Çarşamba, Aralık 17, 2008

...

Soluk almadığımı fark ediyorum bazen, vücudumun değil de ruhumun. Ertelediklerim, uzaklaştırdıklarım belki de unuttuklarım yaşamsal doğal ihtyaçlarımın en önemlisini kaybediyormuşum hissini veriyor kimi zaman.
Kendime kendim olduğumu hatırlatan, manevi enerji depomu dolduran sevdiğim insan kokusu dışında, sahibesi tarafından sımsıkı sarılan bedenimden başka “varım” dedirtecek birşey gelmiyor aklıma.

Dağılmış bir mutfakta, iki-üç parçaya ayrılmış tabak gibi birisi gelip yapıştırıyor, bir diğeri gelip tekrar sağlamlaştırmaya, yamamaya çalışıyor ve sonrasında bir şekilde tekrar kırarak hızla uzaklaşıyor.
Yani çabalar ne mutfağın toplanmasına nede tabağın orjinal haline dönmesine yarıyor.
“Uzak durun” yada “yaklaşmayın”la başlayan cümleler kurmak yerine, mazoşistce davranan bünye yeni onarıcılara daha doğrusu yeni kırıcılara kucak açıyor adeta. Akıllanmıyor...

Pazartesi, Aralık 15, 2008

Samimi bir bardak çay

Sandığın gibi değil hiçbirşey...
Karışmış, iç içe geçmiş rüyalarım,
Midemdeki asit oranı sanki arşa değecek,
Ve en rahata erdim dediğim anda giren kramplar,
Sıçratıyor beni...
Sıçratıyor her seferinde bir öncekinden daha da yükseğe.
Bir kaşığa biraz da suya ihtiyacım var boğulmak için.
Kaç çemberden geçmişim,
Kaç savaştan çıkmışım sayısını hattırlamadığım,
Merdivenleri zorlukla çıkmış yaşlı bir adam yorgunluğuyla,
Yılmış, sınırlanmışım.
Korkutuyor gece odama giren ağaç gölgeleri,
Isırıyor beni çıplak yakalayan rüzgar,
Çok acıyor canım...
Çoook.

Perşembe, Aralık 04, 2008

 
Posted by Picasa


33’e çeyrek kala emeklemeyi öğreniyorum. Saati durdurdum, dolabımda boş parfum şişelerimin yanına kaldırdım. Ne zaman zamanla ilgili bir cevaba ihtiyacım olur o zaman saatimi koluma takmış ve emeklemeden sonraki aşamaya geçmişim demektir, bu da adaklarımın adanması anlamında mutlu sona doğru ilerlediğimi gösterir. Her ne kadar karmaşık görünsede çıkış pusulam, göründüğü gibi değil; “adım” atmak kafii benim için...
Türk filmi kıvamıda da denilebilir aslında durum için, mutlu sonla biten acıklı senaryolar gibi.
İçinde acı, tatlı, tatsız, aşk, anti aşk herşey var. Tek eksik çalıkuşu...

Bir sürü hayal ve projeye her daim gebedir küçük aklım. Gün geçmez ki yeni bir plan yapmiyim yada hedeflemiyim. Bu şekilde ki örneklere yapılması pek zor olmasa da, oldum olası yapmayı isteyip de bir türlü yapamadığım yağmur altında sırıl sıklam olana dek yürümek gibi isteğim vardı. Şemsiyeyle dolaşmayı hiç sevmem ama nedense şimdiye kadar dediğim şekilde ıslanamamıştım taa ki bugüne kadar. Engin abimi de kaybetmişiz meğer. İçim kan ağladıkça yağmur yağdı, yağmur yağdıkça da ben ıslandım; karıştım kendi kendime. Nasıl adlandırılır bilemiyorum acının büyüklüğü ama eksiklik en işlevsel organın eksikliğiyle eşdeğer.

Lodos var denizlerimde, karaya oturmaya hazır da gemiler. Kılavuz kaptan bir yere kadar kurtarıyor gemiyi. Titanik olsan kifayetsizsin kader karşısında. Herşey boş...

Çarşamba, Kasım 26, 2008

Küçük çocuklara uyurken anlatılan sevimli, sıcacık hikayeler gibisin, dinliyorum seni.Dinliyorum ve süzgeçimden geçirmeden akıtıyorum olduğun gibi içime. Neyle kıyaslanır bilmiyorum duyduğum haz. Tek bildiğim akarın daim olması.

