Cuma, Aralık 30, 2011

2012

Sağlıkla, huzurla, mutlulukla gelsin 2012, hepimize yarasın;
diyeceğim ama her gelen yeni yıl eskiyi aratıyor.

Yapacak bişi yok o zaman.

Aşağıdaki parçayı dinlemekten başka...


Zakkum - Anason 2011 ile teknikerozcan

Cuma, Aralık 16, 2011

Arası olmaz, olamaz .
Ya seversin ya da sevmezsin.
Ya evli olursun ya da bekar…

Seversin, sevilebilirsin ama; arası olmaz birader. ..

Cumartesi, Aralık 10, 2011

DRAM KOKTU BU KENT


Ankara'dayım..
Nasıl bir zehir zefiran soğuk, anlatamam.

Sırt çantamı tutan ellerim buz kesti. Kızılay'ın bol öğrencili, ucuz cafelerinin bulunduğu karanlık sokaklarında titreye titreye dolaştım, durdum.
Kendimi az da olsa ısıtabilmek için, kavrulmuş soğan kokusunun bulut gibi çöreklendiği boktan bir esnaf lokantasında, su gibi, iğrenç mi iğrenç neden yapıldığı belli olmayan çorba içtim.
Gene de ısınmadı hiçbir yerim. Özellikle de sağ elim.

İçim içime sığmadı, bunaldım. Kendimi çuval gibi dışarı attım. Kustum bir yerlere, kendimden tiksindim, gene kustum. Midem, altı delinmiş pazarcı kese kağıdına döndü adeta. Mahfoldum.
Ağzıma yapışan bu ekşi ve metalik tad..
Nefret ediyorum senden.

Dışarıda, kuytuda, koyun koyuna yatan iki kedi gördüm. İç içe geçip, gözlerini kısmışlar; sakin sakin uyuyorlardı. Bir kilo ciğer koysan önlerine, gene dönüp bakmayacaklarmış gibi.
Sanki aynı dünyada değilmişiz, sanki aynı soğuk havayı solumuyormuşuzcasına o kadar mesut gözüküyorlardı ki!
Kedileri kıskandım gece yarısı. Hem de nasıl da kıskandım, tahmin edemezsin...


Yüzleşme…
Kırılan dev aynam… Yerlerde cam parçacıkları. Anlıyormusun , paramparça her şey. Dünyam kırılıp yerlere dökülmüş diyorum, üzerinde yalın ayak geziyorum diyorum, hayvan gibi böğürüyorum diyorum… Boşa diyorum, biliyorum.

Seni birine anlatmak istedim!
İçimde sana dair ne varsa, sana anlatamadığım, cesaret edemediğim herşeyi birine anlatmak istedim.

Ne bir insan bulabildim konuşacak, nede arayabildim. Bir yandan içimde dışarı çıkabilmek için depreşip coşan irin, bir yandan da üzerine şiddetle baskı yapan parmağım. Her ikisi de acıyor, acıtıyor birbirini.

Kendimi pazar geceleri hiç dinlenmeyen ikinci sınıf radyolarda, çok bilindik fon müzikleri eşliğinde etkileyici sesleriyle şiir okuyan ama şiir yazamayan, seslerini tüm dünyanın duyduğunu zanneden, ta ki radyodan çıktıktıkları zaman gerçekle yüzleşen şiir okuyucularına benzettim.

Acziyet nede kötü durdu üzerimde...

Bir bastonum olsaydı keşke, yaslanmak için zayıf ama güvenilir bir baston...

Salı, Kasım 29, 2011

Özel Bu




Öz eleştri için oldukça vakit geç olmuş. Kapanmış mahalledeki tüm evlerin lambaları, çekmişler tüm perdeleri. Sobanın sıcağı nefeslerle birleşmiş, camlar olmuş yazı yazmalık. Hava da çok soğuk.

Bi kaç kedi var sadece, onlarda köşedeki çöpün dibindekileri tırtıklıyor.

