Pazar, Aralık 24, 2006

"Belki garip bir kemancıyım"

















Kulağıma çizik bir plaktan çalan en damar şarkılar “bu da geçer, dayanmalısın” derken havalar bir o kadar soğumuş, bir o kadar yalnız kalmışım ayazında. Beni bir türlü anlamayan insan sürülerinde tek başıma kalmışım, boş gözlerle bakıp, boş kulaklarla dinleyen. Konuşmak için bırak bir şarapçı, başını okşamak için sokakta üşüyen uyuz bir köpek bile yok bu taraflarda. Rüzgar her yerden esiyor, vuruluyorum her yerimden ama ölemiyorum soğuğunda.

Bütün yalnızlık parçaları bana çalıyor, benim için ağlıyor martılar, benim yüzümden anlatılıyor bütün acıklı aşk hikayeleri. Ben örnek gösteriliyorum elleri henüz kalem tutmuş bebişlere, ben ibretim şimdi yanmamışlara, yanmışım çünkü…

Sahiller eskiden içimi açardı. Denize bakıp hayaller kurardım.Suya bakıp geleceği söyleyen falcılar gibi bende ufukta görürdüm geleceğimi, rahatlardım bu şekilde güzel İstanbul ’umun güzel kıyılarında. Şimdi ise deniz kenarlarında dalgakıranlara, sakin kayalıklara sığınıyorum kimsenin beni görmemesi, tanımaması için. Özenti oldum, şarap falına bakmaya başladım, bende sahtekar falcılara inat. Ama iki kelime etmeden bitiyor şişeler, bakıp ta söylenecek bir şey kalmıyor ortada, o da olmuyor.

Çok şey değişti burada, çok. Mesela artık içmek için havanın kararmasını bekleyemiyorum, zaten bir türlü aydınlanmıyor hava, değişmiyor renkler. Kan kahverengisine bürünmüş yer gök. Belki de kahverengi bir tını olmuşum, belki garip bir kemancıyım eski Türk filmlerinden çıka gelmiş. Sempatik bir berduş olmuşum, kendim yaşıyor, kendim beste oluyorum. Ağlamaklı bir şarkı oluyorum kulaklarında, dinlensin ama dökülmesin diye içilesi gözyaşların...

Çarşamba, Aralık 20, 2006

Kızılırmak olsun, Fırat olsun istedim.
Denize dökülsün diye,
Gözlerimi boğaza çağlattım;
Yanı başımda aralığın.


Kampanayı bırakmış ellerim artık onlar çalıyor
Günler ışıyor ama benim uykum hala gelmiyor.
Boğazımda yutamadığım bir lokma kalmış
Ne kadar su döksem üzerine ziyan,
Patlasam parçalanacak kurtulacağım.
Geriye kalmış bir çığlıklık mühimmatım
Onun da zamanını kestiremiyorum…

Ver ordan bir sevda dilaltısı

Nasıl alışmışız ve nasıl şartlanmışız tüketmeye. Hızla tüketiyoruz. Yiyecekleri, giyecekleri, dakikaları, zamanı, ömrümüzü hızla tüketiyoruz. Her şeyi tüketiyoruz işte. Birbirimizi tüketiyoruz buna paralel duygularımızı da tabi. Aşklarda yenik tüketici topluma ve şikayet için başvurulacak en üst merci taş duvarlar.

Rüzgar gibi gelip geçen aşklar için çiçekçilerde boş durmamışlar. Güllerin kurumasını beklemeyecek kadar hızlı aşıklar için, ilk elden kurutulmuş gül olayına girmişler ve hızlı sevenleri kitapların arasında yada dolapların görünmeyen bölümlerinde gül kurutmak gibi böylesine zahmetli bir işten kurtarmışlar. Böylece aşkın, inceliğin ve paylaşılan yüreğin sembolü bir sevda olayı da tarihe karışmış olmuş sanırım.

