Çarşamba, Ocak 31, 2007

Hicaz çalıyorum, gökyüzü gri

Türlü mücadeleler ve kendime ettiğim onca işkenceden sonra, dün gece tüm şehir uyurken sessiz sessiz girdim apartmanınıza; parmaklarımın ucunda çıkıverdim merdivenleri usulca, bir hırsız gibi. O kadar emindimki beni bekleyen bir anahtarın kapının önündeki paspasın altında olduğuna..!
Ama yoktu...
O an miladım oldu. Sanırım öldüm. Beklentilerim fena patladı içimde, paramparça oldum. Şaşkınlıkla beraber kaybolan hızlı düşünüp kara verebilme yetim otokontrolünü kaybedince hıçkırıklarım devreye giriverdi. Ne yapacağımı bilemedim o esnada ve anlamadığım daha doğrusu anlamlandıramadığım şeyler bir anda olmaya başladı. Ve kapın açıldı.
Tanımadığım bir teyze garip tavırlarla henüz ben ona daha soru bile sormamışken taşındığınızı söyledi. İşte o an bir kere daha öldüm...

Ne adresin vardı elimde nede arayacak bir numara. Savaş sonrası ailesine ulaşamayan askerler gibi hissettim, üstüne birde kaybettiğim sevgiliyi ekledim. Yerim göğüm birbirine girdi, amacımı kaybetmiştim...

Bütün gece gaza bastım karanlık otoyollarda. Aramak, aranmak, özlemek, kaybolmak boşlukta ve çaresizce; işte bunları teybin içindeki senden hatıra şarkıcının eşliğinde sabaha kadar gözlerim yarım ıslak düşündüm durdum. Ölmenin bir değişik versiyonu bu olmalıydı ama değişik tarafı, yaşarken ölü olunmasıydı.
Sensizlik ölmek- ölmek sensizlik...

Olmadık yerlerde olmadık şeyler düşünmeye başladım. Mesela kırmızı ışığa falan yakalandıysam trafikte, yaya geçidinden geçen insanlara daha bir dikkatli bakıyorum artık, belki sende ordan geçiyorsundur ve kısacık bir süre dahi olsa seni görürüm umuduyla.
Cep telefonum da daha bir yakın artık bana. Cepten öte, bedenime montelenmiş ekstra bir organ gibi hissediyorum. Her an çalacakmış gibi tetikteyim ve biliyorum sana ulaşılacak yolların hepsi onun içinden geçiyor. Uykumdan telefonumun titremesiyle uyanıyorum defalarca, bakıyorum ekrana... Yanlış alarm diyor gözlerim, sen uyumana devam et.

Seni hatırlatmayan birşey olsun diye sızlanıyorum. Ama olmuyor, sevdiğin yemeklerle konuşuyorum, sağ koltuğumla dertleşiyorum. Bazen çayıma attığım şekerle sana selam yolluyorum.
Sokaklarda duyduğum cılız ve kulak tırmalayıcı topuk sesleri bile, bana seni hatırlatıyor.

Pazartesi, Ocak 29, 2007

Yollardan yazmıştım...

Ne zaman tekerlekli bir araçla uzun yola çıksam aynı farklı duygular içerisine girip kopuyorum herşeyden. Resetleniyorum adeta. Arabanın yan camından görüntü sürekli akıp değişirken binlerce farklı görüntüde kafamda yer değiştiriyor. Bölgelere göre farklı moda girmek gibi doğal yeteneğim var ve bunu her koşulda kullanıyor melankolik bünyem. Ege ve akdeniz'e sürekli güneşli havalarda gittiğim içinmidir bilmiyorum ama o tarafa yaptığım yolculukları daha çok seviyorum daha pozitif oluyorum.

Bu seferki yolculuk içanadolu'ya oldu. Yağmurlu bir gece şafağa doğru çıktık yola. Gökler bile ağlıyodu adeta gidişime. Belkide arkamızdan su döküyordu birileri, bilinmez...Yeşil oranı oldukça azalırmış bu mevsimde, sıcaklık gibi. Kahverengi ve gri tonları kimileri için pek romantik olabilir ama benim için iç karartıp depresriv hale getirmek dışında pek bişey ifade etmiyor. Sonbaharla değişen bişeyim yok yani ne beklediğim nede beklettiğim. Yağmur eşliğinde geçti saatler yolda. Lüp lüp diye binlerce beyaz çizgi yuttuk karayolunda. Bunu izlemek, gözü asfaltın üzerindeki çizgilere kilitlemek yogada kullanılan nefes kontrolü benzeri bişey veriyo insana. Sinirleri alıyo sanki başka bişey düşündürmediği için ama hızlandıkça bunu yapmak güçleşiyo ve tekrar başladığım yere dönebiliyorum.

