Salı, Ekim 31, 2006

Ölüm's.

İlk aldığım ölüm haberi sanırım bizim eski oturduğumuz binada oturan rahmetli Recep amca'nınkiydi. Sevimli huysuz bir ihtiyardı ama biz çocuklar onun mahalleye terk edilmiş olan hurda kamyonunda oynamaya bayılırdık, dolayısıyla onuda severdik. Cam çerçeve yok kamyonda, öylece kenara çekili, atıl kamyon. İlk geçtiğim direksiyon o aracınkiydi yanlış hatırlamıyosam. Öylece sağa sola sallar dururduk simidini. Kasasına binip komandoculuk oynardık.
Bir gün baktım mahalleli bizim apartmana doluşmuş, başı örtülü kadınlar gelip gidiyo insanlarda endişeli bir hareket var. Hafiften ağlama uğultusu apartmandan etrafa yayılan, hoca efendinin okuduğu dualarla beraber. Tabi ufağım adlandıramıyorum olayları. Anlamadığım için korkmak yada değişik bir duygu ifadeside oluşturamıyorum çocuk bünyemde. Sonra yeşil bir kamyon gördüm sokakta. Arkası cabrio peşi sıra apartmandan tahta bir sandığı çıkardı adamlar omuzlarda, kamyona bindirdiler.Kamyonda aldı gitti. Vefat etmiş, öldü, ecel geldi, vadesi yetti gibi kelimeleri o zaman Recep amcanın arkasından öğrenip lugatıma yerleştirdim ve çok sonraki yıllarda anlayacaktım ki 60'ından sonraki insanların arkasından çocukları ve eşinden başka kimse ağlamıyordu. Bu kural sadece zengin ölümlerin arkasından değişiyordu.
Hiç sevmediğim İlkokul hayatımın son yılında aldığım bir habere kadar ölümün hep yaşlıların başına gelecek bir hastalık, bir musibet olduğunu düşünmüş ve bu yüzden yaşlılara yakıştırmıştım. Durumun böyle olmadığını sınıf arkadaşlarımdan birinin ölümüyle öğrendim. Yavuz'umuz bisikletten düşüp kafasını kaldırıma çarpmıştı. Aldığımız ölüm haberiyle sınıf arkadaşlarımın çoğu ağlıyor birbirine sarılıyorlardı, şerefsiz öğretmenimde üzgün gibiydi fakat ben rahmetliyi çok sevmeme rağmen kendimi sıksamda ağlayamadım. Akmadı gözümden yaş. Çok üzüldüm. İlerleyen yıllarda yakınlarımdan sonra, bir kaç arkadaşımı ve bir kaç dost abimi kaybettim fena oldum, gene ağlayamadım, akmadı gözümden yaş.

Trafik ve normal yoldan gelen ecel dışında bir tane boğulmadan dolayı kayıp verdik, pisipisine. Bunda da diğerlerinde de teşhis aynıydı. Vadesi yetmiş diyorlardı!!! Nasıl bir vadeydi kardeşim bu, yaşımın büyümesine rağmen gene adlandıramadım, anlayamadım şu vade işini...

Zaman geçti yer ve mekan değişti. Güneydoğuya, dağlara geldim vatanı korumaya, büyük bir zevkle. Yatağımda, başucumda silahlarım asılıydı, altındaysa muhimmatlarım zulalı. Rüyamda görmediğim, göremeyeceğim yerlerde, düne kadar yabancı dediğim insanlarla aynı yatağa girip, operasyonlarda sırt sırta verip canımızı birbirine emanet edecektik, ettikde. Kimseyi yolda bırakmadım, her zamanki gibi..
Burda etrafımda ölümler bir anda tavan yaptı. Şarkılarını söyleyen, bana hikayelerini anlatan ve ister istemez bir anda ailemin ferdi olan genç insanların naaşını çatışma bölgesinden helikopterlere taşımak acı ötesi bişeydi.Vasiyetler cepte geziyor, kötü bir durumda ailelere söylenecekler, talep edilecekler çatışma anında sıkı sıkı tembih ediliyordu body'lere. Sevdiklerinin gözünün önünde parçalanması, yitip gitmesi asla yakıştırılamayacak bir durumdu. Bunları anlatmak, bu duyguyu tarif etmek imkansız. Ağlayamadım bir türlü, akmadı gözümden yaş ciğerim yanmasına rağmen. Ama içimden ağladım. Şartlamıştım gözyaşlarım akmayacaktı.

Eve döndükten sonra hayat daha bir farklı daha bir kolay geldi gözüme. Doğudaki gibi "görünmeden görmek, ölmemek için öldürmek" prensibi yerine, çalışıp para kazanıp, tahtalıköye yanında hiç bişey götürmeden ve ne kadar yaşlı gidersen o kadar iyi olur felsefesi bize unutturdu şanlı maziyi.
Ve hayat devam ediyo, göçenlere rağmen. Gene yıldızlar kaymaya devam ediyor arada; istesekde istemesekde. İlk zamanlar yakıştıramasanda bir süreden sonra dönüyo herşey rutine. Ölen öldüğüyle kalıyor ama artık ağlıyorum. Her giden bişeyleri almış götürmüş meğer, iyice yıpranmışım...