Düne kadar yollardaki çingeneden alınan çiçeği bile çiçekten saymazdım. O çiçek düşünülmeden otobanda tesadüfen görülüp de alındığı , ve o çiçekler hiç emek harcanmadan alındığı için. Kurutulmuş gül olayını düşününce yuttum yeryüzüne henüz çıkamamış düşüncelerimi.

Öyle yada böyle kitaplarda okuduğumuz büyük sevdalar bana öyle geliyor ki çok eskilerde kalmış yada hayallerine aldanan sevda sevdalısı yazarların, bizim okumamız için ballandırarak yazdıkları büyük yalanlarıymış. Halbuki bu kadar “pollyanna”cı olmasalardı bizde durumla kıyas yapmak zorunda kalmaz, hayıflanacak da bir durumumuz olmazdı.

Yanlışmıyım?
Kesinlikle değilim...



Pazartesi, Aralık 18, 2006

“Senin yanında kendimi güvende hissediyorum"

Hiç aklıma gelmezdi, bir gün güvenilir olmaktan sıkılıp ta güvenilmeyecek, etrafındaki insanları tedirgin edip, sözlerine yeteri kadar önem verilmeyen bir adam olmak isteyeceğim. Berduş, sorumsuz insan özentisi oldum, son zamanlarda ciddi ciddi bunu düşünür oldum!

Her zaman yaslanılan bir omuz olmak, karşılıksız destek vermek; bana ihtiyaçları olduğunda yanlarında olmam gereken insanların mutlaka yanında olmak, “senin yanında kendimi güvende hissediyorum” u sürekli değişik ağızlardan duymak artık canımı sıkıyor, bunu duymaktan nefret ediyorum.

İlkokulda en sevdiğim ders Türkçe’ydi. Türkçe dersinde ise yapmayı en çok sevdiğim şey yazı yada hikayelerin, ders sonunda ana fikrini çıkarmaktı.Belki de buna benzer bir çalışmaydı. Şimdi ise buradan en baba fikri çıkarmak istiyorum. Kendini başka insanların yanında güvende hisseden tipler aslında güvenilmez olan kendine bile güvenmeyen aynı zamanda asla da güvenilmeyecek aciz tipler. Sahip olamadıkları, kendilerindeki duygusal, manevi özürleri, gayri meşru ilişkiler ve demogojik tiyatral faaliyetlerle, kendileriyle tamamen tezat ruha sahip bir bedenden vantuz gibi emerek çalıyorlar, bunu da sadece mundar etmek için yapıyorlar. Sonuç da elde edilen bir şeyler yok yani. Olsa olsa sadizme hizmet olur buna takılacak ad.

Düşünmeden hemen aklıma gelen en klasik yalanlardan biride “babam gibisin”, “seni babam gibi görüyorum, galiba bu yüzden seviyorum”. Kopyalanmış ve çoğaltılmış gibi bu insanlar yalanlarıyla beraber. Adeta planlı çalışan çete…

İnsanın içinde doğuştan var olmayan düzgün karakter ve olması gereken insani duygular, yaşanılan kültür ne kadar etkin olursa olsun hatta bir kaynaktan çıkan su gibi çeşitli süreçlerden geçip işlense de olmayan şey sonradan var olmuyor. “Doğru”nun olmaması gereken bir yere entegrasyonu olamıyor. Okudum, gördüm ve yaşadım…

E bende zamanı geldi dedim ve geçenlerde yapmamam gereken bir yerde el freniyle “U” yaptım. Artık ben truva’nın “hektor”u değil nip-tuck’ın christian’ı olacağım, serserilik yapacağım. Elbet “Senin yanında kendimi güvende hissediyorum” diyeceğim biri düşer ağıma…

Salı, Aralık 12, 2006

Teknik Arıza

Teknik nedenlerden bir süre yazılarıma ara vermek zorunda kaldım.
Çok kısa bir süre sonra geri döneceğim.