Hep merak ettiğim yada yapmak istediğim şeyler vardır. Bunlardan biride şehirlerarası yollarla ilgili aslında. Hızla arabamla ilerlerken ardımda binlerce tabela bırakırım gideceğim yere varana kadar. Bunlardan özellikle paslanmış, çürümüş hatta mermi deliklerine sahip daha önce hiç duymadığım isimler yazan tabelalar çok ilgimi çeker. Önceleri tabelalara üzülürdüm. Kimsesiz bi yaşlı insan gibi terk edilmiş ve bakımsız olmalarına üzülürdüm.Sonraları oraları merak eder hale geldim. Acaba kimler yaşar buralarda ? Nasıl hayatları vardır yada hayat denen şey nedir onlar için. Böyle cansız bir işaret levhasının gösterdiği yerde ne kadar hayat yaşayabilir ki derim içimden...Bahsettiğim tabelaların işaret ettiği yerin devamında hep ince mıcırlı yollar var. Sessiz ve gizemli dar koridor uzağa doğru uzanan. Kimsecikler olmaz, in ve cinler dışında.

Şimdi küçük soğuk ve dar sokaklı bir içanadolu kentindeyim. Yalnızım her zamanki gibi ama çokda yalnız sayılmam artık...

Çarşamba, Ocak 24, 2007

Bol aşk'lı çiköfte

Aşk iki kişilik oldumu "aşk" olmaktan çıkıyo. Hep bir kişi eksik olacak, kaçan kovalanacak ve özellikle kovalayan taraf, seven taraf olacak - yada psikopat.
Aşk'a, aşk demek için yemek yapar gibi tencereye birşeyler ilave etmek, özellikle "acı"yla tatlandırmak gerekiyor. Ne kadar acı olursa o kadar lezzetli oluyo iksir, hatta ayarı kaçırırsan o zaman "karasevda" pişiveriyor.

Bir oyun vardı, küçüklüğümüzde evlerde grupla oynardık. Adı aklıma gelmiyo şimdi ama, bir nesne belirlerdik ve onun neye benzediğini, ne işi yaptığını falan ebeye sorarak ortaya çıkarmaya çalışırdık. Tabi o sadece sorulara evet-hayırla cevap verirdi. Herneyse şimdi biri bana gelip "imkansız, kavuşamamak, unutamamak, acı, arabesk" ve bunun gibi bir sürü kelimeden herhangi birini söylese leb demeden "aşk" derim. Yani iyi bir kelimeyle hatırlanırlığı yok bence bunun.

Birde şu muhabbet vardır, arkadaşlar birbirlerine derler ya: -Bir sevenim yok, -boşlukta hissediyorum kendimi, - ah ne şanslısın sevgilin var, ne mutlusu sana gibi cümleler.
Aslında bu; bana rahat battı, ben kaşınıyorumun diğer adıdır. Hüsrana giden yol böyle başlar ve bir süre sonra cinsinle paylaşılacak bol "acı"lı sohbetlerin müjdecisidir.
Üstteki cümleleri pek az kişiye söylersin ama işin finali gelince önüne gelene ağlar durursun.

Ve,
En çok miş-li geçmiş zamanlarda anılıyor artık sanki sadece geçmişde yaşanan, çeyiz sandıklarına saklanmış ve orda kalmış gibi. "Hey gidi"yle başlayan, yanına birde ahlar, oflar eklenen ve böyle devam eden.
Bir de telefonlarda (aşk) "ım"ın yanına gelen tamamlayıcı unsur gibi. Yaratıcılık sıfır olmuş. On telefonun 9'unda eminim var; tecrübeyle sabit...

neşe'de onayladı...

Cuma, Ocak 19, 2007

Gül'mü güzmü

Bittikçe tekrar tıklıyorum aynı parçayı. Defalarca dinliyorum bu şekilde.
Uzun süredir yıldızım böyle parça yazmamıştı . Yüreği çizilip akmış sanki notalara. Yalanı hiç sevmem ve bu yüzden onu çok kıskandığımı da inkar etmiycem.

