Cumartesi, Mayıs 19, 2012

Sabahattin Ali

Her şey mart ayında izlediğim bir otobiyografi-belgeselle başladı “basit” dünyamda. O zaman, adını bile doğru yazamadığım “Sabahattin Ali” ile tanıştım.

Kim olduğunu, ne yaptığını, nasıl yaşadığını ve nasıl katledildiğini şimdi yazmayacağım. Şimdi sadece ne hissettiğimi yazasım var. Bir de 64 sene önce kaybettiğim bir dosta duyduğum derin özlemi.

İlk “Kürk Mantolu Madonna” yı içime akıttım. Satırları gözlerimle içime zerk ederken yazarla transa geçmek nasıl olur, empati nasıl yapılır ve bir insan hangi ruh haliyle böylesine karakterlere can verip insanlara sunar? Nasıl bir gözlem, nasıl bir analiz yeteneği olmalı ki insanda, böylesine açık seçik insanların duygularını anlatabilsin.

Kürk Mantolu Madonna’da kah Raif Bey oldum, kah Almanya’da yalnız bıraktığı sevgilisi. Babasının mallarına çöreklenen enişteleri kalp ritmimi bozdu, Ankara’daki final görüşme ise resmen 1 hafta gözlerimin önünden gitmedi.

Gorki’yı(Ana) andım ilk sayfalarda. Tarzı yakın geldi, sonra da Puşkin…
Yanılmışım…
Tarzı apayrı. Yazım dili sıra dışı ve çok lezzetli. Bu arada empatinin de dibi.

Zannımca sadece Türk olmasından bir de erken ölümünden dolayı dünya yeteri kadar tanıyamamış Sebahattin Ali’yi... Ne büyük eksiklik.