Perşembe, Aralık 07, 2006

"çitten atlayan koyunlar" kuzumuyduyoksa?

Son günlerde artan trafiğim sebebiyle "artık" üretim merkezim ne yazık ki pek üretken değil. Üretkenlik bir yana düşünmeye bile vakit bulamıyorum, bol yeşil ışıklı parasız otobanımda. Çok erken başladığım günler çok geç saatlere kadar devam ettiği gibi en fazla cezayı cep telefonumun pili ve ayaklarım ödüyor bu aralar, çok da akıllı bi başım olmasına rağmen.
Gece başımı yastığıma koyduğumda düşünmek, hayaller kurmak, tavanla biraz kesişip gözlerimle dertleşmek gibi kendimce sıradan zevklerimi bile aktivite edemiyorum yazamamamın yanında.

Aslında bu yazıya başlamadan önce aklımda toparlamaya çalıştığım konu "çitten atlayan koyunlar"dı; hani uyumak için yatağa girildiğinde sayılan. Gerçi uzun yıllardır karşıma çıkmayan bu enteresan hatta abuk konu en fazla çizgi filmlerde empoze edilmeye çalışılırdı diye aklımda kalmış ve bir kaç kez denediğimide hatılıyorum galiba ama bende ters etki yapmıştı. Zaten gelemeyen uykum, sayılan koyunlarla bir şekilde ticari hırsa dönüşmüş, hayallerimdeki minik çiftliğimde bir anda dev et firmalarının sahip olduğu kadar koyun sayısına ulaşmıştı.

Merak ediyorum şimdi. Kaç kişi var acaba bu şekilde uyumaya çalışmış. Mesela sen!
Sen hiç koyun saydınmı uyumak için?
Çitten atlayan koyunların resmini yapabilirmisin:)
Keyfiten sek sek oynarcasına çitten atlyan koyunlar yap bana ama gülerken dişleri de gözüksün...

Salı, Aralık 05, 2006

Gül'den

yaşama notlar alıyoruz ve paylaştıkça çoğaltıyoruz keyifli anlarımızı......
paylaştıkların için teşekkürler.....
hissettiğin gibi yaşamayı,

sevgiyle bir yanındakine aktaran ve de keyfince yaşayan sıcacık yüreğine sevgiler...

:)

Cumartesi, Aralık 02, 2006

Bir köpek açlığıyla dolaşıp,
Bulunca mutlu olacaksın sevdalarda;
Aşık olup yüzün gülecek…
Diye bişey yok.
Bak köpeklere!
Doysalarda, doymasalarda,
Hala yalanıyorlar…


ilker

Cuma, Aralık 01, 2006

“Bir fincanda iki dudak”

Lise'deyken tenefüslerde yada sınıfa erken girdiğim zamanlarda karatahtaya renkli tebeşirlerle renksiz şiirlerimi yazardım, kimse yokken. Sonra yazdıklarımı, tahtayı silmekten yalama olmuş süngerle az okunacak hale gelene kadar silip yerime otururdumm. Sınıf arkadaşlarımda yavaş yavaş gelir yerlerine geçerdi bu arada.

Öğretmen gelene kadar kimse bakmazdı tahtaya, fark edemezlerdi hengameden, bir yerlerde yeni birşeyler yazdığını. Ya yanındakilerle yada arkasındakilerle konuşarak korkunç bir uğultu çıkaran topluluk anca öğretmen sınıftan içeri giripte masasının üzerine avucunun içiyle birkaç kez vurduğu zaman tahtaya doğru bakar ve altında imzam olmayan “silik” şiirlerimi tesadüfen farkederlerdi. Neden bunların yazıldığını anlayamayacak olan arkadaşlarımın çoğu öylece ikinci dizeyi bile okumadan gözünü kaçırır, ilgilerini çeken başka şeylerle ilgilenmeye devam ederlerdi. Açıkçası umrumda da değildi bunlar. Çünkü hedef kitlem değildiler hemde bir sürü insan için bir şey ifade etmeyeceğini biliyordum yazdıklarımın, etmesinide istemiyordum, bir kaç kişi dışında...