Neyin kafasını yaşıyodu acaba yazarken bilmiyorum ama bestelenirkende muhtemelen hala ayılmamış bir halde olmalı. Şimdi alsınlar dinlesinler genç seviciler, aşk öğretmenleri derslerde dinletsinler, işlesinler melodiyi ama işin içinden çıkamasınlar.

Son söz: Bu parçaya efe rakı sponsor olmalıydı. Onsuz e, e...

Gül zamanı çıkıp gelsen
Bütün güller sana baksa
Ayrılığa bir son versen
Aşkın sesi yankılansa

Dar geceler bir yol göster
Rüyalarlan görünüver
Kimler geldi ve gittiler
Ne aşıklar ne yiğitler
Uçan kuştan esen yelden

Haber sorsam söylemezler

Yinemi bana kaldı
Derin hasretin acısı
Ne kadarı benimdir
Sensin aşkın her anlamı
Seni hep sevdim
Her zaman seveceğim
Seninim hala o zaman

Yüreğimde mucizeler
Her an yeni bir yol çizer
Leyla Mecnun, Kerem Aslı
Kavuşacak günü bekler
Yarım kalmaz gerçek aşklar
Bitti denen yerde başlar

Kimler geldi ve gittiler
Ne aşıklar ne yiğitler
Uçan kuştan esen yelden
Haber sorsam söylemezler

Yinemi bana kaldı
Derin hasretin acısı
Ne kadarı benimdir
Sensin aşkın her anlamı
Seni hep sevdim
Her zaman seveceğim
Seninim hala o zaman

Seninim hala her zaman

Salı, Ocak 16, 2007

kırmızı vergi iadesi tomurcukları















Kartpostallarda yenildi kısa bir süre önce zamana. Yeni yıl ve bayramlara çeyrek kala, merkezi yerlere kurulan standları ile birlikte. En geri gittiğimde sadece siyah beyaz kent yada kızkuleli manzara resmi olanlarını hatırlıyorum. Sonra simlileri, pulluları, açıldığında animasyon yapanları hatta melodi çalanları bile çıkmıştı. Şimdi sadece anıları kaldı. Onlarda zamana yenildi. Ne yenilmiyor ki.

Her şey teknolojiye endeksleniyor bir şekilde. İnternetle şaha kalkan bilişim sektörü “dobişko” gibi önüne çıkan herşeyi, hoş hatıralarla birlikte bir bir yemekte. Elbette teknolojinin karşısında değilim ama sembolik de olsa devam etmeli; tamamen silinmemeli bu kültür . E-cardlar almamalı bunun yerini yani.

Şimdilerde ise gazeteler bas bas bağırıyorlar 2007’de de çalışanlar fiş toplayacak mı diye..!

Sanırım bir devir daha kapanıyor, bir başka zamane şahidi için. Tüm sene yaşananlara bizzat şahit olan enteresan gözlemciler, yılbaşına doğru teker teker gözden geçirilip yazılırken, adeta sinema makarasından aşağı inen film parçaları gibi gözümün önüne seriliyordu. Sonra tüm yılın içine “para” karışmış anıları belgelenip muhasebecilere doğru yol alıyordu. İçeriğinde neler olduğunu muhasebeci görebilir ama ne ifade ettiğini sadece yazan...

Aslında o minicik fişlerde, kitapların arasında sıkışıp kalmış birer gül. Özellikle kırmızı olanları…

Pazar, Ocak 14, 2007

hepi börtdey yeşim

Bu siteye ilk yazmaya başladığım günden beri, burası günlük formatından uzak olsun istedim ve bu yüzden içimden geldiği şekilde fikirlerimi, düşündüklerimi yada bana göre tribal nitelikte olan “artıklar”ımı yayınlamaya çalıştım. Böyle bir zorunluluğum elbette yoktu ama günlük tarzında yazılarla burayı işgal etmek çok pasifize bir faaliyet olacaktı benim için

Ama,
Dükkan benim, patron da benim. Bu yüzden dün yaşadığım, keyif aldığım bir organizasyonu burada anlatmadan da geçersem en başta (gizli santrafor) Arzu’nun tepkisinden daha doğrusu dilinden kurtulamayacağım. Hem de onlarla geçirdiğim muhteşem dün gece, sitem parçalanmadığı müddetçe burada kalacak ve hepimiz için görseli de olan bir anı olarak, bir “tık” uzaklığında varlığını sürdürecek.