Oysa karda kaybolmuş, yenilmiştim. Yolları karla kaplanmış bir dağ köyüydüm, sıcacık kalbinse hayata bağlanmamı sağlayan tek yol için kurtarıcı…

Unutturduğun bir mutsuzluk, gri gökyüzü ve melankolik yazılarıma ilham veren,kömürden hatta ziftten kara bir içdünyam vardı.Şaşırıyor duyanlar ama evet yazamıyorum sayende. Hatırlamak istemediğim hatıralar, mazide kalan yalnızlığımla yazılarımı kilitli bir odaya hapsetmiş sanki…

Çarşamba, Kasım 05, 2008

Yeşil ışık beklenmiyormuş bir saatten sonra...

Karanlıkta ayak seslerini duyduğum, ardımdan gelen fakat yüzünü bir türlü göremediğim bir adam varmış hissi var tıpkı ucuz gerilim filmlerindekinden. Ardıma bakmaya korkuyorum, çekiniyorum sanırım, yabancı bir eve ilk kez girmiş çocuk tedirginliği benimkisi belki de. Hala ordaysa göz göze gelmek istemediğimden eminim fakat nasıl bir reaksiyon göstereceğim ondan da emin değilim sanırım. Her halikarda giderek kaygılarımı azaltan zaman kavramı gene bir merhem gibi kendisini emdiriyor yarama.
Zaman sanki gizli bir örtü, bir yara bandı, bir sığınak, bir tıkaç, faydalı bir ilaç adeta. Doğru dakikada oyuna sokulmuş skoru değiştiren oyuncu resmen ve dünyada hem işe yarayıp hemde bedel ödenmeyen tek faydalı şey belki de.

Yeşil ışık beklenmiyormuş bir saatten sonra...
Dün gece şimşek çaktı birden ege semalarında, canımla . O zaman aklıma geldi, dur'dan sonra. Enteresan role bürünüyor geceler, trafik ışıkları bile eğiliyor önünde ay dede'nin ve rengine bakılmıyor hiçbirşeyin hele hele yerinde durmak için asla.
Sarı ve kırmızı bir saatten sonra "Zaman" kaybıymış...

Silüet

Bu kadar sabun olmasaydın hayatının ellerinde;
kayıp gitmezdin,
düşemezdin ki.
Acıdır tahmnin ediyorum,
Hiç yapmadığım kadar empati yapıyorum.
Ama!!!
Ben sustum...

Çarşamba, Ekim 29, 2008

Sen Kış Olmuşsun Bende Kışkışlamışım...

Koskoca bir şehir yavaş yavaş güz parfümünü sıkınıyor üzerine. Güneş ev sahibine küsmüş, alıngan çok yakın bir akraba gibi. Şimdi küsüp gidiyorum ama seneye bir şekilde barışır her sene olduğu gibi geri gelirim edasıyla yavaş yavaş arabasının arka camından, cılız iç burkan bir ifadeyle el sallayarak veda ediyor sanki. Acelesi yok gibi fakat düşük viteste de olsa gideceği öylesine aşikar ki...

Takip edesim var, fırsat olsa peşinden ayrılmamaya, yokluğunu yaşamamak için sürekli yanında olmak gibi gerçekleşmesi çok güç planlarım var, askıda kalacak olan. Nedense bu fikir 80 günde balonla devri alemi çağrıştırıyor bana. Sanki bu kovalamaca atraksiyonu için en iyi araç balonmuş gibi. En iyi araç balon olmasa da balon fikirler kandaki kötü hücre gibi öylesine hızlı ürüyor ve çoğalıyor ki, imalat hızımla gurur duyuyorum...

Güneş dedim, kovalamaca dedim aslında sonbahar ve kış sendromum var benim, pazartesicilere inat. Sevmiyorum soğuğu, kalın esvabı, uzun bağcıklı botları, hele hele tenimin bile öğürdüğü kaşındıran kazakları. Neden sevilmeyen şeyler daha uzun soluklu olur bilemiyorum ama sanki sevilmeyen insanlar da daha uzun yaşıyor, kış gibi...