Onunla karşılaşacağım ilk gün heyecandan içime, deri ceketimden bile ağır ama taşımak zorunda olduğum heyecan kütlesi dolmuştu . Sanki on pont topuklu ayakkabı giymiş acemi bir kadın gibi bileğimi burkarcasına yürümeye çalışıyordum yollarda ona doğru.Bunlara sebep olan içimdeki garip kıpırtı oluşumunun sebebi yeni bir kader yapıcısının çekimiydi ve sonuna kadar hissediyordum bunu tüm “iç” organlarımla birlikte.

Aynı masada oturan iki kişi değildik bir süre sonra, aynı masada birbirini tamamlayacak yarımşar kalp ortaya çıkıverdi, “Bir fincanda iki dudak” oluverdi bir anda. Oysa kendimden yana paylaşılacak ve paylaşılmayacaklarım belliydi çocukluğumdan beri. O zamanlar oyuncak arabalarımı, bisikletimi vermezdim hiç kimseye.
Hala vermem arabamı, paylaşmam birincillerim dışında. Fakat ekmeğimi, silahımı, paramı, bileğimi, canımı hatta terimi bile paylaşırım yeri gelirse.
Bunların çok önemi yok çünkü bunlarla alınacak kalıcı hasar yada yara korkusu yok bende artık.
Birde çatalım, kaşığım, bardağım var "herkesle" paylaşmayı sevmediğim, çok komikde gelse kulağa sevmiyorum.
“Tamer” dışında senin fincanında birleşen iki dudak oluverdik. Bir kaç kişimin birisin, silikte olsa şiirlerimi okuduğunu bildiğim....

Pazartesi, Kasım 27, 2006

Sarıldınmı cicim bana...

Cinsel ilişkilerinde oral sexi normal yolla ilişkiden fazla seven yada fantazileriyle birlikte hayal dünyalarını "oral"a endekslemiş olan yetişkinlerin, mutlaka "çocukluklarında" anne sütü içimiyle alakalı sorun yaşadıklarını okudum, öğrendim.
Açarsak, buna sebep ya anneden fazla süt içmiş almaları yada az. Sütü normal içtiysen problem yokmuş. Az yada çok içtiysen "algida"...
Tabi bununla beraber çevrede süte karşı çok iştahlı olan bebişleride ileride potansiyel yalayıcı olarak görmek de yanlış olur sanırım. Bunu bu şekilde yazan adam belkide sallamışda diyebiliriz.

Tabi böyle bir konu yakalayan ben bunu okuyunca hemen tüm kuşkucu ve gözlemciliğimle kendimde bişeyler aradım. Benim bilinçaltımda ortaya çıkmaya çalışan birşey varmıydı acaba diye düşündüm, en azından buna benzeyen. Çok fazla vakit geçirmeden ilk aklıma gelen sarmak sarmalamak oldu. Benim böyle bir alışkanlığım vardı evet ve bunu itiraf etmek bana yasak birşey gibi gelmiyor hatta açık açıkda söylememek için neden de yok. Seviyorum sarılmayı, sarılmam gerekenlere. Meşru sarılıyorum...

Ben yatarken bile yorganıma yılan gibi sarılmayı, ona sarıldığım zaman garip şekiller vermeyi hatta yan yatmışsam eğer iki dizimin arasına bile gene yorgan takviyesi yapıyorum, büyük bir zevkle.
Bu neyle ilgili bir sorundu yada ihtiyaçtı bilmiyorum ama yazın dışarsı cehennem gibi sıcak olsa bile ben gene üzerime incede olsa bir pike almalıyım. Sarılmalıyım mutlaka. Tabiki ısınmakla ilgili bir dürtü değil, manevi bir yakıt alımı-ihtiyacı çok daha sıcak geliyor kulağıma. Çocuklukta yada bebeklikte gelişen olaylara da bağlamayı hiç mi hiç düşünmüyorum olayı. Çünkü olasılıkları düşününce, düşünmesi bile saçma geliyor.