Bir kadının erimiş topuk lastiklerinden çıkan ses kulağıma geliyor. O kadar sessiz ki etraf, görünmeyen birinin akordu bozuk topuk sesini duyuracak kadar.

Klarnetim küskün bir köşede, devrilmiş fotoğraf çerçevelerim ve hemen yamacımda içi boş sürahim.

Kasım, aralık'a sırnaşıyor. Her an birleşme gerçekleşebilir. Bence pozitif bir durum olmayacak ama kaderleri bu; illa Aralık üste çıkacak.

Sense şimdi büyük olasıkla son gelişinde kitaplığımdan aldığın fuardan alma imzalı kiabımı okumaktasın. Adını bilmiyorum o terliğin ama pofuduk dersem anlarsın. Onları ayağına giymiş, televizyonu sessize bağlamış, kanepede öylece uzanmışsın.
Biliyorum. Nerden biliyosun diyeceksin. E dedim ya.
Biliyorum işte :)

Cuma, Kasım 25, 2011

Kara haberle sadece ben değil; kuşlar, kelebekler, sokaktaki kediler, köpekler bile darmadağın. Hepimiz ağır yaralandık.
Aldığımız nefes cam kırığı oldu boğazımızda.
Ne yöne bakacağımı, ne düşüneceğimi, ne diyeceğimi ben hiç bilemedim...

Sahi, ne düşünmeliyim, sana ne sölersem biraz kafan dağılır sen akıl ver bana.
Ne dersem saçmalamamış olurum sen söyle bana da bir yerlerden başlayayım.
20 yıllık yol arkadaşıma “Yalandan bir geçmiş olsun” yetmez içimdekileri anlatmak için; cesaret, biraz daha cesaret ver Allahım, sihirli bir değnek ver elime, ver ki bir dokunuşla yok edeyim; saçları bile dökülmeden bu pisliği def edeyim..

Salı, Kasım 22, 2011

Paris

Paris'ten döneli yaklaşık 2 hafta oldu ama elim bir türlü yazmak için sayfama gitmedi. Şimdi de zoraki dokunuşlarla harfleri yapıştırıyorum ekranıma... Neyse bir yerden başlamam lazım sanırım.

Ramazan bayramında bir anda isviçre basel'e bilet aldık. Basel'den Paris'e geçeriz dedik. Geçtikde. Basel euroort diye geçiyor avrupada. Almanya,fransa ve isviçre'nin kesişim noktasında olduğundan bu üç ülkeye kapısı var. Schengen geçerli olduğundan rahatsınız. Biz fransa kapısından doğal olara fransa'ya girdik. Öncelikle en yakın tren istasyonu olan St.lois'e bi kaç dakikada otobüsle gittikten sonra st.lois''den Mulhouse'a 20 dakikada gittik. Zaten mulhouse dışında elimizde paris'e trenle gitmek için sadece strasburg seçneği vardı. Biz mulhouse'ı tercih ettik. Bu şirin kentin telafuzu her dilde başka.Kimi miloz, kimi muloz, kimide garip garip muloş falan diyor. Çıldır geliyo insana, bir de pratik zeka sıfır, bir de halkın ingilizce konuşmamaı ilk günden ilerleyen günlerde asabileşeceğimin habercisi oldu.

Fransa'da şehirler arası otobüs aramayın. Only tren. Öyle böyle tren değil ama çok profosyonel sistemle işleyen lüküs trenler. İçinde bar,wc herşey var. Uçak kadar da pahalı. Biz üçbuçuk saatte mulhouse'dan paris "gar de est"e vardık. Otelimiz gara çok yakındı bulmakta sorun yaşamadık.

İlk görüşte paris bana çok kozmopolit geldi. Harala gürele, zenciler ve trafik.

Bazı şehirler vardır insanı hemen kabul etmez, misafir muamelesi yapar kendini eğreti hissedersin. Gelip geçen gözleriyle sen turistsin die bağırır. Paris işte böyle bir yer hiç değil. Bir kere millet birbirinden korkuyor, hissediyosun. Herkes tabiri caizse fransız. Ölsen dönüp bakılacak yer değil. Bazen cevap alacağımı düşündüğüm tiplerle konuşmaya çalışıyorum. Adamın kulağının dibinde hello,excusme, aloooo, hemşeriiiiiiiiiiiiim dedikten sonra anca dönüp ablak ablak bakıyorlar.