Pazar, Ekim 29, 2006

iklimler

Sanal bir ağırlık taşıyorum boynumda, kolye yerine. Güç taşıyorum. Yürüdükçe ağırlaşıyo, ağırlaştıkça da yürüyorum. Bazen yer değiştiriyor, özellikle merdivenlerden çıkarken aniden omuzlarımdan geri çekiliyorum.Eski gücüm de yok artık öyle hissediyorum. Sonbahar ve hafiften hissetmeye başladığım soğuklarla beraber ruh halim bozuldu iyice. Durduk yerde üşüyorum, titriyorum soğuktan. Bolu'ya gitmekten, renklerin değişimini görmekten bahsediyosun ama nasıl, ben istanbul'da bile üşürken... Baharımı beklesek.

"İklimler"i izledik geçen gece. Sadece izledik. Nuri Bilge Ceylan yazmış, yönetmiş, oynamış. Karısını ve ailesinin diğer fertlerinide oynatmış. Çok az bütçe, çok az oyuncu, çok az konuşma, az kamera kullanılarak masrafsız yapılmış film. Para harcanmamış, gerçi harcanmasıda gerekmiyor ya, neyse.
Uzun zamandan beri hiç bir filmde bu kadar sıkılmamıştım. Sanat adına yapılan ve emek verilmiş eserleri eleştirmek hoş değil ama anlatılmak istenen bu kadar dolaylı yoldan anlatılmaya çalışılır vede izleyici enayi yerine konulursa bende rahatsız olurum. Bana göre sanat falan da yapılmamış. Kendi keyiflerine bir iki kamerayla bir film yapıp göndermişler etrafa. Üstelik cannes'da Fipresci ödülü almışlar...

Bazı klasikleri anlaması zordur, okurken ağır gelir yada bazı bestelerin zorluk dercesi vardır, zor üretilir, zor çalınır. Zor bir besteyi her şarkıcı okuyamaz yada okusada her insan beğenmeyebilir ama film öyle değil ki. Ben bile iddia ediyorum. Aynı konuyla ilgili daha güzel bir senaryo yazıp daha görsel bişeyler ortaya çıkarıp insanların verdiği paranın hakkını alacağı doygunlukla sinemadan çıkmasını sağlarım. Yaparım da...

Cumartesi, Ekim 28, 2006

Cenazem var indirdim kepengimi

İçimden gelmesine rağmen bugün yazmayıp cezalandıracaktım "ilkers"i ama genede duramadı parmaklarım. Kıpırdanıyorum sürekli olduğum yerde, benim hayvan depremi farketti, pek huysuz. Sığmıyo kabına.
Dolabımda asılı, pahalı, simsiyah kefen öylece asılı dururken; işlevini yitirip garlarda en arkaya çekilen belediye otobüsleri gibi insanı huzursuz etmekten başka bişey yapmıyor, cam kırığı gibi göz kapağıma yerleşmiş.
Göz bebeklerim kan içinde ama ovuşturarak acı acıyı söker belki diye küçük çocuk deneyleri üretiyorum kendi kendime. Bekliyorum biri farketsin de elime ayağıma vursun ama nerdeeeeee. Biliyorlar ufaklık dağ, ufaklık taş, ufaklık hangi cepheden yaralı dönmüş ki şimdi yıkılsın.
Kibrit fabrikasında büyütmüşler beni, ateşle oynayarak.

Cuma, Ekim 27, 2006

Üç mutsuz Bir mutluyu Götürür

Mutlumusun anketime bakıyorum da arada bir; çok fazla insan tıklamasada genede burdan bi şeyler çıkarmak, yorum yapmak mümkün. Bu zamana dek sadece bir kişi mutluyum demiş:) Al sana yorum işte. Daha ne diyebilirsinki."Mutsuzum"la, "çok şükür-karnımız tok" ise kafa kafaya. Ve bence aynı sonuç her ikiside.Karnın tok olması mutluluk için yeterli sebep olamayacağına göre mutsuzsun o zaman.

Çok merak ediyorum oraya tıklayan insanları ve bir dahaki ankete kimlerin tıkladığını gösteren bişeyler yapmaya çalışıcam mutlaka. Ortaya çıkacak duruma göre mutsuzlar vakfı kurarım belki mor çatı sığınma derneği gibi. Üç mutsuz bir araya gelince mutlu olurmuş gibi bir deyim getirebilirim belki literatüre yada genleriyle oynanıp devşirme mutlular oluşturulabilir diye de anatomik planlar yapabiliriz, neden olmasın...

İç dünyam ve düşüncelerimle ilgili yazdığım yazılardan sonra aldığım maillerde genelde ortak özellik benle aynı düşünceleri paylaşan insanların fazlalığı, kendimle ilgili ifade ettiğim duyguların onlarınkine olan benzerliği ve bunlardan bahsedilmesi, içe kapanık dünyalar ve nedense hep darbeli kadınlar tabi bunlar.Yavaş yavaş cemaatimi oluşturuyorum galiba bu şekilde.

Perdeleri yaz kış sonuna kadar çekili insanlardan oluşan bi topluluk bu. Yollarda yürürken giriş kat dairelerin içini röntgenlediklerinden şüpheleniyorum yan gözleriyle. Aradıkları ne bilemem ama sahip olamadıklarıdır muhtemelen. Adını koymadıkları, koyamadıkları kıskançlık tohumları büyüyor belki de içlerinde ama bişeyden eminim kahkaha atamıyorlar yüksek sesle, ağızlarını iki yana ayırarak. Dişleri bile gözükmüyo çoğunun güldüğünde.İlişkilerinde rolleri yok. Oyunu oynayan hep karşılarındakiler.