Sarılmak; ısınmak, yemek, içmek gibi bir ihtiyaç değil. Koruma, korunma, şefkat, ait olma, güven hepsini kapsıyor sanırım. Bazen saran bir güvercin, bazende sarılınan bir güvercin oluyor. Hele hele kollarındaki sevdiğin insansa cennete yüksek çitlerden kaçak girmiş kadar haz alıyorsun.
Yıllar önce kollarımda kaybolup beni ezercesine saran bir sevgilimin kulağıma fısıldadığı cümleyi hiç unutmuyorum. "İşte bu , bu hepsinden güzel" derken beni ezmek istercesine sıkmaya çalışan incecik kolları ve aynı anda kısılan gözleriyle, burnunundan soluduğu havayla çalışan mimiklerinin sanki hayatında kokladığı en güzel şey buymuş ifadesi, asla unutulacak gibi değil.

Parayla pulla ölçülemeyecek keyifler. Manevi doyum noktası budur bana göre.

Pazar, Kasım 26, 2006

Ah be yavrucağım


İçinde "yavrucağım" geçen bir cümlenin sıcaklığını anlatmak için arayıştayım dakikalardır...
Yavru-cağımın yokmuş ötesi, yavrununda.

Bazen şairler öylesine güzel şeyler yazıyorlar ve üretiyorlar ki; resmen kıskanıyorum, gıpta ediyorum. Hem, daha önce benim neden bunlar aklıma gelmedi diye hayıflanıyorum düşüncelerimde, hem de olmayan şapkamı yerlere değdiriyorum karşılarında. Böylesine bir yüreğe sahip oldukları için. Biliyorum, kalın sararmış kitapları ıslatmayan engin bir deniz var gönüllerinde, uçsuz bucaksız. Bolca hüzün var yalnızlıklarıyla beraber. Malzeme sıkıntılarıda olmuyor tabi durum böyle olunca. Geriye birtek mürekkep kalıyor dolma kalemleri için derdim ama kırmızı şarap yanlarında olmasa...

"Ah be yavrucağım"...
İçimde iki günden beri bu cümleyi gezdiriyorum yuvarlaya yıvarlaya hiç yorulmadan. Yattığım zaman, yürürken, hastane kordidorlarında bir duvara yaslanmış tavanı izlerken, hatta banyo yaparken bile sürekli dilimin ucunda. Banyoda kafamdan aşağı sular inerken çok belli olmuyor gözümdeki nem ama dışarda fazlasıyla ilginç geliyodur eminim insanlara.Şişelerin arkasına saklamaya da çalışsam bu sessiz çığlığı hiç bir işe yaramıyor alkol. Ağrıyan dişe rakı basmak gibi boş yani saatlerce içmek.

Gönlüne sağlık sez, herşeye rağmen iyi geldi...







Cuma, Kasım 24, 2006

günaydın

Ben gidiyorum, o gidiyor yanımda tik tik etmese de hayat 6 viteste akıyor bu sıra.Sanki diğer zamanlarda bu kadar hızlı yol almamışım, durağanda seyretmişim gibi. Sanki daha önce hiç yaşamamışım.Her konuda acayip hızlı gelişiyo hayat. Ne yaptığını bilmeyen bir hareket, bir bereket bulutu var üstümde ve olumlu yada olumsuz hiç bir mevzuda ortalarda değilim.Ya en dip yada tavan.

Gripsem kanser oluyor bir anda tüm organlar, misket oynarken de kuyumcu oluveriyorum aniden. Geride kalmaya niyetim yok bende kökledim gazı, vermeye çalışıyorum yolun hakkını. Biliyorumki sol ayak boşta; ben istesemde istemesemde o nerde frene basacağını bilir.