Kış dediğim zaman soğuk, soğuk dediğim zamansa solgun, bütün bunları toplayınca da anadolu ve Ankara geliyor aklıma. Ne Ankara ne de Ankara'lılar la ilgili bugünüme getirdiğim herhangi bir hediye olmamasına rağmen, yüzü asık, aynı yöne doğru yürüyen tek tip ve soluk renkli elbiselere bürünmüş memur tipli insanlar geliyor aklıma. Aynı yazılım yüklenmiş seri üretim androidler tüm şehre hakim olmuş, adeta ele geçirmişler sahipsiz gibi görünen bu şehri...

Sobalarında yakılan lastikle varoş mahallelerin gökyüzüyle bağlantıları kesilir, gündüz saatlerinde akşamı yaşıyormuşsun hüznü çöker bu melankolik kentde, çok geçmişte de olsa bu yaşadıklarım.

Ankara'da ayrı bir sonbahar ayrı bir kış yani. Sevmediğim, yaşamak istemediğim.
"Denizlerime öyle uzak ki!"




Avcı'ma...

Salı, Ekim 28, 2008

Eylül'üm 26'm

Bazen olur ya; çok açsındır,
Fırından gelen yeni çıkmış sıcak ekmek kokusu misdir o an;
Bazen de masum bir bebeyi koklamak.
Misin de misidir bebişler, sanki Allah koklayıp içimize çekmemiz için yaratmış!
Bir koku daha var bunlar gibi! Sen gittikten sonra bende kalan...

İçime ektim seni, kendin filizlendin.
Benimle büyüyceksin...

Cuma, Ekim 24, 2008

Hayat da kortizon değil mi?
Bir yanım acılardan soğan tesirli bomba olmuş,
Gözlerim kermit.
Sol yanımdaysa kalbim vardı,
Artık sağda da sen varsın;
Sağ yanım gerçek canımsın.
Umarım beni anlarsın...

Pazar, Ekim 19, 2008

Bir çığ düşün ama tersten. Son hali, yani dağın eteğinde son bulduğunda ki, son hacme ulaşan durumu dev bir kütle değil de küçücük bir kartopu olsun.
Zirveden koptuğunda, büyük olsun aşağı inene kadar avuç içine sığacak hale gelsin.

Ya da bir yağmur damlası...
Damlayan tanecik göl oluşturmasında, koca bir gölün havzasından boşalan su elineulaştığında sadece bir damlacık olsun.Tersine yani.

Birde supermeni düşün.

Bence düşünmemek daha iyi...

Cumartesi, Ekim 18, 2008

Cumartesi...

Kanun, klarnet ve keman varsa yakınında çalan, geriye sulanmış boş gözlerle etrafa bakmaktan, geçmiş zamanı düşünmekten yada bulunduğun kötü durumdan nasıl sıyrılacağını kafanda kurmaktan başka yapabileceğin birşey kalmıyor bu tip zamanlarda eşlik eden rakıyı içmekten başka. Rakın var mı dersen yok. Çingene arkadaşlarımdan da kimse yok ne yazık ki.

Sadece gaipten gelen yalnızlık senfonisi, nakaratta "hadi gelin üstüme korkmuyorum" yankılana yankılana geliyor kulağıma. Bu ses nerede olduğumu hatırlamak konusunda gayet yardmcı oluyor.

Garip bir savaşın içerisindeyim, pusunun en kalleşine düşmüş, dere yatağının tam ortasında yakalanmışım, silahsız. Silahtan vazgeçtim, üzerimi örtmeye elbisem yok, çırılçıplak kala kalmışım. Hakimden üzerime yağmur gbi mermi yağıyor, ardına gizleneceğim ne bir kaya nede bir kuvvet var bana yardım edecek.

Ellerimin bir türlü yetişemediği koca bir sivilce var sırtımda patlatılması gereken. Eğiliyorum, bükülüyorum fakat nafile, bir türlü yetişemiyorum. Aynalar kendi kendine düzeleceğini, iyileşeceğimi söylüyor fakat duymak istemiyorum gördüklerimi. Galiba en acı gelende bu bana. Müdahale edememenin acizliği.

Sol yanım sağına küsmüş. Bir yanıylada yardımına muhtaç. Hem küs ol, hemde küs olduğun dostundan medet um. Farklı bir huzursuzluk yaşıyorlar her hallerinden belli. Neyse ki sağım yüksek hoşgörüye sahip de, hem kendi hem de kadim dostunun görevini yerine getirmeye çalışıyor fakat gidebileceği bir noktadan da öteye geçemiyor, bu tek kişilik imecede.

Bazen gözlerimi sabaha açtığımda nerdeyim diyorum. Çok garip geliyor artık bir süreden sonra ait olmadığın yerde uyanıp da içinden geçenleri yapamamak...