Ele ele dolaşan çiftleri gıptayla uzun uzun taciz edercesine süzdüklerini düşünüyorum ve kafalarında olumsuz cümlelerle onları eleştirdiklerini. Kahve fallarına düşmüşler eskisinden de beter kulaklarından gitmeyen hüzünlü şakıları dinleyerek.

Her defasında mailboxlarını açarken hayatlarına gelecek yeni bir rengin müjdecisini görecekler umuduyla ekrana bakıp hüsrana uğrayarak gözlerini boş boş karşılarında gezdiriyorlar. Aynı kaderi paylaşıyorlar kalabalık bir sürüyle. İyi de anlıyorlar birbirlerini. Yolda kaderdaşlar karşılaştıklarında göz kenarındaki hafif belirgin kırışıklar usulca selamlıyorlar birbirlerini. Sende bizdensin dercesine.

"Giz" ve "sak"ları fazla. karanlığı, mumu ve temiz kokuyu seven. Saklanmayı seven ama mutlaka bir yerlerde sobelenmişler istemeden. Ne sırtlarından ebenin vurduğu şamar acısı çıkmış nede kursaklarından yedikleri kazık.

Az kaldı kumpanyayı kuracağım.

Çarşamba, Ekim 25, 2006

Güle güle vançu

Uzun zamandır yanımda olan, kokusuna, yemeğine, içmesine, yanımda yaşamasına alıştığım e.cookerım yanımdan ayrıldı en sonunda. İnce hastalığıyla sahibinin üzülmesini istemeyecek kadar onurlu ve şerefli olan garip canlı dün kayboldu civarımdan, kendini uzaklara vurdu sonunda dayanamayarak. Şimdi nerdedir, çok da güç değil tahmin etmek ama eminim bu şekilde her ikimizide daha mutlu edeceği kesin.

Beraber geçirdiğimiz güzel günlerde dilinden anladığım kadarıyla her istediğini yerine getirmeye çalışıp onu sahip yerine koydum rolleri değişerek, mutlu bir canlı olması için. Gezmediği yerlerde gezdirip cinsinin sahip olamayacağı şartlarda, statüde yerlere soktum arada. Ama kaçak ama yasal. Hoş hatıralar, hafızamdan silinmeyecek şirinlikleri var. Bunun yanında hırçınlıkları ve saldırganlıkları da.

Koruduk ve korunduk onla beraber.
Bunun yanında çok da eğlendik. Şimdi maziye döneyim dersem gözler ıslanacak gene ama ne kadar asilmiş ki kendi yolunun kendi kaderinin simyacısı oldu.

Güle güle vançu. Güle güle. Sen asla unutulmazsın.

Salı, Ekim 24, 2006

Açılışı yaptım canım

Açılışı yaptım bu gece. 11 ay boyunca karaciğere vereceğim zararın başlangıcı için bu gece startı verdim. Unutmamışım. Unutmamışım bir aydır özlediğim içkinin tadını. Yüzmek gibi, bisiklete binmek gibi yerleştirmişim beynime meğer. İstediğim masayı kuramamış olup kafayı yeterince kıramasamda bu gece, genede hafiften cilalanıp yeşilköye daha bir hoş baktım.
Ettiğim sohbetten aldığım hazzı, sezen'in ikinci baharı verebilirmiydi bilemiyorum ama fena dokunaklı cümleler döküldü karşılıklı ağızlardan. Zor tuttum göz pınarlarımın musluklarını, içime dökülenleri hesaba katmazsam eğer.
Ne yakamoz nede ayışığı vardı tepemde. Arada içime çekerken parlayan sigaranın közü dışında gecemi aydınlatan uzaktan parlayan evlerin lambaları vardı sadece. Açıkçası cılızdı, değil benim gecemi kendi diplerine ışık vermeyen mumlar gibi cimri davranıp çevrelerine faydaları olmayacak kadar da pasiftiler. Denizde sessizdi. Gecenin ahengini bozacak ne bir gemi nede beyaz bir balina vardı görünürde. Çok sevdiğim yazdan geriye soğuk bir hava ve uzunkollu kazaklar kalmıştı .
Radyo bile kışlık şarkılar çalıyodu artık. Adını hatırlamadığım rus bir klasikçinin aklımda kalmayan sözü aklıma geldi, söyleyemedim.Aklıma yeterince gelmemiş meğer. Öylece uzun yemiş baykuş gibi kaldım yolun ortasında.
Dinlediğim radyoda gecenin yakalanmış büyüsü ne güzelde kullanılıyordu. Hiç sevmemiş, kalbini zincirle dolayıp asma kilitle kilitlemiş insanlar bile böylesi bir havada çaresizdiler eminim. Bir enstürman bir aşkın doğuşu gibi geldi. Düşünsene bi, kemanın nağmeleri nasılda ince bir sızı gibi acıtmadan akıyodu. Ne karşısında durabilirdi ki.Gece, alkol ve müzik. Doğru zamanda bu kombinasyon nelere kadir oluyor neler yaşatıyor bir bilsen, neleri düşünmüyorum ki! Yeri geliyor alice oluyorum harikalar diyarında, kimi zamanda guliver oluyorum cüceler ülkesinde. Pek güldürmesede "gül"iver ağızdan pek bir güzel çıkıveriyor. Yılmaz Erdoğan esprileri gibi.
Şehri uzaktan izledim bol bol, ne kadarda yalnız aslında bu gece istanbul. Sanki yitirdiği bişeyler vardı, bunun yanında ağlamak için nedenleri. Kentin üzerindeki bulutlar ağlamak yerine sadece siyaha boyamakla yetinmişlerdi gökyüzünü ve bu yeterince kasvetli hale getirebiliyordu heryanımı.
Ben bu gece açılışı yaptım, iyide yaptım.