İlk gece otelimizde hemen uyuduktan sonra ertesi gün şehri keşfetmek için dışarı çıktık. Pazar günüydü ve her yer kapalıydı. En yakın metroya gidip bir harita ve 10'lu bilet karnesi aldık.Metro çok karışık görünsede ilk etapda "direktion"ları kavradıktan sonra problem kalmıyor. İstediğiniz her yere paris'te metroyla ulaşabiliyorsunuz. Yani oteliniz eyfe'e uzakmış yada Şanzelize'nin dibindeymiş dert etmeye gerek yok. Metro fena fonksiyonel. Yalnız sidik kokuyor. Leş gibi çiş kokuyo şehir. Bu kadar çok içilen bir şehirde bu normal dieyebilirsiniz. Ama bu şehir de yerlerde öbek öbek kusmuk ve balgamlarda var. Bu şehirde insanların yüzde doksanı hayvan gibi yaşıyor. Geriye kalan yüzde onluk elit kısım jetset diyebiliriz. Ama yüzde doksan bildiğin hayvan. Paris'in adı sanı, kozmetik devi oluşu, moda merkezi oluşu sizi yanıltmasın. Obejektif olmam gerekirse ne kadınlar giyinmeyi biliyor ne erkekler nede travestiler. Çok varoşlar çok.

Bu şehrin ben en çok saint germen mahallesini sevdim. Orada zenci çok azdı, kafam rahattı. Çok şık cefelerde güzel şarap içme imkanı bulduk. Müthiş deniz ürünleri yedik. Güzel bi kaç insanla tanıştık. Ayrıca burada hayatımda yediğim en lezzetli kuki'yi yapan butik pastaneyi buldum. Manyak güzeldi.

Bunların dışında klasik olarak şehri üstü açık busla gezdik. Eyfele gttik, sen'de tekneyle gezdik.

Ama dedğim gibi ben en çok saint germen'i sevdim. Arka sokaklarında dolap beygiri gibi döndüm durdum.

Bu şehirde ben kilometrelerce yürüdüm...

Ama çok sevmedim. Hatta buraya foto bile koymuıycam. Görmek isteyen anasayfadaki albümüme tıklasın.

Bu arada disneylan'da ayrı bi yazı konusu.
Soru varsa alayım. Ayrıntıya grmycem.

Pazar, Kasım 20, 2011

Paris'te ...

Şizofren vücudumdan koparttığım organlarımı yollarına seriyorum, hoşgeldin. Kanlı bayramlarım, kumral ve artık yaşınla beraber dökülen saçlarına tutunmuş kırbaçlıyor en nadide yerlerini. Evet farkında tüm dünyalarım şarjımızın bittiğinin ama şiddet geçmeyen evcilik oyunlarım muhtemelen yeni cinayetlere gebe. Açıkça ihbar edemiyorum ruhumu...
Açıkça ele veremiyorum çamurlu ayak izlerimle kendimi...
Daha yeni başlıyorum.

Perşembe, Ekim 13, 2011

Sen benim yağmurlardan sonra beliren güneşim, yazımsın.

Ve yazımsın ki ruhuma en derinden kazınmış.



Şimdi uzağımda,

Bu 12 Ekim sabahında mıh gibi aklımdasın.

Cumartesi, Ekim 08, 2011

Tezat

Yağmur altında kirlenen güzel saçların, banyoda ayrı bir yağmur altında temizlenecek az sonra.

Çivi çiviyi sökecek yani.

Tezat…

Pazar, Ekim 02, 2011

SÜRGÜN





Sürgün olalı tam 6 ay olmuş.
Yatağımın hemen sağ yanındaki beyaz kireçle boyanmış harap duvarıma 192.çentiğimi bugün çektim paslanmış anahtarımla.

