Pazartesi, Aralık 14, 2009

11.12.2009 21.********

Kokladığım bebeklerde senin kokun,
Yüzümü yalayıp geçen rüzgarda senin nefesin var.
Sonbahar seninle ilkbahar;
Gecelerimse doğan güneş ışığı dolu sayende; içimi ısıtan.

Bilseydim karanlıkta karşıma çıkacağını,
Kapkara bir günde doğmak ve sana çabucak kavuşabilmeyi isterdim,
Ve bunun için canımı bile verirdim.
Artık sen varsın,
Sen varsın ama;
Senin yanında içinde senle dolu milyonlarca hayalim var...

Çarşamba, Ekim 07, 2009

...




Yılın en sevmediğim zamanı sanırım şimdi.
Cılız bir ifadeyle yukarıda duran güneş, aşağıda koyu renkli formalarını giymiş öğrenciler ve istanbul'un caddelerini kilitlemek için gelen yazlıkçılar midemi bulandırıyorlar. Kentden bu zamanlarda yükselen gürültü beni boğuyor, kaçasım geliyor. Odamın kalın perdesini çekip yorganımın altında kendi terimle boğulana kadar kalmak; bir yandan da sinemada seyretmeye fırsat bulamadığım filmleri dvd den izlemek istiyorum mabedimde.


Adı bile sevimsiz geliyor zamanın... "sonbahar".
Rengi fersah fersah uzak ruhuma. Siyah beyaz fotoğrafları, tabutu ve mezarı hatırlatıyor; kumsallarda yalınayak gezinince hissedilen soğuk kumu hissediyorum tüm bedenimde.
Pazartesi gibi iğreti birşey yani.
---------->>

Uzun zamandır yazamadım, daha doğrusu yazasım gelmedi. Bu geçen süre zarfında oldukça konu birikti zihnimde. Şimdiyse nerden başlayacağımı kestiremiyorum bir türlü. Hiç yazmak istememe rağmen gündemdeki siyasi konular ve münevver cinayeti kendi kendime baskı yapıyor, ağırlığını hissediyorum. Bir yanda açılım denen safsata ve bu konu hakkında (ortada ne yapılmak istendiği belli değilken) herkesin birşeyler söylemesi; kuyuya taş atılmakla ilgili deyimi hatırlatıyor vede bununla kalmayıp yüzümüze siz "aptalsınız" dendiğini düşünüyorum.

Artık yanlı olmayan yayın organı kalmadı, dolayısıyla okuyacak ve kendi fikrimizi oluşturacak bir medya mercisi kalmadığına göre coğrafyamızda tv izlemenin, gazete okumanın da sadece vakit kaybı olduğunu aşikar.


Sonuç bölümüne gelirsek... Sürünün ortasındayız ve şimdilik otluyoruz sessizce. Yarınları düşünmek istemiyorum. Düşününce işin içinden çıkamıyorum.

Cuma, Ağustos 28, 2009

Ne beni bekleyen bir rumi oldu nede arayıp bulan şems!




Günlerdir dinliyorum sessizliği ve okuyorum. Hiç okumadığım türden kitaplar okuyorum anlamaya çalışıyorum. Sanırım anladığım, içinden bir şey alınmayacak, mesaj vermeyen kitapların okunması da gayet hızlı bir çırpıda oluveriyor. Klasiklerse tam tersi. Bu tezatta bir terslik olabilir gibime geliyor.
Yaşanmış olayların edebi anlatımla kitaba dökülmesi ve elime alınca okumak apayrı tat veriyor, on oscar almış bir film izliyormuş heyecanıyla okuyorum. “Yaşanmışlıklar” geçmişte, geçmişse tarih olgusunda belirgin. Belirginliği tamamen ortaya çıkarmaksa araştırmacılara ve yazarlara kalıyor elbet. Okumaksa bize...

Trend diye bir kelime yerleşti güzel türkçemize ve sanırım bu yerleşikliğin mazisi 15 yıl ya vardır ya da yoktur. Dilimizde neye tekabül ediyor tam bilmiyorum fakat zannımca “akım” ya da “popüler” gibi bir şey. Açılımı da herkesin talep ettiği, üzerine üşüştüğü herhangi bir obje. Bu bir giyim de olabiliyor, bir aksesuar da... Hatta bazen bir saç boyası.
Ege'den, lodos yaşayan bir sahilde dalga sesleri ve yarı yarıya boş bir plaj karşısında bu yazıyı yazarken gelmek istediğim yer etrafımda gözlemlediğim “kitap okuma trendi” ile ilgili. Şezlonglarında yayılmış yatan insanların büyük bir kısmının güneş yağı artıklı ellerinde aynı renk ve boylarda adeta yeni bir ülkenin ortaya çıkan bayrağı gibi aynı kitaplar tutulmakta. Azınlıkta kalan kitaplarsa 3. dünya ülkeleri gibi “el verilmesini” bekliyor daha fazla yağlı el tarafından tutulmak için.

Oldum olası haksız rekabetten ve kazançdan nefret etmişimdir. Daima objektif olmak konusunda yerleşik ilkelerim ve de belirgin bir çizgiye sahip olduğumu düşünmüşümdür fakat korsan kitap almak konusunda kendime taviz verdim. Bulunduğum sahil kasabasından 5TL'ye kitap olup okuyorum ve bundan zerre kadar rahatsızlık duymuyorum.(Kast ettiğim haksız rekabetle bir noktaya gelmiş yazarların kitapları.)
Bayrak gibi tutulan kitapların yazarlarının kimisi ne yazık ki yazdıkları eserlerle değil yarattıkları sansansasyonlarla kitaplarını gündeme getirmişler, kimisi de ait olmadıkları ve olamayacakları Uluslar arası üst düzey zümrelerin vitrin klüplerine şirinlik yapmak suretiyle, çıktıkları yumurtayı kötüleyerek isimlerini duyurabilmişlerdir.

İşte bundan sebep dir ki okumak trendi beni bağlamıyor, sevmiyorum herkesin okuduğu kitapları okumayı. Kitapçı da elime aldığım adı sanı duyulmamış kitapların en arka sayfasını okumayı ve rastgele seçtiğim bir sayfada gözlerimle gezinerek keşfetmeyi ve kendimce ortaya çıkarmayı daha şık buluyorum. Elbette karpuz gibi değil kitap seçimi, tavsiyeler ve referanslar çok önemli okunacaklar adına ama yukarı paragrafta da belirttiğim gibi ama ambalajıyla ya da abuk ismiyle prim yapmış kitaplara ben karşıyım arkadaş.