Pazartesi, Ekim 23, 2006

Hangi Bayramlar

Yaş ilerledikçe herşey eskiyo. Maddesel eskimeler bi yana geçmişte kalan bayramlar hafızada nedense hoş ve belirgin bir anı olarak kalıyor. Bununda nedeni sanırım yaşlanma ile azalan heyecan duygusu ve bunun yanında geçmişle kıyaslama imkanı olmalı. Ne demişler giden geleni aratır. Bu sözü "giden bayramlar geleni aratır" şeklindede değiştirebilirim.
Küçükken bayram heyecanı daha bayramlık giyim alışverişinde başlardı. Sonrasında el öpme ile gelen paralar ve bunu boş boş harcayarak eğlenme işleri çok keyifliydi. Çok para kazanırdık bayramda. Bizim antepli ağalar böyle zamanlarda indirme yapmayı pek severlerdi. E bende pek sevilirdim. Bu yüzden sanırım, en fazla harçlığı ben toplardım.
Yaza denk gelen bayramlar tatile çıkmak demek olduğundan 80 ve 80'li yılların başlarındaki bayramlar daha bir unutulmazdı benim için. O zamanlar marmara çevresindeki ve kuzey egedeki tatil yöreleri pek bir gözdeydi. Bodrum'u Zeki Müren henüz yeni keşfetmiş, Turgut Özal göcek'e giriş yapmamıştı. Kenan Evren belki Cumhurbaşkanı bile olmamıştı ki armutlu yaşayacağı yer olsun. Yani insanlar erdek, ayvalık, altınolukla idare ediyor bodrum'un şimdiki işlevini ise kuşadası görüyordu.
Şimdiki gibi tur şirketleri de yoktu. Kredi kartları da. Beach, Dodo beach, Tam pansiyon, herşey dahil,tatil köyü, kültür turu, olimpik yüzme havuzu hatta yarı olimpik yüzme havuzu bile yoktu insanların önüne gelen seçenekler arasında. Yabancı isimli tatil köyleri yerine çiçek yada denizde yaşayan canlıların isimlerinin konulduğu pansiyonlar vardı bol bol, ve kirece boyanmış bembeyaz. Fişe takılınca tüm sinekleri mat eden tabletlerde yoktu piyasada ve ellerimizde sinek öldürücü plastik raketlerle nöbetleşe uyurduk. Tuvaletler bile ortaklaşa kullanılırdı. Özenle mi seçilirdi bu pansiyonların sahipleri bilinmez ama uzaktaki bir akrabanızın evinde kalmış hissi verirdi bu cici insanların evlerinde kalmak. Güzeldi o günler...
Şimdiki zaman ;

İğrenç bir arefe gecesi sonrası bayramın ilk günü. Kaçtığım, kovalandığım, huzursuz olduğum. Girmek istemediğim dipsiz bir kuyuya zorla çekilip beni yırtıcı hayvanların parçalaması hissi. Bunları yaşamak istemiyorum artık. Ben karanlıktan korkuyorum hala ve inan çocuksu bayramlarım bu günlerin ertesinde gelecek, senin bayramların gibi.

Pazar, Ekim 22, 2006

Çıkmazdan çıkmak için çıkarılmayı bekliyorum...

Kuzeyim, güneyim birbirine girdi. Önümden arkamdan sobelenmişim. Mutlaka ileri sarmam lazım, hızlı geçsin istiyorum bu aralar hayatımı ama "fw" düğmesi koymamışlar doğarken vücuduma, standart paket almışlar; belkide daha ucuz olsun diye.

Herşey karmakarışık gene, hiç böyle olmamıştım, olmamıştı böyle dengezsiz bir denge.Yılan bile yok şimdi sarılacak.Öylece melülleşmişim, pusmuşum ayakta, namlu görmüş silahsız asker gibi. Dediğim gibi sobelenmişim heryerden. Düşünüyorum isyankar falan olmam lazım yada fena can yakan bir hayat kıyıcısı ki tek başıma tüm faturaları ödeyeyim, verecek bir hesabım olsun. Hepsi boş, bol soru işaretli düşünceler. Çıkmazdan çıkmak için çıkarılmayı bekliyorum...
Ahmet Kaya dinlemeye başladım gene. Onu dinlemek böyle zamanlarda enteresan bir hüzün, sıkıntı yaratıyor içimde. Sanki acıyan yerlerimi dahada bi acıtıyorum. İçimde gezen küçücük bi virüs olsa dahi bu tınılarla komple tüm organlara dağıtıp hastalıyorum kendimi. Hastalamak...
Yeni soktum bu kelimeyi literatürüme.
Müjgan çalıyo şimdi. Ağlaşılan müjgan. Kirpiğin üst kağapı yani... Nasıl yazmış Atilla İlhan, nasıl döküldü bu duygular o kalemden, neyin kafasıydı kimbilir yaşadığı ki şimdi bile hissedebiliniyor arada bi dijital bi ekran olmasına rağmen. Belkide sessiz bir klavyeden yazılmadığı için bu kadar dokunuyo.
Daktiloyla yazılmış, daktilo şakırdısıyla ifade edilmiş ruh ezgileri, şiirler, öyküler daha bi gerçek geliyo bana. Daha doğrusal ve yanlış yazılsa bile sonradan değiştirilemeyecek kadar güçlü basılmış tuşlar, deleteden uzak. Gerişi dönüşü yok yani, sen var desende yok... Hayat gibi. "Rew" yok güzelim hep "fw" var.