Parkamı sırtıma daha eylül ayında geçirdiğim bu izbe yerde, boğazım öksürmekten yırtılıp sanki ciğerimi gırtlağımdan ileri itiyor. Kapkaranlık muhitimin yoksulluktan ne yakacağını bilemeyen ucuz sobalarından çıkan iğrenç siyah duman, sanki üzerime serilmiş, kokuşmuş, ağırlaşmış bir battaniye gibi. Ezdikçe eziyor, kıvranıyorum bu ağırlığın altında. Ciğerlerim bayrama hasret, temiz hava solumayı öylesine özledim ki.

Ayak ucumda birikmiş adeta küçük bir tepe oluşturmuş kitaplar “yoklamam” olmuş sanki. Herhangi bir kitabın herhangi bir satırı burada geçirdiğim dakikaları belgelercesine anlamlı. Onlarla aramda kimsenin anlayamayacağı bir ilişki, bir bağ var. Evet garip, çapraşık bir ilişki, ama var. Çok benzemeye başladık birbirimize. Nasıl bir döngüyle, bu kadar kısa sürede oluştuğunu anlayamadığım sayfalardaki sarılık adeta aynada gördüğüm yüzüm gibi. Birlikte sararıp birlikte soluyoruz.

Saat, zaman, gün, ay gibi önemli kavramlar karşısında nerdeyim, ne derece acizim diye sorgulayınca , gözüm paslı anahtarımın ucuna ilişiveriyor. Bu derece acizsin diye haykırıyor. Bu haykırış susturuveriyor aklıma gelecek tüm soruları, tıkayıveriyor tüm konuşma balonlarına uzanan kanallarımı. Bazen gayret diyorum ayağa kalkıyorum ellerimi sağa sola hareket ettiriyorum, kendime yaşamsal bir takım şeyler yapabileceğimi ispatlamaya çalışıyorum fakat bu da ancak birkaç dakika devam ediyor. Tekrar uzanıveriyorum somyanın üzerindeki,vücudumun şeklini almış süngerimin üzerine.

Buradaki belki de en basit ayrıntı yatağım. Hareket etmeyi geçtim, her nefes aldığımda gacırdayan bu garip yatak benim için takılmış bir plak. Hep aynı şarkıyı çalıyor. Keşke nefes almamak daha basit olsa.

Dilini bilmiyorum buranın. Komik belki ama geldiğim yerin “insanları”da dilimi bilmiyorlardı. Konuşuyordum ve anlaşamıyorduk. Şimdi konuşamıyorum ve hala anlaşamıyorum. Değişen bir şey yok yani. Tamamen etkisiz bir nesneyim. Tabiatta nerdeyim, niye varım bir bilebilsem…


Kalemimle savaşıyor, kalemimle gözyaşlarımı sararmış kağıtlarıma damlatıyorum.
Yazdığım mektupların, “hasretle gözlerinden öptüğüm sevdiğime” son satırlarımın ulaştığını sadece hayal ediyorum. Gül yüzünün, çakmak gözlerinin, içimi akıttığım kağıtlara bakarak dolduğunu hayal ederek ağlaşıyorum kirpiklerimle. Bir daha sıcaklığına kavuşamama fikri ölümden beter. Doğa üstü afet, kan revan. Başka tarifi yok ; onsuz ben “kan-revan”ım…

Öylesine özledim ki. Uzaktayken hep akla yaşanan güzellikler geliyor. Ne geçim, ne hayat mücadelesi, nede diğer sorunlar. Sadece birbiri için yaratılmış iki bünyenin beraber geçirdiği anlar. Upuzun bir film gibi. Sürekli gözkapaklarımın ardında onları izliyorum.

Öyle yada böyle.
Ben şimdi sürgünüm… Evimden çok uzak, çok ama çok yalnız. Sevdiğimden, annemden, babamdan, doğmamış çocuklarımdan koparılmış, düzenle buraya bağlanmışım.

Pazar, Eylül 11, 2011

Canım Ercan Abim...