Pazartesi, Ağustos 10, 2009

Bir yaz klasiği tekerrür etti bu yıl da...
Egem geldi. 1 ay dükkan kapalı.

Salı, Temmuz 28, 2009

Peki...

Fırtınalar çıksa, üzerime dağlar devrilse acımaz canım, sıkarım dişimi “Ah demem”.
Bir an gözlerim kapansa yollar da, ezse beni koca koca araçlar; yapacak bir şey yoktur “Ah demem”
Mermi yağmurunda sırılsıklam olsam hiiiç üzülmem, kader derim gene, “Ah demem”


Okyanus yutsa beni, girdabın ortasında kalsam, döne döne içine çekse beni kara sular,
Ve sen orda olsan....
İşte o an göremezsem bana uzanan elini; ki kurtarmaya gücünün yetmiyeceğini bilsem de ince bileklerinin...
Son göreceğim şey ellerin değilse “Ah derim”, canım çok yanar.
Hoşçakalı ben demem, geride bıraktıklarım sarar seni, için titrer...

Pazar, Temmuz 19, 2009

Nostaljinin babası omzumda benim...

Gülümse hadi gülümse
Bulutlar gitsin
Yoksa ben nasıl yenilenirim
Hadi gülümse......

Bu güzel şarkının sözlerini rüzgar ne zaman getirse kulaklarıma işte ben o an kendimi 1988 yılında, Gökçeada'da bulurum. Hayatımın en güzel yazlarını geçirdiğim ada, duygusal coğrafyam da suyun dışında ağrı dağı olan bir buzdağıyla eşdeğerdir. Saçma ama yeri gelir o topraklardan ve denizden koparılmış bir mülteci ya da sınırdışı edilmiş bir vatandaş gibi hissederim kendimi. Tezat, arabamla
dört beş saatte ulaşabilecek ken.

Özlediğim bir yar olur bazen ada, içince içimi daha da dertlendiren. Terk edilmiş köyleri aklıma gelir, yamuk yumuk parke taşlarıyla ve terk edilmiş bir sevgili mezarına dönüşüverir o evler; darmaduman olmuş damlarıysa yazısız birer mezartaşı.

12 yaşında bir çocuk değil de 12 yaşında bir delikanlı, 12 yaşında bir adammışım aslında ben o zamanlar. Kuzu limanından gün batımını izleyen ilker neleri hissediyorsa şimdiki ilker'de bu suni şehirde gün batımını apartman aralarından ne kadar izleyebilirse aynı duyguları aşağı yukarı hissediyor.

Taaa o zamanlarda adanın toprak yollarında araba kullanıyor, sonuna kadar açsam da teybimin sesini, garip görünümlü kolonlarımdan çıkan güzelim Sezen Aksu sesi ancak arabanın kapsadığı yer kadar bir bölgeye sesi ulaştırıveriyordu.
Yani şimdi kafamda beliriveren o zamanın copysi aslında karikatür gibi birşey.
Hatırlamayı hiç istemediğim, bir yerlere ait olmayan doğum günün, hiç istemesem de telefondaki alarmla önüme geldi.
Oysa ne garip. Her yıl ilk arayıp tebrik eden ben olmak için takvimimde asıl günden bir önceye kaydetmiştim. Şimdi ise sadece es geçiyor ve de sana, çok değerli arkadaşıma hayatta başarılar diliyorum.

Cumartesi, Temmuz 04, 2009

Senin ardından...

Yok, şehrimin ışıklarının sarıya tahammülü.
Beklemek yok yani,
Kırmızı da yok.
Hep yeşil olacak, ekşi bir elma gibi.

Pazar, Haziran 28, 2009

NE DESEM BİLMEM Kİ. BU DA ŞAPKASIZ OLSUN

Dün gece penceremi açıp dirseklerimi koydum doğramanın önündeki mermerin üstüne. Karşımdaki apartmanın kapanmış perdeleri ve sönmüş ışıklarına boş boş bakarak sarkılar söyledim kendi kendime. Sözlerini tam olarak bilmediğim şarkıların bilmediğim yerlerini nırırı diyerek geçiştirerek mahcup olmadım kendime ve Komşular duymasın istedim sesimi ama diğer yandan da alkışlar duyup şarkı aralarında birşeyler konuşmak, tanımadığım insanlara verdiğim resitalin yanı sıra aklımdan geçenleri söylemek, sırlarımın sır olmasından çıkıp onlara da mal olmasını istedim. Bu garip düşüncelerden sonra aylardan beri kafamda kurguladığım, bilmediğim notaların bilmediğim ahengiyle yapmaya çalıştığım, senin şarkına geldi sıra. Sözlerini henüz yazmadığım şarkının, bir ucunu martılara bağladım. Denizaşırı uzaklıklar olmasa da aramızda, sevdamın bir ucunda sular olsun istedim. Kurumasın diye sırf hayallerim, solmasın diye gülen yüzün.

Karşılıksız bir çek gibi karşılıksız kalacak duygular içerisinde kalmak korkusu, çoğu zaman kınından çıkmak üzere, kılıcımın kınında sarılı halde bırakıyor elimi, sıkıca tuttuğumla kalıyorum keskin kılıcımı. Aile babası ve çocuk sahibi olduktan sonra cahil cesareti statüsünden feragat etmiş adamlar gibi bastırmak zorunda hissediyorum ben de psikopat hissiyatımı. Dışa vuramamak içteki cerahati, akıtamamak içimdeki pis kanı, mideden çıkmak zorunda olan kusmuk gibi sarsıyor tüm bünyemi ve vücudumdaki tüm fonksiyonların içine sıçıyor. Parmaklarımı boğazıma sokup öğürmek, rahatlatmak istiyorum kendimi boşalmak, rahatlamak için. Ne kadar telkin edersen et kendini, ne kadar bildiğin psikolojik oyun varsa uygula hatta shaolin rahiplerinin tüm yetisine sahip olsan da dünyevi; olumlu ya da olumsuz düşünceden arınmak adına kifayetsiz. Acı bir durum.

