Çarşamba, Ekim 29, 2008

Sen Kış Olmuşsun Bende Kışkışlamışım...

Koskoca bir şehir yavaş yavaş güz parfümünü sıkınıyor üzerine. Güneş ev sahibine küsmüş, alıngan çok yakın bir akraba gibi. Şimdi küsüp gidiyorum ama seneye bir şekilde barışır her sene olduğu gibi geri gelirim edasıyla yavaş yavaş arabasının arka camından, cılız iç burkan bir ifadeyle el sallayarak veda ediyor sanki. Acelesi yok gibi fakat düşük viteste de olsa gideceği öylesine aşikar ki...

Takip edesim var, fırsat olsa peşinden ayrılmamaya, yokluğunu yaşamamak için sürekli yanında olmak gibi gerçekleşmesi çok güç planlarım var, askıda kalacak olan. Nedense bu fikir 80 günde balonla devri alemi çağrıştırıyor bana. Sanki bu kovalamaca atraksiyonu için en iyi araç balonmuş gibi. En iyi araç balon olmasa da balon fikirler kandaki kötü hücre gibi öylesine hızlı ürüyor ve çoğalıyor ki, imalat hızımla gurur duyuyorum...

Güneş dedim, kovalamaca dedim aslında sonbahar ve kış sendromum var benim, pazartesicilere inat. Sevmiyorum soğuğu, kalın esvabı, uzun bağcıklı botları, hele hele tenimin bile öğürdüğü kaşındıran kazakları. Neden sevilmeyen şeyler daha uzun soluklu olur bilemiyorum ama sanki sevilmeyen insanlar da daha uzun yaşıyor, kış gibi...

Kış dediğim zaman soğuk, soğuk dediğim zamansa solgun, bütün bunları toplayınca da anadolu ve Ankara geliyor aklıma. Ne Ankara ne de Ankara'lılar la ilgili bugünüme getirdiğim herhangi bir hediye olmamasına rağmen, yüzü asık, aynı yöne doğru yürüyen tek tip ve soluk renkli elbiselere bürünmüş memur tipli insanlar geliyor aklıma. Aynı yazılım yüklenmiş seri üretim androidler tüm şehre hakim olmuş, adeta ele geçirmişler sahipsiz gibi görünen bu şehri...

Sobalarında yakılan lastikle varoş mahallelerin gökyüzüyle bağlantıları kesilir, gündüz saatlerinde akşamı yaşıyormuşsun hüznü çöker bu melankolik kentde, çok geçmişte de olsa bu yaşadıklarım.

Ankara'da ayrı bir sonbahar ayrı bir kış yani. Sevmediğim, yaşamak istemediğim.
"Denizlerime öyle uzak ki!"




Avcı'ma...

Salı, Ekim 28, 2008

Eylül'üm 26'm

Bazen olur ya; çok açsındır,
Fırından gelen yeni çıkmış sıcak ekmek kokusu misdir o an;
Bazen de masum bir bebeyi koklamak.
Misin de misidir bebişler, sanki Allah koklayıp içimize çekmemiz için yaratmış!
Bir koku daha var bunlar gibi! Sen gittikten sonra bende kalan...

İçime ektim seni, kendin filizlendin.
Benimle büyüyceksin...

Cuma, Ekim 24, 2008

Hayat da kortizon değil mi?
Bir yanım acılardan soğan tesirli bomba olmuş,
Gözlerim kermit.
Sol yanımdaysa kalbim vardı,
Artık sağda da sen varsın;
Sağ yanım gerçek canımsın.
Umarım beni anlarsın...

Pazar, Ekim 19, 2008

Bir çığ düşün ama tersten. Son hali, yani dağın eteğinde son bulduğunda ki, son hacme ulaşan durumu dev bir kütle değil de küçücük bir kartopu olsun.
Zirveden koptuğunda, büyük olsun aşağı inene kadar avuç içine sığacak hale gelsin.

Ya da bir yağmur damlası...
Damlayan tanecik göl oluşturmasında, koca bir gölün havzasından boşalan su elineulaştığında sadece bir damlacık olsun.Tersine yani.

Birde supermeni düşün.

Bence düşünmemek daha iyi...

Cumartesi, Ekim 18, 2008

Cumartesi...

Kanun, klarnet ve keman varsa yakınında çalan, geriye sulanmış boş gözlerle etrafa bakmaktan, geçmiş zamanı düşünmekten yada bulunduğun kötü durumdan nasıl sıyrılacağını kafanda kurmaktan başka yapabileceğin birşey kalmıyor bu tip zamanlarda eşlik eden rakıyı içmekten başka. Rakın var mı dersen yok. Çingene arkadaşlarımdan da kimse yok ne yazık ki.

Sadece gaipten gelen yalnızlık senfonisi, nakaratta "hadi gelin üstüme korkmuyorum" yankılana yankılana geliyor kulağıma. Bu ses nerede olduğumu hatırlamak konusunda gayet yardmcı oluyor.