 
Posted by Picasa


Dünyanın en temiz kalpli, en dürüst, en yardımsever,en güzel abisi. Evet artık yoksun, sensiz yaşıyoruz ama emin ol çok eksik kaldık şimdi burda.

"Keşke"li binlerce cüme kurabilirim içinde senin olduğun, ama biliyorum ki bir işe yaramayacak.

Ne söyleyeceğimi bilmiyorum artık, tıkandım.

Rahat uyu cennetinde, canım abim...
Kalbim seninle.

Perşembe, Ağustos 25, 2011


80’li, 90’lı yıllarda bırakın genel kurmay başkanını, hava kuvvetleri komutanını ve aynı şekilde tüm kuvvet komutanlarını ezebere bilir sık sık haberler vasıtasıyla zikrederdik. Açıkçası bunu bilmek iyi bir şeymiydi, bilmemek daha mı doğruydu, yada yabancı ülkelerdeki çocuklarda kuvvet komutanlarının ismini bilirmiydi diye kıyaslama imkanım yoktu. Dolayısıyla bünyeye girmiş her bilgiyi ve yaptığım her şeyi doğru olarak kabul ediyordum.

Şimdi ters giden bir şeyler varmış gibi hissediyorum. Neyin yanlış olduğunu anlamakta zorluk çekiyorum. Komutanların ismini şimdilerde de fazlasıyla duyuyorum ama mahkemede sanık olarak. Çeşitli afili operasyon isminin ardından; Ergenekon, balyoz gibi.

Vatanımda, gelip geçici hükümetlerin ardında yüce bir dağ gibi gördüğüm ordu ne yazık ki beni hüsrana uğratmış gibi. Bırakın ülkeyi kendi silah arkadaşlarına sahip çıkamayacak kapasitede görünüyorlar. Nasıl böylesine zayıflamışlar, y ada hep mi böyle zayıftılar anlayamıyorum…

Genelkurmayın ismini bilmiyorum, eminim benim gibi milyonlarca kişi de bilmiyordur ama pasifize olduğunu anlamak için dün gazetelere sızan “özeleştiri”yi okumak kafidir. Hantepe konusunda da ise söyledikleri içler acısıdır. Oradaki askerlere komuta edemeyecek kapasitede komutanların hantepe’de bulunması ise ayrı bir talihsizliktir aynı şekilde yüreksiz askerlerinde. Silah bırakıp kaçmak…
Silah askerin namusudur.

Yüzyıllardan beri savaşlarla, kan döküp kan akıtarak hayatını idame ettirmiş Türk milletinin askerleri ne yazık ki hiç düşmemesi gereken bir duruma düşmüş, düşürülmüştür.

Düşünce şeklimiz mi değiştiriliyor uzaktan kumandalı mı olduk anlamıyorum fakat son 6 yılın ortalamasına göre Anıtkabir’i yılda 7.500.000 kişi ziyaret etmiş. Bu yıl ise 8.ayın sonuna gelmemize rağmen hesaplamalarıma göre 2.100.000 kişi ancak ziyaret etmiş. Atamıza ziyaretimiz niye böylesine azaldı. Neden yabancılaştık, bunun açıklamasını bulamıyorum.

Perşembe, Ağustos 18, 2011

GEMİ İLE YUNAN ADALARI VE ATİNA









GEMİ İLE YUNAN ADALARI

Ege’yi ve ege’ye ait heşeyi çok sevdiğimizden bu sene de bir de “suyun öteki yanını” görelim dedik ve BAMTUR’dan alexander van humbolt gemisiyle yunan adaları turunu satın aldık.

Daha önce gemi ile uzun süreli yolculuk yapmamış insanlar olarak tabi akla gemi yolculuğu ile ilgili binlerce soru geliyor , hele gemi bir Türk işletmesiyse ve bu işletmenin internette yüzlerce şikayeti varsa kafadaki sorular iki ile çarpılıyor. Artı bir de deniz yolculuğunda doğal faktörler var.
Gemi tutar mı? Sıkılır mıyız? Çok gürültü olur mu?
-Geminin kimseyi tuttuğunu görmedim.
-Sıkıcı değil.
- Bizim odamız çok sessizdi.