Duvarlara vuran sıkılmış yumruklar, farklı sebeplere kızıp da garsonlardan hıncını almak için hesaba itiraz eden müşteriler, eşine kızıp personelinden hırsını çıkaran patronlar anlayabilir beni. Damdan düşenlerdir yani damdan düşeni anlayacak. Acılara tutunmadan acı çekenler anlaşılmaz, anlaşılamaz .Bunlar da nerden çıkıyor denirse bir gün bana, bilmiyorum derim ve şöyle diyebilirim; tek bildğim sokrates gibi hiçbirşey bilmediğim...

Cuma, Haziran 19, 2009

Keten bir kış...


En profesyonelim dediğim zamanlarda çeşitli psikoloji teknikleriyle, inanılmaz yöntemlerle beyinlerimiz yıkanır savaşa hazır hale getirilirdik. Kurmalı oyuncaklar gibi aynı şeyleri düşünür, aynı yemekleri yer aynı zamanda aynı insanlarla aynı şeyleri yapardık. Bu sebepten aynı saflarda yaşadığım arkadaşlarım bir süre sonra yalnız kaldıkları vakit sürüden ayrılmış kuzu gibi hissettiler kendilerini. Özellikle liderlik vasıfları olmayan, insiyatiflerini kullanamayanlar sendromun en babasını yaşadılar. Çok zorlandılar dönüş yaptıkları doğduğu topraklarda. Kendini vuran arkadaşlarım olduğunu biliyorum.

Yalnız kalınca özellikle de zor durumdaysa insan mutlaka geçmişini sorguluyor. Kendimden biliyorum bunu ve eminim tüm insanlarda aynı psikoloji hakim. Yani sevgilinden ayrılmışsan, iflas etmişsen, hastaysan, ölmek üzereysen ya da olmaman gereken olağandışı bir durumdaysan gene sorgulama olayı gerçekleşiyor. Zaman bu ilaç olduğu kadar aynı zamanda da anti ilaç. Yapan o yıkan gene o. Çaresi varmı dersen kürtaj derim hemen.

Vasiyetnamesi iç cebinde olan çok insan gördüm ve öldükten sonra ailelerine iletmek üzerine notlarını taşıdım. Ağır bir görev, tanımadığın birilerine çok iyi tanıdıkları birinin kötü haberini götürmek. Yani beni tanıdıkları gün tanıyacaklarına lanet edecekleri aşikar.
Benim hiçbir zaman sanırım birilerine bırakacak birşeylerim olmadı yazdıklarım ve hissettiklerim dışında. Birkaç kiloda gözyaşımı eklemeliyim, tabiata dökülmüş sonrasında denizlere karışmış.

Birgün ben olmayınca beni tanıyan insanlar güzel ya da kötü anılarla hatırlayacak beni, çok yakınlarımsa resimlerime bakıp yazdıklarımı okuyacak. O vakit hangi psikolojiyle neyi kime yazdığımı bilecek, o zamanı düşünüp belki kendilerinden birşeyler bulacak birleştirdiğim harfler arasında.

Ürettiklerimi ve kendi kendime yapabildiğim şeyleri okumayı görmeyi izlemeyi seviyorum. Kendime göre iyi bir koleksiyoncu olduğumu düşünüyorum mesela. Kendimi bildim bileli birşeyleri tıkıyorum bir yerlere. Pul,eski parfüm şişelerim, peçete, kibrit, misket ilk aklıma gelenler. Çöp ev kıvamının uzağından yakınından geçmesede var böyle bir merakımız, yapacak bir şey yok. Dolaplarımda ve sakladıklarımda aslında kendi tarihimi görüyorum. Örneğin boş parfüm şişelerime bakarken o kokuyu kullandığım dönem nerelerde gezdiğimi yanımda kimler olduğunu çok net hatırlayabiliyorum. Bu şekilde gelen nostaljik tat hüzünle beraber samimi bir rüzgarla yüzümü okşuyor.

Salı, Haziran 16, 2009

İçinde boğulduğum bir damlacık su, paylaşamadığım sırrımsın.
Tek şeritli yolumda kaçırdığım son dönemeç, tutunamadığım uçurum dalımsın.
Yetmezki karlı dağlarıma yangının,
yetmez artık umutlarımı yeşertmeye yağmurun;
Yetmez sözler,
Çok karışık bu işler...
En iyisi Sinan abi sen bana bir duble daha yolluk ver...


Sen ölme sakın sezenim.

Cumartesi, Haziran 13, 2009



Geçtiğimiz pazar günü insanı rengiyle boğan gri bir gökyüzü altında evden çıktım. Birlikte çok vakit geçiremesek de paylaşımlar açısından oldukça ortak olduğum, gönlümü paylaştığım ve de çok sevdiğim sevgili dayımın kabrine ilk kez ziyaret etmek üzere yola çıktım.

Mezar yerleri gitgide kalabalıklaşan kentte ücra yerlere sürgün edilmiş ve hiç tanımadığım hayatımda gitmediğim varoşlardan geçerek yaklaşık 1 saatlik yolculuktan sonra kabre ulaştım.

Geçen sonbaharda lösemiden kaybettiğim güzel insan öylece toprağın altında yatıyor ve ben dua etmekten başka hiçbirşey yapamıyordum. Apayrı şeyler, hatta saçma sapan şeyler geliyor insanın aklına bu durumda. Komşularını merak ettim. Onların çiçekleri nasıl? Kaç yaşındalar neden ölmüşler gibi bir sürü soruma cevap almak için şaşkın şaşkın bakındım durdum etrafıma.

Hemen arkamızda iki orta yaşlı annenin konuşmalarını duydum. Genç yaşta oğullarını kaybetmişler ve birbirlerine civanlarının nasıl vefat ettiklerini anlatıyorlardı. Bu tip durumlarda sanırım ağlamamak zor olan. Acı bir durum. Karşımdaki kader birliği yapmış anneler canımı çok acıttı.

Sonrasında diğer mermerleri ve üzerindeki yazıları merakla okumaya başladım. Gözlerim sanırım doğum tarihlerinde 1940'lı, 30'lu insanları görmeyi umuyordu benim gibi fakat kısa bir gözlemden sonra yanıldığımızı anladık. Gencecik filizler toprak altındaydı hep. Bir sürü gencin diploma merasiminde çekilmiş kepli fotoları mezar taşında küçük bir elipsin içine konulmuş duruyordu öylece. “Henüz ölmemem gerekiyordu” diye haykırıyorlardı adeta masum resimlerindeki sessiz gözleriyle.

Ayrldım ordan ve adağımı gerçekleştirdim.