Bazı insanlar şarkıları sadece kulaklarıyla dinlemezler adeta yaşarlar. Sanki bu beste onlar için yapılmış, kendileri için söylenmiş sanarlar.O dokunaklıkla da dinleyip duruma göre böğüre böğüre söyledikleri oluyodur herhalde.

Birde acısal yada depresiv durumalarlada pek ilintilidir bu müzik olaylarını kana zerk etme işi. Adam bişeyin acısını çekiyosa yada kadın, yaraya daha da tuz basmak adına verir en yüksek dozda müziği damara. Zannedersin nirvana'ya ulaşacak bu sayede. Sonra üstüne der ki "vay anam, ben ne büyük sevmişim"...

Ben kendimi bu gereksiz tarifin dışında tutmuşumdur oldum olası. Neşem yerindeyse ağır, neşesizsemde hareketli parçalar dinleyebilirim. Sonuçta keyif aracı olarak kullanmışımdır elimdeki melodi stoklarını yada kulağıma çalınıverenleri. Zaten şarkıları ezberleme yetisi uzun zamandır eksilmiş olan balık hafızam aksi bir duruma müsade etmez.

Geçenler arabada kulağım bir parçaya takıldı. Yalın'ın eski bir şarkısı, "günaydın". Arkasından "istanbul benden büyük". Keyfim yerine geldi bir anda. Hoşuma gidiyo bu çocuğun şarkıları, dinlerken yüzümde istemeden biten bir tebessüm oluşuveriyor. Rahatlatıyor. Pozitif elektrik bir CD kadar yakın olabiliyor insana.
İnsan belli ediyor yani kendini. İnsanın iyisini google earthden bile seçebiliyorum. Basitse, karaktersizse bir duvarın arkasında olsam bile hissediyorum. Söylüyorum da yüzlerine, "basitsin" diyorum...Aman dandikler bizden uzak olsunlar.
Yalın'la ve getirdikleriylede idare etmeyi iyi biliriz:)

Çarşamba, Kasım 22, 2006

Kuşs

Bazen önümden bişeyler geliyor, geçiyor ama ben bunları göremiyorum. Farkında olmadan akıyor hayat her şeyi yakalayamıyorum, bilemiyorum. Kimi zamanda görsemde adlandırmak zorunda hissetmiyorum çeşitli olayları.

Mesela yıllardır yeni yapılan inşaatların, yeni pencerelerinde, yeni camlar görmüşümdür. Bunun üzerinde de kireçle yazılmış "x" veya buna benzeyen harf yada garip figürler. Bu amatör çizimlerin meğerse amacı havada uçan kuşların camı fark etmesini sağlamak ve cama çarpmamasıymış. Kuşun canı değil tabi düşünülen, aman cama zarar gelmesin...
Şimdi bizim tanıdığımız ilker'den, böyle bir konu üzerine: "benim niye etrafımda böyle bir cam yok?" "Neden her isteyen bana çarpıp duruyo ve kırıyor camı pencereyi" benzeri bir yazı beklerdim. Akşama doğru kafamı toplamaya çalışırken de bunları düşündüm. Tırnak içindeki cümlelerin açılımını yaptım kafamda, eve gittiğimde bunları yazmak üzere...

Güzel bir gece geçirdik beyoğlu'nda bizim yerimde. Alkol, güzel müzik ve olmasını istediğim herşeyi etrafımda ve masamda topladıktan sonra gerçek yerime geldim. Akşam yazmak istediklerimi bir kenara bırakıp, katarakt olmuş bir göz hastasının gözlüğüyle baktım şimdi ekrana, kırık kafamla:)

Yaladım yuttum. Her zaman olduğundan daha temiz şimdi kireçsiz camlarım. Açmışım sonuna kadar bekliyorum, ışıklar kapalı. Kuş sürüsü bekliyorum odama doluşsun diye. Ne cam kırılsın, nede kuşların gagası.