Cuma, Ekim 20, 2006

Yazıyorum dikenlerin üstüne..!

Yüzümde ve başımın üzerinde hissetmediğim yoğun sıcaklık tekrar nüksetti. Ateş gibiyim ama yakmıyorum ; sadece içten yanıyorum. Soğuk günlerin peşi sıra gelen güzelliklerle birlikte yaşamamam gereken şeyleride tekrar yaşamaya başladım.

Bu aralar tamamen hakimiyeti kaybettiğimi hissediyorum. Direksiyonu sımsıkı kavramışım, hatta ellerim bile terlemiş sıkmaktan ama hayat tanrısı her zamanki bencilliğiyle mevsimlerimi değiştirmeye devam ediyor. Yani öylece cruise controle bağlamışken herşeyi, tak diye bir yumru kalıveriyor gırtlağımda. Yut yutabilirsen. Üzerine ne içsen çare yok. Kısacası bizim araç ya takla atıyor yada atmak üzere.Huzurlu yaşamanın kolay bi reçetesi olmalı aslında. Kafan bozuldumu buzdolabından yada torpidodan kolayca ulaşabilmelisin acil huzur vericine. Yada, eskiden yangında ilk kurtarılacak yazan dolaplar vardı kamuda. Onun gibi "huzursuzken ilk alınacak" gibi acil önlem planı falan alınmalı.

Dün çokda yaşlı olmayan ama çok yaşlı görünen biriyle tanıştım. Fotoğrafı üstte. İki torunuyla öylece karşımdaydı. Gülümsemesini istedim o da beni kırmadı. Sanki buruşmuş yüzüne inat öyle bir gülümsediki, sanırsın ekim ayında gül goncaları patladı yanağında . İki oğlu varmış boş gezen, birer de torun. Başka dedim? Cebimde 10 milyon var dedi ve gülümseye devam etti. Hiçbir güvencesi yokmuş hayatta, ağzında olmayan dişler gibi. O an keşkeleri sıraladım kafamda. Keşke bi cin olsaydım okşanmayıncada lambadan çıkan ve yağdırsaydım paraları amcanın ceplerine diye. Karşılıklı hoş cümlelerle noktaladık sohbetimizi...

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Yollardan yazdım

Ne zaman tekerlekli bir araçla uzun yola çıksam aynı farklı duygular içerisine girip kopuyorum herşeyden. Resetleniyorum adeta. Arabanın yan camından görüntü sürekli akıp değişirken binlerce farklı görüntüde kafamda yer değiştiriyor. Bölgelere göre farklı moda girmek gibi doğal yeteneğim var ve bunu her koşulda kullanıyor melankolik bünyem. Ege ve akdeniz'e sürekli güneşli havalarda gittiğim içinmidir bilmiyorum ama o tarafa yaptığım yolculukları daha çok seviyorum daha pozitif oluyorum.

Bu seferki yolculuk içanadolu'ya oldu. Yağmurlu bir gece şafağa doğru çıktık yola. Gökler bile ağlıyodu adeta gidişime. Belkide arkamızdan su döküyordu birileri, bilinmez...
Yeşil oranı oldukça azalırmış bu mevsimde, sıcaklık gibi. Kahverengi ve gri tonları kimileri için pek romantik olabilir ama benim için iç karartıp depresriv hale getirmek dışında pek bişey ifade etmiyor. Sonbaharla değişen bişeyim yok yani ne beklediğim nede beklettiğim. Yağmur eşliğinde geçti saatler yolda. Lüp lüp diye binlerce beyaz çizgi yuttuk karayolunda. Bunu izlemek, gözü asfaltın üzerindeki çizgilere kilitlemek yogada kullanılan nefes kontrolü benzeri bişey veriyo insana. Sinirleri alıyo sanki başka bişey düşündürmediği için ama hızlandıkça bunu yapmak güçleşiyo ve tekrar başladığım yere dönebiliyorum.