Bazende sıralamasını yaptığım, en sevdiğim ama bir türlü gidemediğim uzak gidilecek yerler arasında en baştaki ülkede olduğuma inandırmaya çalışıyorum kendimi. Genelde uzun koşu yada tırmanışlarda yaptığım hatta uzun intikallerde bile kullandığım, kendi icadım olduğunu zannettiğim bana doping etkisi yapan düşsel aldatmacalar burada pek inandırıcı olmuyor, işe yaramıyor. Karanlıkta yaşadığım uzun süreç ve çektiğim bedensel acı oynadığım oyunu ne yazık ki reddediyor. Sinir bozucu gidişatın bir kez daha gerisinde kalıyorum.

Eski Türk filmlerindeki kötü adamlar gibi hissediyorum kendimi. Sebepsiz kavgalar çıkarmak, ortalığıkırıp dökmek, rahatlamak istiyorum bu şekilde. Kan dolaşımım, lav dolaşımına dönüşmüş durumda. Bir volkan gibi patlamak için küçücük gözenek arıyor derimde.

Ezik durumdayıım ama ezilmemiş gibi gözükmeye çalışmak ayrı bir efor kaybı. Yoruldum ve çok sıkıldım florasan ışığında bronzlaşmaktan...









Perşembe, Ekim 16, 2008

Jane....

Elimde kumanda, karşımda tıkır tıkır çalışan bir duvar saati... Aklımdaysa küçük kızım.
Uyanıverdim, söylediği saatte gelmemiş,
Neyseki başına bir halde gelmemiş, öptüm üzerini örttüm.

Ben Ekim'de yaşıyorum...

Sabah uyandığımda, telefonun ekranında bir mesajınız var yazısını görürsem ummadığım anda çok değerli bir yakınımdan sürpriz hediye almış gibi oluyorum.

Mesaj sayısı iki veya üç ise bir o kadar katmerleniyor bu his. Uzun zamandır böyle bir hediye gelmiyordu, supermarket ve gsm şirketimin reklam mesajlarını saymazsam tabi. Biraz uyku sersemliği biraz da mahmurlukla yarıgözü açık geçtiğimiz sabah bir zarf resmi gördüm telefonun ekranında, doğal olarak açtım.



'' En güzel bizim evimiz olacak,çünkü bizim evimiz senin gibi kokacak;Tertemiz...''



Diyordu bu mesajı gönderen güzel parmakların sahibesi.

Bu kısacık yazıyı evire çevire uzun uzun okudum, sanki bir kitap gibi. Bir insan ne hissetmeliydi de gecenin bir yarısı üşenmeden göndermeliydi böylesine bir ifadeyi. Acaba biliyormuydu topu topu on kelime ile bütün mutluluk hormonlarının maximum derecede çalışıp tavan yapacağını? Ya da kilolarca antidepresanın bu minik kelimelere sığdığının, anlam yükü olarak da katarlar dolusu tren yüküne eşit olduğunun?



Bir süredir yanımda gülen bir yüz, neşe ve keyif taşıyorum. İstanbul'dan aylardır uzak olmama rağmen geçmişimi özlemiyor, kendimi burda doğmuş ve büyümüş gibi hissediyorum. Zaman bana bir şey ifade etmeyen fuzuli bir kelime, üzerimden geçen içinde kim olduğunu yada nereye gittiğini bilmediğim bir uçak gibi. Uzağımdan geçiyor sadece. Aylar olmuş koluma saat takmayalı. Üzüldüğüm sadece geçmişimde kaybettiğim zaman, onu da şimdi fazlasıyla telafi ediyorum.

Pazartesi, Eylül 29, 2008

Elimde henüz sıcacık yepyeni bir resim var şimdi.
Beyaz şeker bulutları üzerinden bana bakan bir çift bebek gözü.
Öylesine masum, öylesine yalansız ve öylesine özlemişim ki...

Adını Eylül koydum...

Basitleştirdim, daha alttan daha bir yüzeydeyim. Şifreler yada buna benzer üstü kapalı yada kilitli birşey kalmamış. şimdi farkına vaıyorum bunun ama karabulutu gönderirken baharımda, en büyük düşmanımıda çıkarmışım naçizane imparatorluğumdan, gerilemeye metreler kala.