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Hoşgeliyosun

Hormonun henüz ortaya çıkmadığı yıllarda, köylerde eken biçen insanların umudu vardı Allah'tan. Doğru miktarda ve doğru zamanda yağmur yağması için. Yağmur yağdıktan sonra gerisi kolaydı. Tükür ellerine ve çapala tarlayı. Hanım, çocuk, anne baba hep birlikte kuru havalarda çalışmaya devam.
Düşünecek çok fazla şeyleride yoktu oralarda. Okul derdi yok, trafik sıkıntısı yok, kültür seviyeside orta seviyelerden aşağı olduğundan muhtemelen ideolojik kaygı ve buna benzer dertlerde yoktu. Bu yüzden ilk önce boğazları için ekiyorlar sonrada fazla ürünü bölgesine göre, ya kasabaya satmaya götürüyorlar yada tüccar doğrudan kendilerinden alıp götürüyordu iki misline satmak için uzak pazarlara.


Düzen böyle kurulduğundan, herkeste böyle yaşadığından, alternatifte olmadığı için ne isyan etmelerine sebep vardı nede özenilecek başka bir durum.
Çalışıyorlar, yiyorlar ve ürüyorlardı.Çalışmadan da yiyip üreyenler de vardır mutlaka ama insanlık tarihi kadar eskiydi bu fiiller.

Atamız her ne kadar onlar için milletin "efendi"sidir desede, aslında bence hiç bir zaman ne efendi gibi görüldüler nede onlar bunu hissettiler. Son elli yıllda ise, büyükşehirlerin oluşumu ve nüfusun artmasıyla birlikte ortaya çıkan sektörlerde, özellikle yeşilçam sinemasında genelde dalga geçme objesi olarak kullanıldılar. Köylü dendiği zaman insanların aklına hep farklı şeyleri getirmeyi başardılar...

Yörük kökenli Türk milletinin çoğu aslında aynı evrelerden geçmişti, hepsi köy kültürünü tatmasada ataları o yollardan yürümüş, dalga geçen jenarasyon ne acıki bir sürü güzel duygulu insanın torunlarıydı. Onlar birbirlerini severek, kutsal umutlarının meyvelerini temiz havalı yeryüzlerine getirirken "üremediler" hiç bir zaman... Meyvelediler, aşk bahçelerinde...

Dün akşam "Tamer"imi gördüm. 3 ağaçta görmediğim Tamerimi bir sinemada gördüm. Naylon duygularını yalan kılıflarında gezdiren insanlara inat, ege'de, sıcacık bir kasabada, sıcacık kalpler içinde seyrettim onu kısıtlı sürede. İçinde hem ege, hemde Tamer vardı, tebessüm vardı sonunda.
Biletini almış, yola çıkmış benimki. Ve artık yazmamı değil anlatmamı istiyormuş.
Adının kirlenmemesi için şer bakan gözlere karşı.

Pazar, Kasım 19, 2006

Sevgili Duvar

Sevgili Duvar;

"Kar, yatak ve sıcak yorgan" yazana kadar kayıtlarıma, hep benden uzak olsun derdim kar, yağmur ve çamur için...
Kar dışındakiler gene uzak olsun sen yoksan ama dün çektiğim hayali fotoğraf gerçekten çekilmeye değmiş. İstisna durumlarda "kar"da gerekiyormuş, buz gibi soğuk olsa da yeterince dünyam.Beyazlar içinde gördüm seni ben.

İçinden çıkılmayacak sıcak bir yatak, üzerinden atılmayacak yumuşak bir yorgan, kafanı kaldırmadan henüz yastıktan görebiliyorsan beyaz örtüyü dışarda, eminim bitmiş bir şişede isimsiz kırmızı şarabım vardır sol yanımda, deklanşörün yuvasına iyice oturabilmesi için.Sebebi var tebessümün, gözler açılmadan ortaya saçılmış, yarım bir öpüş ki sabaha çıkmamış...