Hep merak ettiğim yada yapmak istediğim şeyler vardır. Bunlardan biride şehirlerarası yollarla ilgili aslında. Hızla arabamla ilerlerken ardımda binlerce tabela bırakırım gideceğim yere varana kadar. Bunlardan özellikle paslanmış, çürümüş hatta mermi deliklerine sahip daha önce hiç duymadığım isimler yazan tabelalar çok ilgimi çeker. Önceleri tabelalara üzülürdüm. Kimsesiz bi yaşlı insan gibi terk edilmiş ve bakımsız olmalarına üzülürdüm.
Sonraları oraları merak eder hale geldim. Acaba kimler yaşar buralarda ? Nasıl hayatları vardır yada hayat denen şey nedir onlar için. Böyle cansız bir işaret levhasının gösterdiği yerde ne kadar hayat yaşayabilir ki derim içimden...
Bahsettiğim tabelaların işaret ettiği yerin devamında hep ince mıcırlı yollar var. Sessiz ve gizemli dar koridor uzağa doğru uzanan. Kimsecikler olmaz, in ve cinler dışında.

Şimdi küçük soğuk ve dar sokaklı bir içanadolu kentindeyim. Yalnızım her zamanki gibi ama çokda yalnız sayılmam artık...

Salı, Ekim 17, 2006

Anka bombası oldum, kendimi şarapnellerden yarattım

Filmlerde esas oğlan stratejik açıdan çok önemli bir yere kurulmuş olan bomba düzeneğine hep kolay ulaşır. İşin zor kısmı renkli kablolardan hangisini çekerse bomba devredışı kalabilir diye düşündüğü ve uygulamaya geçtiği zamanlardır. Mavimi kırmızımı diye ter döker ama sonunda hep mutlu sona ulaşır. Genelde hepde mavidir. Esas kız herşey bitince ortaya çıkar ve tozlu topraklı olan kahraman delikanlının dudaklarına kocaman bi öpücük kondururur film biter.
Peki ben naaptım? Kahraman ben. Kırmızıyı seçtim direk...
Şahdamarımı yani. Bilerek yaptım bu seçimi üstelik binlerce alternatif vardı kendimi patlatmamak adına ama bu harakiriyi yapmayı yeğledim. Şahdamarımı çekip fiyonk yaptım, üstüne birde kördüğüm yaptım. Patladım, parçalandım belki ama anka bombası oldum ve kendimi şarapnellerden tekrar geri yarattım. Meğer makus talih ilk kez bana geçde olsa gülmüş bu sayede. Cennetteyim ben şimdi. Bizim damarı anahtarlık yaptım sallaya sallaya geziyorum... Patlak patlak geziyorum ama gülebiliyorum artık bunu dün gece daha iyi anladım...

Pazar, Ekim 15, 2006

Taksim...


Öz kankam geldi geçen hafta münihten. Dağılmış, toparlanmak üzere buraya geldi. Bende toparlamakla görevliydim. Cuma ve cumartesi geceleri konuşarak sabahı yaptık. Çok şey varmış msn ve telefonda paylaşılmamış olan. Ne varsa döktük ortaya iyide kaynattık . Paylaşımların çokluğundanmıdır yoksa güvendenmi bilmem ama çocuksu yanımızı saklamaya gerek duymadığımız için birbirimizden , konuşalanlarda havada değil rakı mezesi gbi yarıyo insana rahatlatıyor. Alkolsüz bi haftasonuydu gene benim için. Son hafta ve son -ya sabırdı.
Pazar gününü fotoğraf çekmeye ayırdık. Erken saatte çıkıp günü kaçırmadan akşamları görmediğimiz, göremediğimiz yerleri hatta gençliğimizin gecelerinin geçtiği yerlerin gündüzlerinin resmini dökmek istedik.
İstiklalden başladık tavafa. İlk gördüğümüz kalabalık çevik kuvvet'in kalabalığıydı. Francesca konsolosluğunun önüne ve yanına öbeklenmişlerdi. Hiç olmak istemediğimi düşündüm onların yerinde. Bekleşiyorlardı garip bi şekilde, boş boş... Deklanşöre sürekli basıyorum bu arada. Ne dikkatimi çekse şırrraaaak. Fotoğrafçı havasına fena girmişim.
Yolumuza kesik kesik deva etmeye başladık. Az ilerimizde F tipi cezaevini protesto eden yaklaşık 30 kişilik enteresan bir kalabalık vardı. Ellerinde bir pankart ve megafon üzerlerinde tek tip turucu kıyafet hazırız dercesine gelmişlerdi istiklale. Cılızca çıkıyordu megafan akabinde çıkan sesleri. Çoğu neden orda olduklarının bile farkında değildi eminim ama sürü psikolojisi kokuyodu ortalık... Aklıma van'da uçurumdan atlayıp telef olan binlerce koyun geldi...
Yolumuza devam ettik. Bi kaç kilise, nevizade, çiçek pasajı, balık pazarı ve galatasaray lisesi'ni fotoğrafladık. ( Arada bi kaç yerdende kovulduk. Buraların ismini vermiycem çünkü onlar için bazı eylem planlarım var.)
Bundan sonra günün en şaşırtıcı olayını yaşadım. kafam yarıldı diyebilirim. Karşımıza kasaplar çıktı:)) Ne için yürüyorlardı onlar bilmiyorum ama çok komiktiler. Garip dövizler taşıyorlardı ellerinde ama sessizce yürüyorlardı. Et ve sütle ilgili yazılar vardı. Bunları da fotoğrafladım hemde hiçbiri "çekme lan" demedi...
Fransız sokağına gittik henüz açılmamış barların teraslarından istanbulu çektik. Yeni arkadaşlar ekledik hanemize arada... Ve çokda güzel mekanlar keşfettim. Kışı nerelerde geçireceğimi biliyorum yani artık..
Tekrar istiklale çıkıp galataya doğru devam ettik. Yıllardı görürüm uzaktak kuleyi ama bu kadar yüksek olduğunu bilmiyordum. Hazerfan'ın yerinde olsam değil uçmak burda bunge jumping bile yapardım o imkanlarla. Etkileyici bi yapıymış, çokda yüksek. Sahip olduğu açı tüm istanbul'a görmeye yetecek kadar geniş.
Dönüştede BBP partisinin yürüyüşü vardı. Mehter marşlarıyla ilerliyorlardı taksime doğru. Orhan Pamuk ve Francesca'ydı hedef. (Bu iki konuyla ilgili benimde söyleyeceklerim var bu arada. Yarın niğde'ye gideceğim ve yazmak için sanırım çok vaktim olacak. Cuma gönü eve dönjem) Cesurca yazılmış pankartlarla caddeyi arşınlayan partililer kaybolmaya yüz tutmuş aşağı sallanan "milliyetçi bıyık" ekolünü tekrar geri getirmiş gibiydiler. Gülüyorları yüzler ve 20'li yaşlara yakın olanları pek bi hırslı bakıyorlardı etrafa. Galatasaraylı görmüş Fenerbahçe gibiydiler.