Uyurken, ışıklarını açık bırakıyorum şimdi tüm odaların. Sebebini bilmiyorum ama bu aydınlık içimi ferahlatıyor. Gecenin sessizliğinde ağzını aralamış dev bir istiridyenin içinden gözleri kamaştıran inci gibi. Türbelere bırakılmış mum misali, bir çeşit adak belki de kefaret... İliklerime kadar caruso hüznü hissediyorum soluduğum havayla ve aynadaki yüzümün özlediğim ifadesi, tebessüm. Seviyorum bu kelimeyi.Sadece tebessüm. Dudaktan ayrılırken bıraktığı ifade, cevabı okyanus aşırı ülkelerden hemen gelen aşk mektupları gibi.


Hissettiğim rahatlık ve tüm bunlar aslında sonbaharda yaşadığım bahar. Yağmur ve gri gökyüzü hiç bu kadar ısıtıcı, aydınlatıcı olmamıştı. Sandıktan uzun kollularım çıkacak gibi değil, hala parmak arası terliklerimle dolaşıyorum:))

Perşembe, Eylül 25, 2008

...

Tanımadığım insanlara mektup yazmaya çalışıyor gibiyim. Adresini bilmediğim, sesini duymadığım hatta varlığından bile haberdar olmadığım. Kuşku ve kaygıları olmayan, yazdıklarımı götürmek üzere bekleyen, ayağının bir tekini uzatmış bir sürü güvercin var şimdi çevremde bekleyen. Şaşkınım.

25 Eylül Perşembe

Günlerdir kan ter içerisinde uyandığım, güneş henüz doğmamış sabahlarda istedim ki gözlerim uçsuz bucaksız yeşillerin arasından mavi denize ulaşsın ve ihtiyacım olan tüm ruhsal ve bedensel gereksinimi bir vantuz gibi çeksin içime kana kana. Oysa kuzeye bakan soğuk bir pencereye prangalanmış yatağım ve karşımda gördüğüm dokuz katlı bir beton parçası, gölgesi beni yutacak gibi. Sıcak da olsa yine de soğuk heryer, ısınacak ısıtılacak gibi hiç değil.

Cam kenarında kitaplarım, ilaçlarım ve bana suni tenefüsle hayat veren klavyemin kuması küçücük az kullanılmış hediye defterim. Uzun zaman olmuş mürekkebe bulaşmayalı, zorlanıyorum. Kalemle mücadele ağır geliyor, hiç de özlememişim meğerse.

Farklı ruh halleri, farklı bulutlar dolaşıyor insan yalnızken üzerinde ve bu bulutların yağmurları şaşırtıcı damlalarla acıtıyor düştükleri yerleri. Özellikle geceleri daha bir hazin gelişiyor herşey. Sanki yüzyıllardır yapayalnız sürgün edilmiş, yerinden yurdundan uzakmışsın gibi anlamsız sorularla sorguluyor insan kendisini. Sebebini bilmeden, çoğu zaman da gereksiz yere.

"Psikoloji" ile sınırlanmış tüm manevi dünyan hasar görmek için bahane arıyor yani. Küçücük bir kişisel açık dev bir gedik olmak için pusu da sanki beni boğacak burda. Kendimle çelişiyorum, farkındayım çoğu zaman.
Bir yanınla diğer yanının tartışması diğer insanların kulağına gitmeden sağır edici bir bir gürültü haline dönüşüyor kafamın içerisinde biryerlerde. Sonrasında bulunamayan "açık" yerini daha dingin farklı düşüncelere bırakıveriyor. Rahatlıyosun bir anda kendinle girdiğin mücadelede.

Heryerde karşıma çıkan, buradada rastladığım vede nefret ettiğim bir hayat matematiği gerçeğim var. Bir türlü kendime rol edinememişim o sahnede fakat ısrarla içine çekilmeye çalışılıyorum beceremediğim denklemlerle çarpıştırılmak üzere. Ben bu konuda mağlubiyeti görmüşüm, pes demişim zaten. Duygularımı sert mantıkla harç ettiğim yanımla varım diyorum. Birşey anlatamıyorum.





Cumartesi, Eylül 13, 2008

Doğum Günün kutlu Olsun, Eylül

Penceremi, yatağımı, alıştıklarımı ve hatta iklimimi "ege" çaldı benden. Uzun zamandır uzağındayım alıştıklarımın. Sayısı henüz beli olmayan sayılı günün geçmesini bekliyor, okuyup yazıyorum sadece.