Salı, Nisan 14, 2009

Biliyorum, birşey ifade etmiyor ama!



Ben bir çiçek olsaydım eğer;

Sadece senin ellerinde tutulmak ve sadece senin tarafından koklanmak isterdim.
Eğer yoksa vazo, önemide yok zaten.
Ben yatağının başucunda,
Yarısına kadar su dolu bir bardakta yine eşlik ederdim sana.

Solmayan ilk çiçek ben olurdum sanırım,
Güneşinden faydalanır ışığınla da aydınlanırdım.

Eğer bir gün diyecek olursan “ben bu çiçekten bıktım”
Olsun derim, “ben tarafından çiğnenmeyede razıyım”…

Cumartesi, Nisan 11, 2009

Bla, bla, bla...


Dün akşam uzun bir aradan sonra kendimizi ödüllendirmek istedik ve sinemaya gittik.
Gelen yeni filmler arasında ilk gözümüze çarpan "Okuyucu"ydu tercihimiz de o yönde oldu.

Değişik sıradışı bir hikayeydi, senarist bence çok başarılıydı.

Titanic'te yıldızı parlayan Kate Winslet ve David Kross'un başrolünü paylaştığı film 1900'lü yılların başında Nazi Almanyasında geçiyor.
ilk bölümde film 15 yaşındaki tıfıl bir gence, 36 yaşında olgun bir kadının
cinsellikle ilgili ilk eğitimi vermesi gibi gözüküyor ayrıca bu bölüm çok basit olarak da algılanabilir ve bence bu gayet normal. Çünkü oldukça basit işlenmiş.

İkinci bölümde ise yıllar geçiyor genç çocuk hukuk öğrencisi olarak karşımıza çıkıyor ve bir süre önce hakkında hiç bir şey bilmeden aşık olduğu kadına
yahudi soykırımından dolayı sanık koltuğunda oturur bir halde mahkemede rastlıyor.
İzleyici burda sorgulamaya başlıyor durumu. Binlerce insanın ölümüne sebep olmuş cahil bir kadına acımak istiyorsunuz; istemekle de kalmayıp acıyorsunuz
resmen. Sonrasında mahkemenin karar verme aşamasında seyirci koltuğunda oturan genç avukatın, sevdiği kadının alacağı cezada indirim yapmasını sağlıyacak
bilgileri yargıca vermesi için oturduğunuz yerde yanıp tutuşacaksınız. Anlamsız bir şekilde aşk galip gelmeyecek.
İzleyiciler bu aşamada resmen yönetmen tarafından taraf tutulmaya zorlanacak ama beklenildiği gibi sonlanmayacak film.

Kate aldığı oscar'ı gerçekten hak etmiş. Mimikleri adeta dans etmiş kamera karşısında, mükemmeldi.

Neden filmin ismi "Okuyucu" derseniz, baş roldeki hanna'nın (kate) okuma yazma bilmemesi ve genç erkeğin kendisine kitap okuması karşılığından onunla
birlikte olması yüzünden.
Kısaca duygulanıp, ağlanacak insanı etkileyip düşündürecek bir film.

Günümüzde, reel dünyamızda da düşünme yetisi olan insanlarımızı düşündürecek, diziler dışındada izlenecek, fikir sahibi olmamız gereken, bunun yanında
söz sahibide olmamız gereken bir ülkemiz ve ülkemizin sorunları var.

Kısa bir süre önce yerel seçimler oldu mesela. Tanıdığım çoğu insan kuzu gibi gidip oy verdi. Vermiş olmak için verdiler resmen. Takım tutar gibi
parti tutmaya alışmış insanlar hangi partinin ne vaat ettiğini bilmeden akıllarında kalan ve bir şekilde kafalarında yer tutmuş isimlere oy verdiler.
Ankete ihtiyaç duyulmayan, hangi bölgenin ne yapacağı, kime oy vereceği aşağı yukarı belli olan seçimlerdi.Güneydoğu dışında ne şiş yandı ne kebap.
O bölgenin tektipe düşmesi düşündürücü. Düşündürücü olduğu kadar da
sorgulanması gereken yeni konulara açık olması. Örneğin oradaki yüzbinlerce askerin
varlığı... Neden ordalar? Kimi kimden koruyorlar???

Bunla birlikte bi kaç gün öncesinde Mr.Obama ülkemize gelerek ilk dış gezisini gerçekleştirdi. Güzel şeyler söyledi ama kime? Herkese.
Herkes kendince sıkıntısını anlattı ona. Hem patrik, hem ahmet türk, hem ana muhalefet hemde ermeniler taleplerini iletti kendisine. Bütün hepsine
pışpış yapıp Irak'a geçti. Hemen akabinde Rasmussen'inde kulağını çektiğini söyleyen Mr.Obama Danimarka'dan gelen son haberle beni iyice hayal
kırılığına uğrattı. Rasmussen'den beklenen özür yerine yeni bir karikatür krizi daha haber sitelerine düştü. Yani Obama'nın gezisi sadece okul gezisi
durumunda kaldı. Ben Amerika'nın bugüne kadar yürüttüğü dış politikadan feragat edeceğini ve lehimize gelişecek yeni atılımlar olmayacağı görüşündeyim.
Oynayan sempatik bir adam var bence dünya devinin başında.

Yazmayı es geçtiğim bir de Kılıçdaroğlu olayı vardı. Kafamda toparlamıştım fakat bir türlü dökememiştim klavyeye konuyu.
Gayet objektif olduğum siyaset sahnesinde ender görülecek yapıcılıkta, mütevazi, güzel konuşan, gözlerinden beyefendilik akan dürüst bir insan kanımca.
Kendisi nasıl adını duyurdu ve ortaya çıktı hatırlayalım. Dengir Mir mehmet Fırat ve Melih Gökçek hakkında ortaya çıkardığı yolsuzluk iddaalarıyla gündeme
geldi ve istanbul büyükşehir belediye başkanlığı adaylığıyla hala gündemde.İkinci ecevit denilen hatta hürriyet gazetesi tarafından Gandi'ye bile
benzetilen Kılıçdaroğlu, Topbaş karşısında hezimete uğradı. Bir başkasının kirli çamaşırını ortaya dökmek, dürüst insana susamış toplumumuzun gözüne girmeye
yetti. Bu bir lider olmak için yeterli sebepmidir? Bence değildir. Daha doğrusu olmamalıdır.
Akılda kalan bir vaati olmayan Kılıçdaroğlu'nun gelmesi sadece AKP karşıtları tarafından isteniyordu. Yani yapacağı icraatlar için değil sadece AKP
tekrar İstanbul'da Büyükşehir belediyesini kazanması diyeydi.