İstanbul kazanında kepçeydim bugün... Yazacak çok şey vardı bir kısmını yazdım.Uyumam lazım. Boşluklar yarın dolacak. Yazacak çok şey birikti.

taksim

 Posted by Picasa

Perşembe, Ekim 12, 2006

Bla bla bla...

Hiç erken kalkmayı sevmediğim gibi erken yatmayıda sevmedim nedense!
Sağolsun güzel şansımda bu konuda hep beni yalnız bıraktı.
Liseye kadar hep sabahçıydım ve sevgili babam uykumun en güzel yerinde, sabahın köründe yorganımı üzerimden bir sihirbaz gibi çekti aldı senelerce... Nasıl 2 parmakla koskoca yorgan bi anda yok olur hiç anlayamadım. Kışın soğuk sabahlarında en nefret ettiğim şeydi bu. Gözlerimi açmadan yorganın üstüme tekrar konmasını beklerdim ama boşa beklerdim hep... Sıcak yatak gibisi yokmuş bunu askerde daha ii anladım.
Okulda geç kalanlar sırasına her sabah dahil olmak yeni bir sınıfın öğrencisi olmak gibiydi. Hep aynı kaderdaşlarımla beraber olurduk nedense o sırada. İyi bişeydi sınıfa öğretmenden sonra girmek, bir assolist gibi. Bütün gözler bana uzunları yakmış taksi gibi bakarken en arka duvar dibindeki kombineme gider sessizce otururdum.
Okulda yaz tatillerini iple çekerdim hep. Nede olsa çok uyku, çok gezmek demekti tatilin o zamanlarki açılımı.. Ama hep bi dert vardı yazlarıda. Ya işe giderdim zorla, evde oturmamak için yada bir kurs çıkarırlardı bana. Adam olcaz diye tıpış tıpış giderdik. Ev esareti dediğim dönemdi o yıllar..
Birgün birde baktım asker olmuşum. Burda babamın yerini sabah 5te ellerindeki palaskayı bir aslan terbiyecisi edasıyla ranzalara vuran hatta kamçılayan vede koğuş kalk diye böğüren gür sesli çavuşlar almıştı. Çok kalayladım onları içimden çoook.
Şimdi cep telefonu kulanıyorum sabah kalkmak için. Alarmı özellikle uyanacağım saatin bir saat gerisine kuruyor o çaldıkça ben erteliyorum. O çalıyor ben erteliyorum...
Bakalım bundan sonraki aşama ne olacak!



Pazar, Ekim 08, 2006

Boş geziyorum

Çok sevdiğim maviyi, griye dönüştürmeyi becerdiğim zamandan beri, kuşandığım duygusal silahlarımıda kapımın arkasındaki askıya astım. Kendi rızamla. Yastığımın altı boş ve gene boş çıkıyorum dışarı, korkmadan. Böylesi daha rahat oluyormuş.
Sosyalleşiyoruz hızla, intihar kuşları beslemeye başladım küçük terasta. Hep filmlerde gördüğüm basit sinekliklerden yuvaları var. İyi geldi bu meşgale. Geceleri salıyorum gökyüzüne, başımın üstünde dolaşsınlar diye, sessizce. Çığlığa kurdum onları. Herkesi uyandırmaya yetecek kadar.
Salaş hayat rahat hayat. Makyajsızım gece gündüz. Çapaklarımlada barıştım, onlarla geziyorum bu ara. Sakallarım gözlerime kadar çoğaldı, rüzgarla kaşağılıyor ellerimi içinde kaybediyorum. Beyazlar hakim oldu her yere. Ak sakallı dede olcam teklif gelirse, rüyalarda gezmek için.