Her şeye rağmen beklenti çitamızı oldukça düşük tutup 31 Temmuz Pazar günü karaköy limanından gemimize bindik. Kapıdan içeri girer girmez filipinli personelin hoşgeldiniyle ilk dumuru yaşadık. Kat hizmetleri, teknik personel ve güvenlik filipinli çalışanlardan oluşuyormuş. Geriye kalanlar Ukrayna’lı. Garsonlar ve barmenlerse Türk’tü.

Yemek konusunda da beklentinizi düşük tutup, havuzun küçüklüğü karşısında şaşırmamanızı, birde 500 kişilik gemiye 2 personelden oluşan barmen kadrosunun yetmediğini görünce isyan etmemenizi temenni ediyorum. Ayrıca gece 10.00’dan sonra casino dahil tüm içecekler ekstraya giriyor.

Gelelim kamaralara. Küçük ve iyi temizleniyorlar. Her gün temizleniyor. Onun dışında minibar dışında her şey var oda da. Hatta normal bir otel odasından çok daha fazla ayna var içeride. Banyo da bir kamara için gayet fonksiyonel.

Casino’da oyun oynayıp. gemiyi gezip keşfederek geçen geceden sonra uykumuzu almış olarak midilli adasında uyandık.

1.Gün

Midilli hareketsiz vasat bir ege adası. Üstelik Pazar, Pazartesi günleri tatil. Gemideki rehberlerin midilliye bir gemi dolusu Türk turist getiriyoruz diye mekancıları aramalarına rağmen ehli keyif yunan vatandaşlar yerlerinden kımıldayıp dükkanlarını bile açmamışlardı. Limana 10 dk.lık mesafede bir plajda yüzerek günümüzü geçirdik. Extra tur almadık. Alanlar pişmanlardı.



2.Gün

Mykonos. Burada da ekstra tura hiç gerek yok. Gündüz paradise beache scoterla yada otobüsle gidilir. Akşam 5e kadar yüzüp güneşlenilir ve tropicana bar’da başlayan çgılgın partiye iştirak edilir.Eminim burdada yaşanan anlar ömür boyu unutulamaz.
İyi ki kamerayla gitmişim. Bana ulaşanlara bu çok özel filmi gönderebilirim.
Gece de caprice, İskandinavya ve mykonos gidilip dans edilmesi gereken barlar. Zaten isteyen istediği yere elini kolunu sallayıp giriyor. Bar girişlerinde bodyguard falan yok. Bodyguardlık bir durumda yok zaten. Ne kadınlar ne de erkekler hiç birşeyden rahatsız olacak gibi değiller.Mykonos tamamen eğlence konseptli bir ada. Başka bir şey için gitmeyin. Sadece eğlenin.Biz öyle yaptık.





3.Gün

Santorini’ye öğlen saatlerinde varıyoruz. Burada da rehberlerin tüm ekstra tur alın ısrarlarına rağmen kendi başımıza gezmeye karar veriyoruz. Bu kalemde bize orta avrupa turunda tanıştığımız ve gemide tesadüfen karşılaştığımız Serkan ve eşi ece de bize katılıyor. Birlikte shuttla karaya çıkıp asansöre biniyoruz. Ada, dağların kıyıya dimdik indiği volkanik bir yanardağ. Yerleşim bu sebepten yukarıda. Yukarı çıkmak içinse ya beşyüz adımlık merdiven çıkılacak, ya beş yüz basamaklı merdiven katır sırtında, katır shiti kokulu merdivenle çıkılacak yada insan gibi asansörle çıkılacak. Karar sizin.