“Didişmek ve kavga etmek için çok kısa hayat diyordu” dizideki kız sevgilisine. İfadesi ve tonajı hakkını veriyordu repliğin, etkileyiciydi kesinlikle. Sevgilisinin bu cümle karşısında elbette suya inmeyecek bir yelkeni olamazdı.

Lost’da Desmond-Penelope, Musumiyet müzesinde ise Kemal-Füsun aşkları da bende iz bırakan artık rastlanmayacak türden büyük kalplerin sevdalarıydı. Desmond’un Penelope’ye kavuştuğu zamanki hali gözümün önünden gitmiyor. Kemal’in se sevdiği kızı elinden kaçırıp sekiz yıl boyunca başka bir erkekle evli olduğunu görerek vede sindirerek onun etrafında dolaşıp ısrarla boşanmasını bekleyip evlenme hayali kurması belki akla çok uzak kavram fakat Türkiye’de bir erkeğin bir kadını bu şekilde sevmesini romanda bile olsa görmek çok enteresan güzellikte geldi.

Hoş şeyler yaratıyor bazen yazar ve yönetmenler. Belki de reel hayatta yapamadıklarını kalemleriyle oynayarak yapmak istediklerini başka insanlara yükleyerek ortaya çıkarıyorlar. Yani kitaplarının yada filmlerinin aslında başrol oyuncuları kendileri oluyorlar.

Orhan Pamuk çok şaşırttı beni. Önyargılı olduğum bir kaç insandar biridir fakat gene de kitaplarını okumama engel değil ne olduğu. Tabi bu kitabına kadar bende diğer okuyucular gibi kitaplarına başladıktan otuz sayfa sonra sıkılır bırakırdım elimden bir daha açmamak üzere fakat bu kez öyle olmadı. Anlatım dili, benzetmeler , tasvirler ve tabi ki öykü çok güzel düşünülmüş vede işlenmişti. Kısa sürede okuyup, bitirdim doğal olarak.

Güzel bir “aşk” öyküsü. Çok güzel.

Salı, Temmuz 29, 2008

Bir sancı gibi “Ege”m geldi. 1 ay yokuz buralarda; istanbul sizin olsun. Ağustos’ta kapattım dükkanı.

Pazar, Temmuz 27, 2008

Rüyam Kanadı

Denizle karanın birleştiği ıslak ve çıplak kuma ne kadar derin vede bir o kadar anlamlı yazılar yazsam da her dalga gelişinde yok oluyor herşey. Üzerinden su geçip geri çekildiğinde beyaz bir yaprak gibi kalıyor geride kalan, yeni bir sayfaya dönüşüyor adeta tekrar yazmam için. Bir metre ileri yada geri gitmenin anlamı da yok . Yazılmıyor...

Yetişemediğim bir oniki eylül dönemi var. İçinde olmak istemediğim ama yetişseydim tam ortasında kendimi bulacağım... Hızlı yaşanmış, hızlı tükenmiş cesurlar. Geriye kalanlarsa anıları. Arkalarındaki ödleklerse şimdiki siyasetçiler ! Gelmeye çalıştığım yer o dönemin “ duvar yazıcıları” aslında. Grafiti gibi süslü bir kelime bile icat olmamış sadece duvar yazıcısı diye geçiyor bu nokta bile konulmadan yazılmış net, anlaşılır cümlelerin yazıcıları.

Bir bekçi düdüğünün teyakkuz sayıldığı, az ötesinde bir mermi çekirdeği ve de ertesi gün kireçle boyanacağını bile bile gece yarısı yazılan yazılar. Kendimi gördüğüm rüyada, rutubetli eski bir evin duvarını yazarken buldum ben de geçenler. Koca bir kovaya fırçayı daldırıp daldırıp çıkarıyordum, başımı arkaya doğru çevirip pencerene bakıyordum. Gürültümden seni uyandırıp yakalanacağım endişesiyle. “Seni ben en çok Ağustos’ta sevdim”, diyordum diğer yazıcılara ders vermeye çalışırcasına ve yazı böyle yazılır diyordum, gözyaşlarımı boyamla harç ederken.