Liderlik, komuta etmek donanımlı olmayı gerektirir. Eskiden lider denince yada komutan dediğiniz zaman kişinin normal yeterliliği dışında
haricen kimsenin vakıf olmadığı konularda da başarılı olduğu ve yetiştirildiği bilinirdi. Artık tamamen böyle değil. Kişinin kuracağı ekip tamamlayıcı unsur
durumunda. Yani Kılıçdaroğlu ne kadar hoş, ne kadar bilgili gözüksede ekibi ve teşkilatlanması yeterli değilse ki değil, başarılı olması imkansız.
Yada tesadüfen başarılı çıkacağı ilerde gerçekleşecek seçimlerden koltuktan halk tarafından indirilmesi çok süremeyecek.

Kısacası kollektif çalışılmazsa hiç bir yere varılmaz. Doğru lider ve doğru ekip...

Perşembe, Mart 26, 2009

Beyaz gül ve beyaz papatya


Kendi fikirlerim oluşup, objektif bir gözle etrafıma baktığımdan ve değerlendirebildiğime emin olduğumdan beri, eğer eleştiri yapacaksam yapıcı eleştirilerle insanların karşısına çıkmaya çalıştım hep. Benim gibi düşünmeyip tersini uygulayanları ise kolaycı, ucuza kaçan, söyledikleriyle yada yazdıklarıyla boşa çalışan insanlar olarak gördüm. Bu hususta da insanları ikiye ayırdım. Birincisi emek harcayıp bir eser meydana getirenler; ikincisi hiçbir icraatları olmayıp da eser meydana getiren, ter döken insanlara eleştirerek ya da çamur atarak hayatlarını idame ettiren asalaklar. Örneğin bir resmi ya da heykeli eleştirmek kolay olandır. Bir yapıyı, bir besteyi eleştirmek kolay olandır. Ya da şöyle değerlendirmek de mümkün. Emek verilip de üretilmiş bir obje sahibi her şeyden önce saygıyı hak eder ve bu doğrultuda emeğe saygı duymayıp ucuzca taşlamak, aşağılamak basit bir söylemden ileri gitmez. Kalıcı olan her halükarda eserdir, yitip gidecek olan, unutulansa sefil eleştiriler olacaktır.

Nuri Bilge Ceylan’da aynı Fatih Akın gibi son yıllarda popüler olmuş, kazandıkları ödüller le ülkemizin sözde reklamını yapmış yönetmenlerimizden. Birkaç yıl önce “iklimler”i, birkaç gün önce de “üç maymun”u izledim. Kafamda iklimleri günlerce analiz etmiştim izledikten sonra. Ödül kazanmış bir “sanat” filmiydi, velakin “üç maymun”un da akibeti öyle oldu. Sanat camiasının değerli bir sinema ödülüyle taçlandırıldı ve “yalnız” ülkemize yalnız olmayan Nuri Bilge Ceylan tarafından bu ödül hediye edildi. Gurur duyduk, günlerce magazin manşetlerinde okuduk. Tabi ki bunun üzerine geç de olsa “üç maymun”u da analiz ettim dün gece.

İlk paragrafın anafikrinde belirttiğim gibi derdim filmi eleştirmek değil, derdim bir film neye göre sanat filmi olur ve hangi kriterlere göre Avrupa filmlerimizi ödüllendirir? Kıstası nedir bunun? Asılmak istediğim noktalar buralar. Sonuçta ben hiç film çekmedim, sinema eleştirmeni de değilim. Aksine izlediğim her filmi beğenen, ucuz Vietnam filmlerini hatta Cüneyt Arkın’ın bol kılıçlı, Ayhan Işık’ın Belgin Doruk’un şöförlüğünü yaptığı filimleri defalarca izleyecek ve bıkmayacak kadar film aptalı bir kişiyim.

“İklimleri” şık ve pahalı bir sinemada yaklaşık 10-12 kişi kadar insanla izledim. Bu izleyicilerin bir kısmı sıkıntıdan ikinci yarı filmi izlemediler bile benim gibi filmin sonunu merak edenler ise bitimde hüsrana uğramış şekilde hatta ve hatta paramızı resmen sokağa attık diyerek çıktılar sinemadan dışarı. El kamerasıyla amatör bir şekilde çekilmiş gibiydi film ve senarist oldukça kelime tasarrufuna gitmişti senaryoda; üstelik o dönem krizde yoktu ülkemizde. Uzun süren suskunluklar gözleri konuşturuyordu sanki. Çok ucuz maliyetle kurtarılmış bir filimdi zannımca. Film bitiminde ben daha iyisini çekerim dediğimi hatırlıyorum bütün cahilliğimle. Benim gibi bir amatör bu yorumu yaptı gerisini siz düşünün.

“Üç maymun” “iklimler”e göre daha akıcı ve daha anlamlıydı. Fakat neye göre ödül aldığını gerçekten anlamış değilim. Siyasi bir sebep arıyorum bu ödülün verilmesine sebep. Orhan Pamuk’un Nobel’i kazanması neyle alakalıysa(!) bence üç maymun’un da ödül kazanması bunla doğru orantılıdır. Yada sinemada filmi birlikte izlediğim 12 kişi gerçekten aptalız.

Pazar, Mart 08, 2009

Aslında gelmişim ben



Bir mektup bırakmadım geride, sırf sen okumayasın diye.
Geride soğuk, önümse bahar.
Benim sanırım biraz daha umudum var...

Çarşamba, Şubat 25, 2009

Umut mu!!!





Sorun ve sıkıntıdan ibaret gibi geliyor git gide hayat, belki de ilerleyen yaş neşe ve huzurla ters orantılı. Böyle olacağını bilsem büyümek istemez, ilkokulda yaşadığım herhangi bir yaz tatiline demir atıp ömrümün sonuna kadar o zamanda yaşar giderdim. Hayatın oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu düşündüğüm, ozon tabakasının henüz delinmediği o sıcacık istanbul yaz günlerinde.