Sonunda,
Dün gece “efsane kare”, bizim sevimli çıtır’ın(Yeşim) doğum günü olması sebebiyle moda melek’te yeniden bir araya geldi. Masamız pek kalabalıktı, yaklaşık yirmi kişi, dışarıdaki ayazın tam tersine içerdeki sıcak atmosferi yaratan sevgili arkadaşlarım (aynı zamanda haremimin değerli mensupları) daha orkestra yerini bile almadan başladılar oynamaya. Anladığım kadarıyla evde çalışıp gelmiş bizim zilliler. Sahneye ilk önce ismini bilmediğim ve esmeray’ın small haline benzeyen şeker bir şarkıcıdan sonra ismiyle çok mu alakalı acaba dediğim çağdaş çıktı. Çok da eğlendirdi sağolsun, sahnesinin hakkını verdi, bizimkilerde pistin tabi.

Mısırın gülü,
Gece boyunca kepçe kulaklarını, kilise çanı gibi çınlattığımız Alex, eminim uyuyamamıştır bizimkilerin sayesinde ve acaba bir sürpriz yapıp da onca yolu gelir mi diye de aklıma gelmedi değil. Çölleri geçen adam bir uçağa atlayıp gelemezmiydi sanki diye düşünerek arada kapıya göz attım bulunduğum yerden…

“İkinci baharımı” da söylettiğim (bu ara favori şarkım) dün gece,
İçkinin de hakkını adını sanını pek duymadığım bir rakıyla(yekta), birkaç kişi dışında verdik. Hatta bazılarımız, … neyse :)
İçki tüketimi kesinlikle ortamla alakalı, keyifliyken daha da keyifli oluyor insan ve gelsin rakılar dolsun bardaklar hesabı vuruyorlar bardağın dibine.

Gecenin bombası Newyork projesi oldu. Efsane kare yeni bir karar alıp yaz tatilinde Amerika’ya gitmeye karar verdi.
Eylemlerinin süreceğini söyleyen kare, alem bizden korksun diyerek geceyi başladığı gibi aynı güzellikte noktaladı.


(henüz gecenin fotoları elimde olmadığından arşivden bir resim ekledim, üstte)

Perşembe, Ocak 11, 2007

Sömürülmüş duygularım var... Sahibinden

Lee cooper reklamları vardı bir zamanlar. Elleri iki baldıra şaklatıp, daha sonra aynı elleri ritimli bir şekilde alkışlamak suretiyle kullanılan hoş çalışmaydı. 20 sene öncesinin görsel şartlarında da bayağı tutmuştu.
Bu reklamdaki el hareketlerini bende İstanbul’un şartlarına uyarlayarak, daha sessiz ve seri bir hale getirdim. Bulunduğum yerin içerdiği tehlike unsurlarına bağlı olarak da aynı anda arka cebimdeki cüzdanımı yoklarken, diğer elimle de ön cebimdeki cep telefonumun çarpılıp çarpılmadığını kontrol ediyorum.

Ellerim yakın bir zamanda değmemesi gereken bir yere değdi, istemeden. Çok canım yandı. Kendi düşen ağlamaz ifadesinin tam tersine ağlatacak kadar acıttım kendimi.
“Duygularımın sömürüldükten” sonra kalan kısmına denk gelmiş meğer benim minik el ve hakikatten beter sancıdım. Tekrar dokundum biraz daha sancısın diye. Niye mi? Bende bilmiyorum.

Geçmişe dönüp bakıyorum, çünkü o şekilde daha iyi anlaşılıyor her şey.Nerede sömürüldük yada neden diye?
Daha güzel görünüyor geçmiş gelecekten, gerçekten. “Keşke” olayı hiç yok, dememişimde. Aslında şimdi olduğu gibi o zamanlarda da öngörüm hep yüksekmiş. Ne dediysem hep olmuş, yada dediklerimi yapmışım, düz çizgimde. Nostradamus’u olmuşum kendi zamanımın. Zamanı gelmiş Arsen Lupen olmuşuz, çalmış kaçmışmıyız? Bilmiyorum.