Asansörle çıktıktan sonra muhteşem manzaralı cafe ve dükkanların arasından geçip, biraz alışveriş yapıp dünyanın en muhteşem fotoğraflarının çekildiği oiva köyüne gitmek üzere bus station’a vardık.
40 dk.lık bir yolculuktan sonra köye vardık. Mükemmel bir manzaraydı gerçekten. Kamera ve fotoğraf makinamız hiç durmadı. Zamanımız çok fazla olmadığından o manzaraya karşı bir kahve içemedik ama her anı ölümsüzleştirdik.
Evlerin önündeki daracık sokakların, bir örümcek ağı gibi her yerden birbirine bağlandığı bu köyün 30-40 yıllık bir mazisi olmasına rağmen kesinlikle beğeneceğinizi garanti ediyorum.










4.gün
Rodos tam bir alışveriş cenneti.Adalar ve atina dahil en ucuz yer diyebilirim. Gerçi orada alınacak her şey eminim İstanbul’da da vardır üstelik daha ucuza ama genede diğer adalardan daha ucuzdu. Merkezden bir taksiye binip yaklaşık 30-40 km ilerdeki faliraki plajına gittik. Adanın sanırım en sıcak kanlı taksi şoförü bize denk geldi. Gidene kadar hiç susmadık. O anlattı ben dinledim, ben anlattım o dinledi. Yol üzerinde görebileceğimiz her yeri anlattı. Euro’nun zararlarını, ekonomilerinin neden bozulduğunu samimi bir arkadaş gibi anlattı güler yüzlü “Mr.Kavas”. Halkların değil siyasilerin bizi düşman etmeye çalıştığını söyledi biz inerken.Bir de fotoğrafını çektim. Giderseniz benden de selam söyleyin.

Faliraki plajı orta sınıf bir plaj. Temiz ve çok kalabalık değil. Etrafta yemek yenecek çok da restaurant vardı.



5.Gün
Girit… Kıbrıs’tan sonra akdeniz’in ikinci büyük adası. Bu adada tur almak zorunda kaldık.. Çünkü ada şehirlerden oluşuyor ve en başta “hanya” mutlaka görülmesi gereken bir şehir olduğundan dolayısıyla kendi imkanlarımızla 150 km gidip gelmek bizi zorlayacağından bu yola başvurduk.

Hanya limanı girne’ye benziyor. Fakat arka sokakları film platosu gibi. Evler biraz Bozcaada’yı anımsatıyor. Sonuçta her ikisi de rum kültürü fakat “hanya” diyorum başka bir şey demiyorum. Kitabımı yazacağım yerin burası olmasını çok isterim. Şehrin doğallığı, otantik duruş ve atmosfer beni resmen içine aldı.Sanırım en güzel fotoğrafları burada çektik. Bayıldım.
İnsanları ise tıpkı izmirliler gibi. Sıcak ve güzeller.
Bu adaya mahsus kemik saplı bıçaklar hediyelik olarak alınabilir.

Hanya’dan sonra bir şehirde daha gittik, rihtmo. Kumkapıvari bir balık lokantasında yemek yedik. Çok istememize rağmen rehberlerin bilgisizliğinden ötürü ne yazık ki “girit” mutfağına ait hiçbir şey yiyemedik.

















6.Gün
Atina
Atina limanına değil de gemimiz labros limanına yanaştı. Atina’ya yaklaşık 100 km uzaklığında. Sanırım bu limana yanaşma sebebi gemi bağlama ücreti. Aksi halde bu saçmalığın hiçbir anlamı yok.
Burada mutlaka ekstra tura yazılmak zorundasınız aksi halde şehri gezmek için yarım günlük zamanınız olduğundan araba kiralamak yada alternatif ılaşım araçlarını kullanmak için zamanınınız kalmayacaktır geriye.
Atina’nın tam orta yerinde yükselen acropolis atinayı atina yapan etken. Onun dışında şehrin bana göre hiçbir özelliği yok. O gün bende başlayan müthiş baş ağrısından mıdır bilmiyorum ama sevmedim şehri. Ayıp olmasın diye acropoliste çekildiğim üç beş pozdan sonra tur bitsinde bir an önce gemiye binelim istedim. İstanbul’la asla kıyaslanamayacak bir kent. Mübadeleden sonra oraya yerleşen rum vatandaşlarının İstanbul özlemini şimdi çok daha iyi anlıyorum.