Eskiden zımparaya benzetirdim hayatı. Her biten senenin ruhen bir parçamızı daha sıyırdığını, sıkıntı depomuzu biraz daha doldurup daha tahammülsüz bir insana dönüştüğümüzü düşünürdüm. Artık benzetmiyorum, resmen öyleye döndü hayat. Gün geçmiyor yeni bir dert çıkmasın, gün geçmiyor ki kötü haber duymayalım. Etrafımda dolaşan sevdiğim güzel yeğenim ve arkadaşlarımın bebişleri dışında keyif veren hiçbirşey olmadığını düşünüyorum bunlara artı bir de hayallerimi saymazsak.

Bilirim, bazı insanlar paratoner gibidir. Bulundukları her yerde görünmeyen bir kara bulut onları takip eder ve her an her türlü felaketi çeker bu tip insanlar. Düz taban değilim henüz, olmadığımında gayet farkındayım fakat şu ülkede tv izlemek yeterli endişeye düşmek ve karamsarlığa kapılmak için.

Halkların hatta tüm coğrafyalarda yaşayan insanların bence çoğalmasına, savaş kazanmasına, ülke kurmasına hatta istila etmesine yegane sebep umuttur. Umut en büyük motivasyon aracıdır ve değişimler umutla başlar. Umudun olmadığı işin sonu daha doğrusu inanılmayan işlerin finali kapkara olmaya mahkumdur. Ben de umut görmüyorum, iyi şeyler hissetmiyorum geleceğe dair.

Herşey bozuluyor git gide. İnsanların bozulmasıyla birlikte daha da bozuluyor herşey. En başta yediklerimiz. Suni yem yiyen tavuklar gibiyiz artık. Aynı boyda aynı tipte aynı yaşlarda ölen bir ırk. Uzaklaştığımız sadece gerçek yiyecekler değil elbet kahverengiye dönen ve git gide kuraklaşan bir ülke bırakıyoruz yada bıraktırıyorlar bizlere.Yeni nesile kalan bu kötü mirasla ben şahsen inanmıyorum Türkiye Cumhuriyet’inin muhafaza ve müdafa edileceğine.
Oynanmış genlerimizle yakında uzaktan kumandalı oyuncak arabalar gibi olacağız, nereye istenirsek oraya sürüleceğiz.

Ne yaptığı belli olmayan bir hükümet, ne yaptığı belli olmayan bir muhalefet var bizleri temsil ettiğini düşünen. Karaktersiz buluyorum tüm bunları, hangisinin çizgisi düz, belli olmuyor. Arkalarında bıraktıkları iz labirentde dolaştıkları fikrini uyandırıyor. Bizler düşünecek fikir üretecek bir beyinle yaratılmış insanlarız ve gördüklerimiz, bildiklerimiz doğrultusunda öngörüde bulunup fikir üretecek donanıma sahibiz. En azından büyük bir kısmımız. Fakat öylesine karmaşık bir düzene sürüklüyorlarki bizi kimin ne yapacağını, hangi liderin hangi konu hakkında ne söyleyeceğini bilmek, tahmin etmek mümkün değil. Başörtüye tü kaka diyen insanlar bir bakıyorsun peçeye rozet takıyor, helal-haram kavramını ağızlarından düşürmeyen insanlarsa malına mal, mülküneyse mülk ekliyor. Bunlara hesap sorması gereken gerçek yargı organlarının gerçekliğiyse şaibeli, üzerlerine gitmesi gereken medya ordusu ise tektip üniforma giymiş durumda.

Umut da vefa gibi bir kavram oluyor git gide, kitaplardan okunacak.

Pazartesi, Şubat 23, 2009

Arabesk


Hatırladığım kadarıyla yetmişli yıllarla seksenli yılların ortasına kadar geçen süreçte, ulusça az gelişmişliğin etkisi her konuda hissedildiği gibi bu durum müzik piyasasında da söz konusuydu. TRT gibi bir devin tekel olduğu Türkiye’de sanatçının yada yorumcunun meşhur olması zor ötesi olduğu gibi halkın meşhur ve dinlemek istediği sanatçılara da ulaşması zor oluyordu. Neden mi? Zamanın şartlarında tek kanal TRT’ye aitti, radyoda. Alternatif kanal hak getire çoğu insan günde 6 saat yayın yapan ulusal televizyonu bile izleyecek imkana sahip değil, sahip olanlarsa anteni çamlıca tepesindeki vericilere yönlendirmeyi başarırlarsa karlı yada karsız ekranlarda izlemeyi başarırlardı. Maksadım zamanın arabesk kültüründen söz etmek fakat yazdıkça televizyonunda ayrı bir yazı konusu olduğunu düşünüyorum. Çatılarda antenin düzeltilmesi o dönem binlerce karikatüre malzeme olmuştur, ekranlarda bol bol izlediğimiz necefli maşrapada. Kırsal yerlerden ve anadolunun çeşitli yerlerinden göçüp gelinerek oluşturulmuş mahallelerde televizyonu bulunan evler dergah muamelesi görmüş, diğer komşularının özellikle çocukları ve çocukların anneleri tarafından ayrı bir statüde görülmelerine yol açmıştır.

Karikatür demişken zamanın dergileri fırt, gırgır ve çarşafı esgeçmek imkansız olur. Ben özellikle fırt okurdum, diğerlerinide elime geçtikçe. Karikatür mizahının bence yaşadığı altın yıllardı ve tirajları çok yüksekti bu dergilerin. Zamanın karikatüristleri de daha bir biz gibi aynı zamanda her dönem olduğu gibi o zaman da anamuhalefet partisi gibi çalışırlardı. Erkek egemenliği hep hakimdi o piyasada fakat saçlar şimdiki gibi uzun ve arkadan bağlı değil, kulaklarına küpe takmak içinde 90’lı yılları bekleyeceklerdi. Merkez üsleri ise cağaloğlu’ydu. Taksim şimdiki gibi popüler olmadığı gibi, oraya takılanlara da henüz entel denmeye başlanmamıştı ben henüz ilkokula giderken. Rakı kültürünü benimseyen bu insanlar, dostane muhabbetlerin edildiği, ucuz içkinin içildiği ama kaliteli sohbet edilen lokalvari ocakbaşılarda çoğu akşam bir araya gelirler kapıdan giren her insana da tanıdık biri gözüyle bakarlardı. Çünkü hemen hemen her akşam aynı mekanda toplanan bu topluluk birbirini tanımasada göz aşinalığına sahipti.