Cumartesi, Ekim 07, 2006

Hapşu dediğin zaman çok yaşa demeli

Enteresan bir günde, karşılaşmamam gereken bir zamanda ve yerde hayatımda gördüğüm en şeker şarapçıyla tanışma fırsatna nail oldum. Aramızda çabucak gelişen sohbet bi yerden sonra ilişkilere geldi doğal olarak.
Kendince bişeyler çıkardı ağzından, çok da hoşuma gitti aslında...
"Hapşu dediğin zaman çok yaşa demeli, en fazla yan odadan.
Eve girdiğinde elinden poşetleri almalı.
Seyrettiğin filmi senle çekiştirecek, küvete döktüğün kılların hesabını soracak, ateşin çıktımı alnına bez koyacak biri olmalı...
Sende gör demelisinki, çok yaşayasın. Nane limon kabuğu bahane...
Yoksa tohumların serpileceği bir tarla, kötü o zaman dedi bana.

Cuma, Ekim 06, 2006

Bla bla bla...

Pek fazla şeyde yok galiba bir kitabı ikinci kez okumanın verdiği tat. Ne rakının ilk yudumunun boğazdan mideye giderken bıraktığı acımtırak tatdan sonrakiler, ne ikinci dokunuşun verdiği heyecan nede ilk kazandığın paranın devamı. Hatta ikinci sızın... Herşey yalama oluyo bir süreden sonra ama ilkin yerini tutmuyor, yanından bile geçmiyor. Kaşarlanmak, olgunlaşmak, körelmek v.s. adını sen ne koyarsan koy artık.Kitaplar için kim demişse en iyi arkadaş doğru söylemiş aslında. Üstad kavramış gerçeği, boş konuşmamış diğer sözlerin ataları gibi... (Düşününce bi sürüde dravdan konmuş atasözleride varya o da başka bir yazı konusu.)Şöyle kitaplığıma bakınca her dönemime tanıklık etmiş bir kitap mevcut. İşin enteresan tarafı önemli olan herşeyi mazide bırakan balık hafızam, bunları ne zaman, nerde, ne şartlarda okuduğumu kesinlikle silmiyo. Maddi değeri 3. şahsa sıfır ama egosal tatmin açısından iyi hazine benim için. Derler ya tarihsiz toplumlar temelsizdir diye. Bende bilinçaltıma buna paralel yerleştirdim galiba bu şekilde saçma bir temeli. Yani şanlı tarihimizi oluşturmuşuz kitaplığımızda bu da böyle biline...

Pullu ve okundu mühürlü beyaz bir zarf açmayalı uzun yıllar olmuş. Mektup bile nostaljik bir kavram olabiliyormuş meğer; bir arkadaştan gelmiş bile olsa...Herşeye rağmen uzun zamandır yenmemiş bir haltın tadını verdi, iyi geldi...

Perşembe, Ekim 05, 2006

Güneşin denizdeki hali bir bebek gülümseyişi ...

Boğaz'a yolum düştü geçende; güneşin denizdeki hali bir bebek gülümseyişi ...
Portakal olmuş kasım'a 1 kala, biten yazın son çırpınışları, sıcak diyarlara uçup giden kuşların kanat sesiydi sanki.
Hüzün, hicaz hepsi var bunlarla beraber bu şehirde şimdi. Resim, şiir ve beste yapmak neden bu kadar kolay istanbul'da şimdi çok daha iyi anlıyorum. Bunları yapanların neden bir süre sonra İstanbul'dan kaçtıklarınıda..!
Ucuz meyhanenelerden yükselen keman, klarnet iksirleri firar pompalıyor kulaklarıma kaçmam için.
Keşke yeteri kadar cesaretim olsada kalkan ilk otobüsü çevirip güneşi kovalayabilsem.
Farklı coğrafyalar ilacı, değişikler iyi gelicek eminim, birde hayat devriyesi olmasa ensemde...
İlk fırsatta ege'de olmak istiyorum. Egeli olmak istiyorum.Ayak yakmayan kumsallarda, aylaklar gibi yan gelip yatıp, akşamı etmek ve hiç ayılmadan içmek.
Dönüşü olmayan biletle, tüm gemileri yakarak egeye gitmek istiyorum.

Salı, Ekim 03, 2006

hayat sen ne ...tansın yaaaaaaaaa

Düşündümde, hayatı bir müsabaka olarak kabul edip gidişat durumuna göre bir değerlendirme yapınca, doğuştan mağlup başlayanlar, galip dünyaya gelenlerden daha şanslı oluyorlar.Şöyle bakınca mağlupların mutlaka bir yerde dönüm noktaları var, bi şekilde zaten kazanmış oldukları bağışıklık onları koruyor, isteselerde istemeselerde hayat onlara istediklerini bi yerde veriyor ve mutlaka karşı tarafının ayağını tökezletip hadi sıran geldi vur gözünün istiyo diyor.
Biliyorki o yumruk ıskalasa bumerang olup kendisine dönecek. Döndürmüyor bu yüzden. Hakkını iyi kullanıyo yani.
Sen düşündünmü hangi gruptansın. Ben senin yerine düşündüm. Sen şakşakçılardansın, galip geleceği alkışlayanlardan. Kimsen artık!

Pazartesi, Ekim 02, 2006

pert olmuş

Genelde kaza geliyorum demez.
Kimi zamansa bağıra bağıra gelir.
Biranda olur, biter yaşanır herşey. Ne fren nede ABS, anlıycaaan durmak hikaye...
Biri var tanıdığım...
Taklaya gelmiş, pert olmuş.
Fena patlamış.
Ohh mu dedin...
Hadi canım:)