Her dönem ayrı zımpara ayrı bir biley olmuş. Ne kadar keskinleşmişsem bir yandan da o kadar incelmişim aslında. Duvarlarımı örmüşüm, kalemin ve bir başıma. Aslında kale duvarı öreyim derken duygularımı mı sömürttüm, çıplak mı kaldım ayaza? Bilmiyorum, bilemiyorum.

Bildiğim, duvarları yanlış yere örmüşüz. Bizim kale kalecisiz, "kale boş"...

Çarşamba, Ocak 10, 2007

Bla bla bla...

Takıldım Tanju Baba’ya.
Gayet alaturka takılıyoruz kapalı perdeler ardında bu ara. Bahara şişman çıkmaktan korkuyoruz ama yapacak bir şey yok, hafif hafif sünger modunda ilerliyoruz keyifli bir şekilde.

Topuk lastikleri erimiş bir kadının, sessiz bir yerde yürürken, dikkatle, tek tek basaraktan ve çevrenin dikkatini çekmeden ilerlemek istemesi gibi bende gözlerimi hiçbir bedendeki göze değdirmeden ilerliyorum yörüngemde. “Yasak koydum sana” diyor. Bir bakarsam bir can gidecek. İki kez bakarsam iki can. Üçüncüsünde ebeymişim.

Geçenler yazılarımdan birini bir orta ölçekli bir dergide gördüm. Vatandaş altına kendi imzasını atmış, bir parçada kendi eklemiş aklınca. Öylede olsa, böyle de olsa çok hoşuma gitti. Korsana savaş açmış sanatçılar gibi hissettim kendimi ama gene de az okunan bir dergide de olsa bana ait bir şeyler görmek iyi geldi, havaya girdim.

Pazartesi, Ocak 08, 2007

Sen anlarsın...











Okuduğum kitapları, dinlediğim hikayeleri yada kendi kendimce oluşturduğum amatörce senaryoları zihnimde bir film gibi canlandırmak gibi bana hiçbir şey kazandırmayan becerilerim var. Okumak, dinlemek gibi fiilleri gerçekleştirirken ben bunları yaşıyorum demek de çok doğru.Yani kulağımdan giren kelimeler, bir cd’nin cd playera girdikten sonra televizyona yansıması gibi benim hayali “yarı açık” sinemamın perdelerine yansıyor.

Çok önceleri, ne zaman ve kimden duyduğumu bile hatırlamadığım, yeni evli bir çiftin başından geçen hikayeyi anımsadım bugün serviste, aracımız beyaz şeritleri tek tek yutarken…

“Birbirini çok seven iki sevgili, eski İstanbul’umuz da evlenmeye karar veriyorlar vakti zamanında. Evleniyorlar da. Zaman ilerliyor, günler geçiyor ve günler geçtikçe bu mutlu çiftimizin mutluluğu daha da artıyor birbirlerine daha da bağlanıyorlar, ilişkileri karakter sahibi oluyor. Evlerine yakın bir arkadaşlarından gelen hediye cins, yavru bir köpekle de keyifleri daha da artıyor.

Minicik yavru köpek evin maskotu, neşesi oluyor. Sayesinde hiç sıkılmayıp yüksek sesle gülüşmelerine sahne oluyor evleri beraberce geçirdikleri süre içerisinde.

Ev hanımın temizlik gibi hoş bir alışkanlığı da çevrelerinden takdir almasına hatta bazen hanım arkadaşlarıyla yaptıkları toplantılarda ve günlerde bu özelliği gıptayla imrenilmesine bile yol açıyor. Her gün silinen camlar ve halılar, komple evin havalandırılıp dezenfekte derecesinde silinip paklanması onun için rutin bir olay haline gelmiş anlıyacağınız ve tabi her daim devam eden “bahar temizliğinden” bizim yavrucak da nasibini alıyor.

Evde süre gelen saadet, çok da uzun sürmüyor ne yazık ki, gerçek hayatta da olduğu gibi. Minik köpek yemek den kesilip halsizleşiyor. Eve geldiği ilk günkü enerjisinden geriye hiçbir şey kalmayıp, dünya ya yarım açılan gözleriyle bakmaya çalışıyor.

Evin babası İstanbul’un en ünlü baytarlarına götürüyor, türlü ilaçlar veriliyor minik cılız bedenli hayvana fakat hiçbir şey fayda etmiyor, kendisine bir türlü gelemiyor.