Konu dağıldı ama söylenmesi gereken çok şey olduğu açık o dönemlere ait. Asıl mevzuya dönersek söylemek istediğim “hatlı minibüslerin müzik piyasasında yeri”ydi o dönem. MTV, Kral radyo ve buna benzer herhangi bir magazinel mecra olmadığından o günlerin TOP10’u nu minibüsler belirlerdi. Şöförün zevkine göre araç ışıklandırılır gene kendi zevkine göre müzik tesisatı döşenirdi. Işıklı ekolaizer ve kaset muhafaza kutularıyla ayrı bir hava kazandırılırdı görüntüye.Kapalı alanın hacminden olsa gerek bilmiyorum ama minibüsteki dinlenen müzikten alınan hazzın yerini asla evde dinlenen müzik tutmazdı.

Enteresan gelecek ama sırf bu müzik dinleme muhabbeti için ilk durak – son durak gidip gelen insanlar olacak, şöförün müzik ve görsel tercihleri sebebiyle de bir takım genç kızların sonu izdivaçla biten ilişkilerinin başlangıcına sebep mektuplar alacaklardı. Bu tür kurulan ilişkilerin bir başka sebebi de daha doğrusu ilişkinin temel taşları arasında bu araçların düzenli saatlerde gidip gelmesiydi. Yani saat 18.00’de mesaisi biten bir işçi Pazartesi günü hangi minibüse binerse Salı da muhtemelen aynı araca biniyor yada hemen arka sırada olan araca binmek için tekrar kuyruğa giriyordu. Bir nevi abone yada sürekli binilen personel servisi gibi düşünülünce bu da ayrı bir samimiyet sebebi oluyordu. Cep telefonu yoktu, ev telefonuda yeni yeni dağıtılıyordu seneler öncesi ptt’nin telefon alım talebi kuyruğuna girmiş insanlara.. İletişim hemen hemen sıfırdı, “medeni cesaret” henüz sadece kitaplarda geçen iki kelimeydi fakat “gözler” her daim olduğu gibi o zamanda kalbin aynasıydı.




Gözler kalbin aynasıydı fakat şöförler o aynaya dolayısıyla kalbe ulaşabilmek dikiz aynasını kullanmak zorundaydılar. Araçlarında bulunan normal dikiz aynasının yanı sıra, lunaparklardaki dev aynalar gibi garip ayna donanımı ekliyorlardı araçlarını kullanırken saat 14.10 istikametine daha güzel açıdan bakabilmek için. Bunlar yakın gösteren, uzak gösteren, aynı anda tüm aracı gösteren değişik değişik açılı bombeli aynalardı. Araçta çalan müzik bakışları anlamlandıracak, yada çalan parça bakışlar sayesinde anlamlanacaktı. Her iki haldede atmosfer şöförün istediği gibi olacaktı.

Esengül, Bergen ve Karaböcek kardeşler bayan sanatçıların ilk dördünü oluşturuyor, erkek tarafında ise Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay ve İbrahim Tatlıses başı çekiyorlardı. Müslüm Gürses henüz baba olmamış, fanatik hayran kitlesi oluşmamıştı. Minibüs şöförleri de çok rağbet etmiyordu genç babaya. Sanırım zamanın starı Orhan Gencebay’dı ve dikiz aynasında buluşan gözleri en iyi tatlandırıyordu.

Metrobüs, metro ve akbil...

Metro ve metrobüs gibi ruhsuz ama lüks ulaşım araçları yoktu evet ama rampanın finaline geldiğinizde vitesi 2’den 3’e geçirecek ara gazıyla beraber motor rahatlayacak tüm yolcularda kendi parçalarıymış gibi algıladıkları şanzımandan dolayı derin bir nefes alacaklardı. Yokuşlarda motorun bağırtısından şarkı duyulmaz kulaklar tıkanırdı adeta ama daha güleryüzlüydü insanlar, sanki daha da sıcakdılar.

Zor şartlardı, çok da arabesk ama iyiydik yaaaaa.

Cuma, Ocak 23, 2009

Ha miremat...

Bilmiyorum...
Hiçbirşey bilmiyorum artık. Ne yaptığından ne ettiğinden; açmısın, tokmusun, ne durumdasın hiçbirşey bilmiyorum. Bi haber yaşıyorum, çok sesli köyümde.
Koca bir ormanın en ucunda kalmış gölgesi olmayan sıska, kel bir ağaç gibi olduğumu düşünüyorum; kuşların bile uğramaya çekindiği.

Saçma fikirlere kapıldığım oluyor bazen hakkında ve uyumadan rüyalar görüyorum başrolünde senin oynadığın. Nedense kızacağım, çıldıracağım tüm kötü roller sana verilmiş, kanım beynime sıçrıyor, tanıyamıyorum kendimi, kuduruyorum resmen. Bütün bunlara inanmadığımı düşüneceksin, bunu da biliyorum fakat yanılacaksın bu sefer çünkü "inanıyorum".
Kendini kandırmak de, ruh hastası de, problemli de ne dersen de ama öyle.

Bazen de ortaya konulmuş koskocaman bir profiterollü pastayı adilce paylaşamadığımızı düşünüyorum. Hep bana demen, büyük dilimi tabağına almaya çalışman ve bunun gibi türlü bencillikleri üretiyormuş gibi geliyor küçük aklın.

Belki de tek kişilik arabama bir yolcu almaya daha çalışıyorum, bunun için mücadele ediyorum. Bir çevirmelik mesafe kaldığını bile bile.

Ne olacak bilmiyorum...
Bilipte bilmemek mi! Onu da bilmiyorum!

Bir zamanlar kendimi rahatlatmak için ya deniz kenarına çekerdim yada batıya doğru sürerdim arabamı saatlerce. Bildiğim yerden denize bakmak, bildiğim yollarda araba kullanmak, kimseye adres sormaksızın, bir nevi terapi oluyordu benim için.
Yol, deniz, ağaçlar ve gökyüzü de dahil olunca grup terapi demek de oldukça mümkün oluyordu.
Tek noktaya, ufuk çizgisine kitlenen gözlerim ne teypte çalan müziği duyar nede başka bir sese tepki gösterirdi. Robotlaşırdım düşündüklerimle ve sadece uykum gelirdi sıcaktan. Bundan kurtulmak içinde üşütmeye çalışırdım kendimi camı açarak. Uykudan gözleri kapanan gece bekçileri gibi hissederdim kendimi, hızla boş yollarda ilerlerken kısa saçlarım bile rüzgara boyun eğerdi.
O hızla rüzgara karşı küfür etmek, haykırmak gecenin ahengini bozuyor olsa da benim için bir nevi hayat öpücüğüydü. Ayrı bir rahatlık verir artık camları kapatacağıma kanaat getirirdim.
Artık evime dönebilirimin de sinyali bu olsa gerekti.