Garip bir savaşın içerisindeyim, pusunun en kalleşine düşmüş, dere yatağının tam ortasında yakalanmışım, silahsız. Silahtan vazgeçtim, üzerimi örtmeye elbisem yok, çırılçıplak kala kalmışım. Hakimden üzerime yağmur gbi mermi yağıyor, ardına gizleneceğim ne bir kaya nede bir kuvvet var bana yardım edecek.

Ellerimin bir türlü yetişemediği koca bir sivilce var sırtımda patlatılması gereken. Eğiliyorum, bükülüyorum fakat nafile, bir türlü yetişemiyorum. Aynalar kendi kendine düzeleceğini, iyileşeceğimi söylüyor fakat duymak istemiyorum gördüklerimi. Galiba en acı gelende bu bana. Müdahale edememenin acizliği.

Sol yanım sağına küsmüş. Bir yanıylada yardımına muhtaç. Hem küs ol, hemde küs olduğun dostundan medet um. Farklı bir huzursuzluk yaşıyorlar her hallerinden belli. Neyse ki sağım yüksek hoşgörüye sahip de, hem kendi hem de kadim dostunun görevini yerine getirmeye çalışıyor fakat gidebileceği bir noktadan da öteye geçemiyor, bu tek kişilik imecede.

Bazen gözlerimi sabaha açtığımda nerdeyim diyorum. Çok garip geliyor artık bir süreden sonra ait olmadığın yerde uyanıp da içinden geçenleri yapamamak...

Bazende sıralamasını yaptığım, en sevdiğim ama bir türlü gidemediğim uzak gidilecek yerler arasında en baştaki ülkede olduğuma inandırmaya çalışıyorum kendimi. Genelde uzun koşu yada tırmanışlarda yaptığım hatta uzun intikallerde bile kullandığım, kendi icadım olduğunu zannettiğim bana doping etkisi yapan düşsel aldatmacalar burada pek inandırıcı olmuyor, işe yaramıyor. Karanlıkta yaşadığım uzun süreç ve çektiğim bedensel acı oynadığım oyunu ne yazık ki reddediyor. Sinir bozucu gidişatın bir kez daha gerisinde kalıyorum.

Eski Türk filmlerindeki kötü adamlar gibi hissediyorum kendimi. Sebepsiz kavgalar çıkarmak, ortalığıkırıp dökmek, rahatlamak istiyorum bu şekilde. Kan dolaşımım, lav dolaşımına dönüşmüş durumda. Bir volkan gibi patlamak için küçücük gözenek arıyor derimde.

Ezik durumdayıım ama ezilmemiş gibi gözükmeye çalışmak ayrı bir efor kaybı. Yoruldum ve çok sıkıldım florasan ışığında bronzlaşmaktan...









Perşembe, Ekim 16, 2008

Jane....

Elimde kumanda, karşımda tıkır tıkır çalışan bir duvar saati... Aklımdaysa küçük kızım.
Uyanıverdim, söylediği saatte gelmemiş,
Neyseki başına bir halde gelmemiş, öptüm üzerini örttüm.

Ben Ekim'de yaşıyorum...

Sabah uyandığımda, telefonun ekranında bir mesajınız var yazısını görürsem ummadığım anda çok değerli bir yakınımdan sürpriz hediye almış gibi oluyorum.

Mesaj sayısı iki veya üç ise bir o kadar katmerleniyor bu his. Uzun zamandır böyle bir hediye gelmiyordu, supermarket ve gsm şirketimin reklam mesajlarını saymazsam tabi. Biraz uyku sersemliği biraz da mahmurlukla yarıgözü açık geçtiğimiz sabah bir zarf resmi gördüm telefonun ekranında, doğal olarak açtım.



'' En güzel bizim evimiz olacak,çünkü bizim evimiz senin gibi kokacak;Tertemiz...''



Diyordu bu mesajı gönderen güzel parmakların sahibesi.

Bu kısacık yazıyı evire çevire uzun uzun okudum, sanki bir kitap gibi. Bir insan ne hissetmeliydi de gecenin bir yarısı üşenmeden göndermeliydi böylesine bir ifadeyi. Acaba biliyormuydu topu topu on kelime ile bütün mutluluk hormonlarının maximum derecede çalışıp tavan yapacağını? Ya da kilolarca antidepresanın bu minik kelimelere sığdığının, anlam yükü olarak da katarlar dolusu tren yüküne eşit olduğunun?



Bir süredir yanımda gülen bir yüz, neşe ve keyif taşıyorum. İstanbul'dan aylardır uzak olmama rağmen geçmişimi özlemiyor, kendimi burda doğmuş ve büyümüş gibi hissediyorum. Zaman bana bir şey ifade etmeyen fuzuli bir kelime, üzerimden geçen içinde kim olduğunu yada nereye gittiğini bilmediğim bir uçak gibi. Uzağımdan geçiyor sadece. Aylar olmuş koluma saat takmayalı. Üzüldüğüm sadece geçmişimde kaybettiğim zaman, onu da şimdi fazlasıyla telafi ediyorum.