Bir gün genç damat, öğretmenlik yaptığı mektebin öğretmenler odasında hayıflanıp arkadaşlarıyla konuşurken konuşmalarına hademe kulak kabartıyor ve şahit olduğu konuşmaya orta yerinden,
-“Bizim komşumuz Sait usta’ya göstersek birde yavrucağınızı”diyerek dalıveriyor.

O akşam kendilerini yaşlı usta’nın evine atıveriyorlar. Sait usta birkaç soru sorup minik hayvanı ellerinden alıyor ve biraz inceliyor, onbeş gün sonra da gelin bebenizi alın diyor. Nasıl olur, ne münasebet gibi sorular genç çiftin ağızlarından çıkacak gibi de olsa, başka şansları olmadığı için onu yaşlı ustaya bırakırlar.

İki haftanın nasıl geçtiğini anlayamayan çift Yaşlı usta’nın evine gidip kapısını çalar.Evde ihtiyardan başka kimseyi göremeyince bir an birbirlerine bakakalıp nerde o diye sorarlar ustaya.
-Beni takip edin çocuklar diyerek şarap içmekten çatallaşmış, gürleşmiş sesiyle, üç katlı eski binanın koridorlarını inletir usta.

Sokağın başındaki marangozhaneye önde usta, arkalarında çiftimiz yürüyerek giderler. İçeri girdiklerinde kokuyu alan minik köpek hızla gelip çiftin üzerine atlar. Bembeyaz hayvan gidip yerine kirden, talaştan ve isden oluşmuş bir sokak köpeği gelmiştir. Hatta hiç kaşınmayan minik köpek karşılarında bir de kaşıntı şovu yapmıştır. Temizlik hastası genç kadın gördükleri karşısında adeta küçük dilini yutmuş, hayretle bakakalır. Gülse mi ağlasa mı bilemez genç kadın.

Damat sevinçle teşekkür ederken yaşlı ustaya aklına köpeklerinin rahatsızlığını, neden zayıf düştüğünü sormak gelir ve sorar.

- Pire , der usta.Piresiz köpek mi olur!
Devam eder usta, her zaman temizlik her şeye iyi gelmez.”
Kıssadan hisse yada bu hikayeyi şöyle de açabilirim. Doğru diye kabul edilen her şey aslında doğru olmayabiliyor, doğrunun tam terside doğru olabiliyor.

Bana da bir Sait usta lazım.

Cumartesi, Ocak 06, 2007

Nasıl yani

Bacaklarımda hissettiğim sızı yağacak yağmuru müjdeliyordu; o daha ağlamadan hatta yanıma gelip birşeyler anlatmaya başlamamışken!
Hızlıca geçiştirdiği bir kaç selam kelam cümlesinden sonra anlatmaya başladı.

- Herşey çok güzel, benimle çok eğlendiğini, benimle gezip konuşmaktan çok zevk aldığını ama benimle olamayacağını hatta aramızda duygusal bir ilişkinin asla söz konusu olamayacağını söyledi.

- Neden? dedim.
Söyleyeceği şeyin beni güldüreceğini bilmediğim gibi tersine onu ağlatacağını da tahmin edemiyordum. Ağlamasını hiçmi hiç istemiyordum ama anlatacaklarını bir çocuk meraklılığıyla duymak içinde can atıyordum.

- "Onu yeterince hissedemiyormuşum"..!Diyiverdi.

Sözün bittiği yer dedikleri yer son durakmış. Öylece bakakaldım sanki o yanımda değilmiş gibi.Bir süre kitlendik ikimizde ve sonra kaşlarını endişeli gözüken bir hale getirerek bana hadi bir şeyler söyle dercesine bakmaya başladı.
Ne diyebilirdim ki!
Susuverdim.
-Birer çay içermiyiz dedim, birşeyler söylemiş olmak için.

-Kırmızı şarap istiyorum dedi.
ve kalktık ordan.

Cuma, Ocak 05, 2007

Başlıksız

Onunla hiç karşılaşmasam da, oturup konuşmuşluğumuz yada yemiş içmişliğimiz olmamasına rağmen, kuzey ırak’ta sayesinde girdiğimiz çatışmalardan ötürü hem de sınırımızı bu derece yol geçen hanı yaptığından dolayı kendisinden nefret ediyordum. Talabani ve Barzani gibi siyaset …..’larının da palazlanmalarında büyük emeği vardır. Dolayısıyla doğu cephemizdeki bana göre çıktığım her intikalin ve attığım her adımın sorumlusu da bu adamdır. Hakkım da helal falan değildir.