Düşündüm de uzun zaman olmuş üşümeyeli. Uzun zaman zaman olmuş sırtıma kazak giymeyeli. Sanırım uykum geliyor, bir kahveni içeceğim...

Perşembe, Ocak 22, 2009

Üzgünüm...

Uykum kaçtı dün gece, her zamanki gibi. Çıktım evden, nadiren araba sesinin duyulduğu sokaklarda nereye gittiğimi bilmeden yürümek, aynı zamanda düşünmek ve sorgulamak istedim tekrar tekrar yaşananları. Binlerce kez aynı filmi izlemek gibi geliyor yaşananları düşünmek ve kabak tadı veriyor artık bunlar ama bir türlü de vizyonumdan çıkaramadığımıda fark ediyorum. Yani sil baştan oluyor gibi geliyor bana. Bir uyusam, sabah uyandığımda hayatıma kaldığım yerden devam edeceğim hissi öylesine ağır basıyor ki. Sonrasında sessizce saçmalıyorum diyorum kendi kendime, sinir bozucu durumdan kurtulmak için ne kadar nefret etsemde iç cebimdeki sigara paketine gidiveriyor soğuktan nerdeyse hareket edemeyen elim. Garip bir hazza dönüşmesini bekliyorum sonrasında içime uzun uzun çektiğim dumanın fakat zaten darmadağın olmuş bünyeye sadece gereksiz bir koku bırakarak kaybolduğunu görüyorum. İçki içmek, uyuşturucu kullanmak, o an her ne varsa etrafımda ruhumu bedenden ayıracak, hatta ve hatta bir yılana sarılmak istiyorum düştüğüm bataklıktan kurtulmak için; beni zehirleyenin de bir yılan olduğunu bile bile.

Bilinçsizce ilerleyen ayaklarım çok daha önce buraya geldiğimi düşüntürten aynı zamanda gelmediğimi yada hatırlayamadığımı düşündüğüm bir binanın önünde duruveriyor. Boyumun tam yetişmediği yükseklikte sadece tülleri çekili, soluk ışıkları yanan bir daire dikkatimi çekiveriyor; diğer ışıkları çoktan sönmüş, oldukça eski yaşlı binada.Merak ediyorum, bir balet gibi yükseliyorum parmaklarımın ucunda, paslanmış pencere demirlerinini tutuyor ve kendimi içeriyi gözetleyecek kadar yukarı çekiyorum.
Ayna karşısında saçlarıyla oynayan genç bir kadın görüyorum içeride. Hüzün dolu bakışları tül gerisinden bile fark ediliyor. Taradığı aslında saçları değil, açmaya, düzeltmeye çalıştığı sanki hayatıymış ifadesi yüzüne sinmiş adeta. İstem dışı hareket ediyor elleri, öylesine kendisini kaptırmış ki. Yıkılıp tekrar yerine dikilmiş bir minare gibi gövdesi, darbeli, çökük omuzları hikayesini anlatıyor aslında rüzgarla birlikte sessizce.

İçimden camına tıklamak ve dile benden ne dilersen demek istiyorum. Belki de bir kedi olup üşüyorum beni de içeri al diyerek düşüncelerinden biraz daha uzaklaşmasını sağlamak hatta beni okşamasını istiyorum biraz daha ileri giderek; tekrar yüzünün gülebilmesi için.

Ellerimin tutunduğu paslı demire daha fazla gücüm yetmiyor, yoruluyorum ama bir yanımda ayrılmak istemiyor yasadışı konuk olduğum o evden. Sanki içerdeki kadın da artık benim daha fazla acı çekmemi istemeyerek tontiş, kalın bilekli ayaklarıyla harekete geçiyor ışığı kapatmak üzere düğmeye doğru. Gözlerimle son fotoğrafını çekmek istiyorum çizgifilm karakterli pijamalı haliyle. Ve karanlık... Güle güle diyor bana.

Ellerimdeki sızı, hayali bir fotoğraf, mağrur ve üzgün kız çocuğu ifadesi kalıyor gecenin ardından, yürünecek kilometrelerce gözümün önünden geçecek...

Pazartesi, Ocak 19, 2009

Naçizane duygular

Sevmek az geliyor, sana hissettiklerimin dışa vurumu adına;

Çok farklı, yakıcı birşey hissettiğim...

Belkide çok garip bir alev..!

Yaklaştığında da , uzaklaştığında da gitgide yükselen,

Kavurup kurutan...

Sık kullandığım bir kelime haline geldi sayende “kifayetsiz”;

Kelime hazinem yetersiz, benzetme yapabileceğim sadece melekler,

O da gene sen oluyorsun, meleğim.



Seviyorum, istiyorum,özlüyorum,

Seveceğim, isteyeceğim, özleyeceğim,

İyi ki varmışsın, iyi ki yanımdasın benim dünya güzeli sevgilim...

Gözlerinden öperim...

Cumartesi, Ocak 10, 2009

 
Posted by Picasa


Yaşadığım müddetçe kanıksayacağım, okumaktan asla vazgeçmeyeceğim bir dua gibi yerleşmiş içime, kabulum.
“Kendi kendime”de konuşmaya başlamışım; empati ve sempatiyle ruhsal bir hamuru harc edip soru cevap oynuyorsam “kendi kendime”, bilinmedilir ki yeni planlarım var geleceğe dair, aynı zamanda faaliyete geçmişim.

Bunun yanında büyü yapılmış. Adeta alem-i cihan’ın tüm papazları toplanıp beni içine sığamayacağım kadar küçük bir fanusa hapsetmiş acı çektirmek üzere. Sızarım yada uyuya kalıpta donarım korkusuyla hiç uyumuyorum günlerdir. Gözlerimi kapattığım an garip figürlerle rüyalarımda savaşıyorum bunlara karşı fakat uyanınca tekrar sil baştan herşey.. Tekrar geceleri bekliyorum ama, aynı rüyayı tekrar görüpte doldurulmuş silahlarımla tekrar karşılarına çıkabilmek için.