Gemiye öğleden sonra geldik. Ege’deki fırtınadan dolayı 3-5 saat rotar yaptık. Ertesi sabah çanak kaleden içeri girdik ve 14 sularında karaköy’e yanaştık.

İzlenimler
Beklentilerimizi minimumda tutmamıza rağmen en çok gözümüze batan negatiflik rehber arkadaşlardan meydana geldi.
Sürekli ekstra tur satma gayreti ve tur satın almayanların ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmesi can sıkıcıydı. Ayrıca gidilecek limanlarda taksi grevi var yalanını bahane etmeleri de tam bir tatlı su kurnazlığıydı ki öyle bir duruma asla rastlamadık.
Rehber diyince insanın aklına “yol gösterici” geliyor. Bamtur’un rehber ekibi ise genellikle ne yazık ki tam tersini düşündürdü yol boyunca.

Daha evvelki yurtdışı seyahatlerimizde gördüğümüz donanımlı rehberleri resmen aradık.

Bu tip problemler yaşayacağımızı az çok kestirdiğimizden ve dersimizi yola çıkmadan önce iyi çalıştığımızdan biz mağdur olmadık ama etrafımızdaki yolcular bizim kadar şanslı değillerdi.

Bunun dışında gemi çocuklu aileler için bence çok ideal. Sıkılmadan seyahat edilebiliniyor. Ahçılarda Türk olduğundan damak problemi yok.

Gemide dutyfree de var. Havalimanlarındaki kadar büyük olmasa da daha ucuz olduğunu söyleyebilirim. Parfüm, çikolata, sigara ve içki oldukça ucuz ve çeşit de bence bir gemiye göre fena değildi.. Örneğin 1lt absolut 12euroydu.


Herşeye rağmen biz gemi yolculuğunu sevdik. Önümüzdeki yıl daha uzun bir gemi yolcluğuna daha farklı bir rota düşünüyoruz. Umarım daha profesyonel bir gemi ile yolculuğumuza devam ederiz.

Cuma, Ağustos 12, 2011

Sevgili küçük dostum Arda;

Ben sana evimizin yanında oyuncak fabrikası var derken, diğer yanda ise çikolatacılar var derken sanki gerçekmiş gibi o yalanı ben de yaşıyordum. Ben de hayallerimde küçücük çocuk olup senin yaşındayken tam anlayamadığım toz pembe dünyaya sayende küçük bir gezinti yaptım.
Sen beni bu yüzden samimi buldun ve bu yüzden sevdin.

O gece diğer küçük kızlar club’da dans ederken, pistin etrafındaki hiçbir baba onlarla teker teker dans edebilecek cesarette değildi. Ben onların karşılarına çıkıp bir balodaymışçasına onları önemseyip adeta bir kraliçe ile vals yapıyormuş gibi ayaklarını yerden kestim. İşte bu sebepten ertesi sabah beni kahvaltıda gördüklerinde belki de hayatlarının en samimi “günaydın”ıyla selamladılar, selamlandılar. Bu yüzden çok mutluyduk “dostum”. İşte bu en samimi, en iyimser detaylarla yanınızdaydım.

Tüm bunlara ek, bir kenara kaydetmeni istediğim birşey var. Üç yaşında da olsa , otuzbeş yaşında da olsa insanlar duymak istediği yalanlara yalan değil “vaat” derler. Pembe vaatler hep cebinde olsun, tüm yollar sana açık olsun sevgili dostum.

Perşembe, Temmuz 28, 2011


Klasik ağustos ayı "alamancı işi" tatilimiz başlayacak yine. Önce yunan adaları ve atina. Sonra didim, datça ve kabak koyu.

Dolu dolu bir program yaptım, 1 ay'a da yaydım. Üzerine en güzel güneşi yerleştirip, en güzel yemeklerle donatacağım. Bol bol'da yazıp fotoğraf çekeceğim.

αντίο...