Nefretimin onun ibo’ya yada apo’ya benzemesiyle kesinlikle alakası yoktur.

Saddam’dan bahsediyorum tahmin ettiğiniz üzere. Onun idam görüntülerini gene bir arap ülkesinde, mısır’da seyretme olanağı yakaladım. Açıkçası izlerken dünyada empati yapmam gereken son insanlardan biri olmasına rağmen gene de yaptım. Çok kötü hissettim kendimi; ölüme doğru adım adım yaklaşırken gözlerindeki ifadeyi, orta sert bakışlarının ardından gelen çırpınma seslerini duydum. Bu insanın sessiz feryadını aldım ben gözlerinden ve yukarda da belirttiğim gibi hiç sevmeme rağmen üzüldüm.
Ben engisizyona ve idama karşıyım, doğru bir ceza şekli değil...

Perşembe, Ocak 04, 2007

 Posted by Picasa
 Posted by Picasa
 Posted by Picasa
 Posted by Picasa
 Posted by Picasa
 Posted by Picasa
 Posted by Picasa

Sharm + Kahire = Mısır – Happy new year

Uçağa doğru giderken aklımda, ne Mısır’ın tarihsel önemi, ne firavun nede piramitler vardı. Sadece çok özlediğim denize ve güneşe biran önce kavuşmak, kumlardan kaleler yapmak bununla beraberde bol bol içip yan gelip yatmak vardı yumuşak şezlonglarda. Bunları yapabildim mi?
Kısmen evet, diğer kısmense hayır tabi ki…

Uçağımız İstanbul’dan sharm’a doğru yol alırken bilinmeyenin bilinmezliğinin vermiş olduğu merakla, türlü hayaller ve düşüncelere dalmıştım daha uçak henüz tekerleklerini yuttuğunda. Bunlarla beraber oluşan içimde gizlediğim “gizli” heyecan fırtınasıda cabası. Eee kolay değil tabi bir yerde insanlık tarihinin doğduğu, dinlerin ve medeniyetlerin ortaya çıkıp büyüdüğü kimi zamansa kaybolduğu yerlere gidip görecek olmak. İster istemez bir yerlerden gazı alıyoruz, bende uçakta aldım.

Dersime iyi çalıştığımı düşünmüştüm uçağımız inene dek. Yanılmışım..!

Mısır kısır bir ülke. Nerden ne geleceği, ne gelmeyeceği, arazi yapısı ve jeopolitik olarak çok önemli bir yerde olmadığı için, hemde ülkenin büyük bir bölümünü kaplayan çöllerden dolayı ve buna birde toprağının tamamen çöl kumu ve kayalardan oluştuğu düşünülürse yukarıda da dediğim gibi nerden ne gelip ne gelmeyeceği çok belli. Yani ülkeyi yönetenlerin bütçeyi yapmaları çok kolay bir iş. Hatta benim gibi bir matematik düşmanı bile orda çok kolay ekonomiden sorumlu bakan olabilir.

Mısır’da da kukla bir hükümet var. (Kimin kuklası olduğunu söylememe çok da gerek yok sanırım! Hepimizin bildiği gibi dünya tiyatromuzun ne yazık ki tek kukla oynatanı var.)
Bu “kuklalar” ülkeyi cumhuriyetle yönetiyor gibi gözükse de aslında bence tamamen hiyerarşik bir düzen hakim. Kuklalar dedim, çünkü kendi köklerinin Mısır’da yaşamış Osmanlı Paşalarından geldiğini söyleyip bununla sınıf atlayıp kendilerince elit bir tabaka yaratmış bir takım insanlarla, adeta krallık durumuna gelmiş hükümet bir olup sistemlerini istedikleri kurup kontrolü ele almışlar. Birde buna Osmanlılardan sonra ülkeye yerleşen İngilizlerin getirdiği klüp sistemi eklenince (masonluk, rotaryanlık) iyice halk için tuz biber olmuş.

Halk yaşamak için çalışmak zorunda. Ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar kazanacakları para belli. Az çalışsalar da devlet onlara standartlarını karşılayacak kadar enerjiyi ve tükettim maddelerini veriyor. Bu şekilde, zamanın çağdaş kölesi olan Mısır halkı bir şekilde sus payı alıp hayatlarını idame ettirmeye devam ediyorlar. Yalnız tam burada turizm olayı devreye giriyor. Biraz şanslı, biraz akıllı ve birazda girişimci olan, esnaf ruhuyla turizm sektörüne giren istisna grup işeri yaver giderse yani “yürü ya kulum”la sonrasında tutabilene aşk olsun.