Pazartesi, Haziran 23, 2008




Terden yapışmış gömleğim sırtıma…
Yanıyorum, yandıkça sıkılıyorum.
Artık kronikleşmiş garip düşünceler, kalelerdeki küçük pencereli mevzilere yerleşmeye çalışan askerler gibi yine yavaş yavaş yerini almaya başladı. İster tekerrür de istersen başka cümle kur kriz gene kapı da.
Tüm ilaçları içtim, taktikler belirledim bedenimin her bölgesine. A ile başladım olmazsa B teyakkuz için hazır.

Aslında savaşmak için de bir nedenim yok artık
Zaten tüm şehirlerim anahtarları tek tek teslim etmişti fakat dedim ya ister tekerrür de istersen başka bir sözcükle doldur. Olacak olacak gibi.

Perşembe, Mayıs 22, 2008

Koşmasam da sorun değil. Sessiz kalmasa da hayat, gene de herşey uzaktaki gibi değil. Yaklaşıyorum ben sessizce, hala kendi hedeflerime.

Çarşamba, Mayıs 14, 2008


Sakince geçiyor bahar,

paylaşılmayan gölge yalnızlık.
Hoş; paylaşılsa yalnızlık olmayacak bunun adı elbet ama cümlenin de hakkıydı,
“paylaşılmayan” …

Salı, Mart 18, 2008

Çanakkale Sehitlerine

Su Bogaz harbi nedir? Var mi ki dünyâda esi?
En kesif ordularin yükleniyor dördü besi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarilmis ufacik bir karaya.
Ne hayâsizca tehassüd ki ufuklar kapali!
Nerde-gösterdigi vahsetle 'bu: bir Avrupali'
Dedirir-Yirtici, his yoksulu, sirtlan kümesi,
Varsa gelmis, açilip mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-i beser,
Kayniyor kum gibi, mahser mi, hakikat mahser.
Yedi iklimi cihânin duruyor karsinda,
Avusturalya'yla beraber bakiyorsun: Kanada!
Çehreler baska, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahsetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asir yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkiyle, sefil,
Kustu Mehmedcigin aylarca durup karsisina;
Döktü karnindaki esrâri hayâsizcasina.
Maske yirtilmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhis ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçaliyor âfâki;
Beriden zelzeleler kaldiriyor a'mâki;
Bomba simsekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor gögsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altinda cehennem gibi binlerce lagam,
Atilan her lagamin yaktigi: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhis tipidir: Savrulur enkaaz-i beser...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Bosanir sirtlara vâdilere, sagnak sagnak.
Saçiyor zirha bürünmüs de o nâmerd eller,
Yildirim yaylimi tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangini, durmus da açik sinelere,
Sürü halinde gezerken sayisiz teyyâre.
Top tüfekten daha sik, gülle yagan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmindan;
Alinir kal'â mi gögsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâsâ, edecek kahrina râm?
Çünkü te'sis-i Ilahi o metin istihkâm.

Sarilir, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beserin azmini tevkif edemez sun'-i beser;
Bu gögüslerse Hudâ'nin ebedi serhaddi;
'O benim sun'-i bedi'im, onu çignetme' dedi.
Asim'in nesli...diyordum ya...nesilmis gerçek:
Iste çignetmedi nâmusunu, çignetmiyecek.
Sühedâ gövdesi, bir baksana, daglar, taslar...
O, rükû olmasa, dünyâda egilmez baslar,
Vurulup tertemiz alnindan, uzanmis yatiyor,
Bir hilâl ugruna, yâ Rab, ne günesler batiyor!
Ey, bu topraklar için topraga düsmüs asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alni deger.
Ne büyüksün ki kanin kurtariyor tevhidi...
Bedr'in arslanlari ancak, bu kadar sanli idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsin?
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sigmazsin.
Herc ü merc ettigin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
'Bu, tasindir' diyerek Kâ'be'yi diksem basina;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem tasina;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namiyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmiyle;
Mor bulutlarla açik türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yi uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altinda, bürünmüs kanina,
Uzanirken, gece mehtâbi getirsem yanina,
Türbedârin gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen magribi, aksamlari sarsam yarana...
Yine bir sey yapabildim diyemem hâtirana.
Sen ki, son ehl-i salibin kirarak savletini,
Sarkin en sevgili sultâni Salâhaddin'i,
Kiliç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, Islam'i kusatmis, boguyorken hüsran,
O demir çenberi gögsünde kirip parçaladin;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmi adin;
Sen ki, a'sâra gömülsen tasacaksin...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey sehid oglu sehid, isteme benden makber,
Sana âgûsunu açmis duruyor Peygamber.

Mehmet Akif Ersoy