Andrassy caddesi, Opera, Parlamento binası, zincirli köprü, Gallert tepesi ve Elizabeth köprüsü sırasıyla gezilen yerler. Gül baba türbesi tadilatta olduğundan gidemedik. Ekstra olarak Esztergom kalesini ve müzesini görün derim. Biz gittiğimizde Esztergom’un kilisesinde ayine denk geldik. Hakim bir tepeye kurulmuş Tuna’ya tepeden bakan bir kale. Ben etkilendim.
Esztergom’dan sonra Szentendre adlı küçük bir kasabaya gidip alışveriş yaptık. Kasabada ismini hatırlamadığım bir çikolata fabrikası vardı. Girişinde dondurmada satılıyor mutlaka yiyin derim. Szentendrede ayrıca tilki ve diğer av hayvanlarından yapılan kürkler ve kürkten yapılan şapkalar var. Ben almadım, almadığıma pişmanım, çok uygundu fiyatları.



TUNA'NIN KARŞI KIYISINDAN ESZTERGOM KALESİ

ESZTERGOM KALESİNDEN TUNA'NIN KARŞI KIYISI


VİSEGRAD. CEYLAN ETİNDEN ÇORBA YAPMIŞLARDI. ÇOK LEZZETLİYDİ. ZATEN MACARİSTAN DIŞINDA HİÇ BİR YERDE DAMAK TADIMIZ UYUŞMADI.

Unutmadan Macaristan’ın en meşhur yemeği “gulaş”. Yemeden dönmeyin. Biz Gerbaud cafe’de yedik. Gerbaud, vaci utca meydanında. Birası da içilir. Karşısında H&M ve Zara mağazaları da var.

Budapeşte esnafı pek ehli keyif, büyük mağazaların iş verenleri de öyle. Pazar günleri her yer kapalı. Açık olan yerler de erkenden kapanıyor. Diyelim mağazada saat 18.00 de kapanıyor ve siz o saatte içerdesiniz, kovulurcasına çıkartılıyorsunuz dışarı.

Budapeşte'ye gidip de Tuna'da tekne turu yapmadan dönmek olmazdı. Adamlar bizi kıskandıracak kadar güzel ve fonksiyonel tekneler yapmışlar, turistlerin hizmetine sokmuşlar. Bir uçak düşünün ama üzeri açık. Koltuğunuza oturuyorsunuz, kulaklığınızı takıyorsunuz, ekrandan dilinizi seçiyorsunuz, tarihi mekanların önünden tekneyle geçerken televizyonlardan yapıların içini görüp kulaklığınızdan da hikayelerini dinliyorsunuz. 2 adet şampanya da ikramları var aynı zamanda üşüyenlere polar battaniye.
Tuna'nın bir kıyısına Buda demişler diğer kıyısına da Peşte. Olmuş Budapetşte. Ne olursa olsun pazarlamayı iyi yapmışlar. Şehirler bizim İstanbul'umuz kadar medeni yada gelişmiş gözükmese de turizm için herşey düşünülmüş. Var olan yapılar müthiş ışıklandırılmış. Araç trafiğine kapalı olan alanlar turistlerin oturabileceği cafeler olarak tasarlanmış. Metroda göreceğiniz en hırpani tiplerin bile elinde bir kitap var. Adamlar okuyorlar, spor da yapıyorlar.

GECE BUDAPEŞTE (TUNA'DAN)








BUDAPEŞTE VE TUNA NEHRİ








Sonuç olarak daha önce hiçbir turuna gitmediğimiz Prontotur’un Budapeşte, Viyana, Prag turuna gittiğimize hiç pişman olmadık, hiç sorun yaşamadık, çok memnun kaldık. Ama şunu belirtmeliyim çok yorucu ve tempolu bir tur bu. Yürümeyi sevmeyen bu tura gitmesin. "

Pazar, Ağustos 22, 2010