Şarm El Şeyh denen (bana göre turizm cumhuriyeti) cumhuriyette işte böyle bir girişim sonunda ortaya çıkan, ilerisi çok açık ve parlak olan bir sahil kenti. Dubai’yi çölden bir vaha’ya çeviren müteşebbis ruh, burada da devreye geçirilip yeni imkanlar yaratılmış halka istihdam adına ve vergisel olarak devletede tabi. Sanırım bu proje hükümetten gizli ortaya çıktı yada hükümet bu kentin bu kadar gelişeceğini tahmin etmedi! Aksi takdirde asla böyle bir olaya müsaade etmezdi.

Sharm tabiatı itibarıyla çeşitli sporlara sağladığı imkanlardan ötürü, en başta da kızıl denizdeki rengarenk ve insanların ayağına dolanan binlerce değişik balık türüyle dünyanın dalış turizm merkezi olmaya, yılın on iki ayı boyunca tepeden gitmeyen güneşiyle de her türlü su ve diğer sporları yapmaya da müsait bir kent. Ben gidip görmesem de duyduğum kadarıyla çölde motorlarla yapılan safari ve deve turları da insanların oldukça ilgisini çeken sıra dışı eğlenceler.

Sharm’da mazisi sanırım henüz 5 yıl bile olmamış olan tüm tatil köyleri ve yapıların maksimum yüksekliği 2 yada 3 kata kadar müsadeli. Oldukça da düzenli bir mimariye sahip.
Alışveriş merkezleri ve çarşılarda ise hemen İngiliz ve amerikan kültürü göze çarpıyor. Mc donald’s ve hard rock cafe oraya da gelmiş yani. Başka söze ne hacet!!!!
Halbuki doğal arap kültürlerini ön plana çıkarıp bunu kullanmaya çalışsalar eminim maddi-manevi daha çok kazanacaklar ama henüz bunun bilincinde değiller ve gene çok eminim bunun için ileride çoooooook hayıflanacaklar.

Araplar işletmecilik konusunda da oldukça zayıflar . Turiste, 10 sene önce Ruslara davranan laleli esnafı zihniyetiyle yaklaşıyorlar. Kör tuttuğunu kazıklıyor, safariye çıkmak da kaçınılmazsa zevk almaya bakılıyor( kızlar J)
Duyduğum kadarıyla deveye ücretsiz turist bindiren bir deveci, sıra turisti indirmeye gelince, evde kapının eşiğinde sandığa oturan gelin’in erkek kardeşi gibi açıyormuş elini. İnmek için turist 100 usd’a kadar açabiliyormuş kesenin ağzını, tabi bu birazda devecinin insafına da kalmış.

Esnaf turiste yalaklık yapmak için birkaç kelime ezberlemiş. Beni italyan’a benzeten esnaf genelde İtalyanca kelimelerle bana yaklaşıp tavlamaya çalışsalar da onları fazlaca konuşturmadan direkt Türk olduğumu söylüyordum. Ben dahil tüm arkadaşlara söyledikleri
şey inanmayacaksınız ama “yavaş yavaş hasan şaş” oluyordu. Nerden geldiğini bu cümlenin kimse bilmiyor, hatta bir kısmı hasan şaş'ın bile kim olduğunu bilmiyorlar ama genede söylüyorlar. Deyim gibi olmuş yani, esnafın ağzına yapışmış. Türksen hep aynı hikaye, "yavaş yavaş hasan şaş"...

Sharm’ın sıcaklık ortalamasına bakmak ne yazık ki program yapıp rezervasyon yaptırdıktan sonra aklıma gelmişti. Aralık ve ocak ayları oranın en soğuk aylarıymış ama gene de korktuğum başımıza gelmedi. Denize girdik yani sonuçta. Tepkilerden anladığım kadarıyla iyi de bronzlaşmışım.

Güzel günler geçirdiğim Mısır’da güzel insanlarlada tanıştık. Tatilime renk verdiler ve sağolsunlar “minik” yanaklarımı gülmekten ağrıttılar. Resimleri ekte mevcut…