Birbirine sarılmış iki beden dışında hiç bir silah patlamazmış çoğuk soğuk havalarda, hayatı boyunca sibirya dışına çıkmamış rus bir şairin denemelerinde var. "Çığ gibi patlayan iki beden".Anlamakta güçlük çeksende bu üşümüş sevda tabirlerini, ki gerekte yok aynı eskiden bende olduğu gibi.

Cumartesi, Kasım 18, 2006

Ruhumuzıu gıdaladık dün gece

İsmiyle son derece orantısız güzellikte olan bir barda dün gece müthiş güzel saatler geçirdim Beyoğlu’nda.
Esmeray’ı, İlhan İrem’i, Ajda Pekkan’ı hatta Ferdi Özbeğen’i ve bunun gibi küçüklüğümüzde yasakları olmadığı için rahatça trt’de izleyip, dinleyebildiğimiz şarkıcıları orda dinlemekten son derece mutlu oldum. Tanju baba’nın bir şarksındaysa zor tuttum kendimi…
Çizik plaklardan gelen müzik sesi sanki kulağıma sıcak yağmur tanecikleri gibi damladı durdu.

Sanki “o” zamanlar da, yani daha alaturka, daha az teknoloji, daha az imkan varken verilen emekler kulaklara da bunun tam tersi doğrultuda daha da güzel yansımış dedim, hissettim.

Dijitallikle sanırım bir takım duygularda yok oldu.
Şimdiki stüdyolarda bütün enstürmanların yerini bir cihaz görüp onlarca çalgının işini kesiyor ama bununla beraber gelen lezzet konusunda ben şikayetçiyim.
“Odun ateşi daha farklı daha bir güzeldi”.
Ayrıca bence elli çalgıcının karşısında söyleyen, ter döken hatta ağlayan sanatçının bir hata yaparsam bunca emek helak olur endişesiyle, bir mixerin müziğine eşlik eden pasif sesin hisleri arasında bence dağlar kadar fark var. Kulvarlar çok değişik.

Ah Cahit içimden kulaklarını çok çınlattımdün gece, yıllar önce senle oraya gittiğimiz günü düşünerek. Gün batmadan içmeye başlamıştık ve gece yarısına kadar içmiştik, üç dört kapı yapmıştık birlikte…

Perşembe, Kasım 16, 2006

Bu gece Baba'nın gecesi demiştim.

Gitmek isteyip de gidemediğim ülkeler var benim, zihnimdeki haritada.Hepsinin yeri belli. Sıralamasını güzelce yapmışım, günün birinde hepsine tek tek gidecek ve kendimi şimdi olduğumdan çok daha iyi hissedeceğim en azından şu anda öyle düşünüyorum.Oralar deniz aşırı ve sıcak yerler. Sanırım yaşamak istediğim. Öyle bir şey ki bir yandan bir merak var beni oralara çeken diğer yandan da bilinmeyenin merakından doğan korku yada kaygı, yada endişe sen ne dersen de. Adını henüz koyamadığım duygular. Yıllar önce gidip te yerleşmek istediğim uzak ülkeye gitmek üzereyken de bunu hissetmiştim.

Sevgili "Duvar"; tecrübesizlik mi dersin, cahillik mi bilmiyorum ama bilmediğim bir şey varsa, öğrenmek isterim aptalca gurur yapıp bilmediğim birşeyi biliyormuş gibi yapmak yerine. Dün gece okul yıllarımdan beri açmadığım " Türkçe "sözlükleri açtım. Sonra ansiklopedileri taradım saatlerce. Yetmedi; internetde dolaştım. Çünkü aranan her sorunun cevabı mutlaka nette olmalıydı. Arama motorları neden vardı ki!

Aradığım her yerde var mı diye bakındığım "aşk"ın ne olduğu cevabına çok farklı yanıtlar aldım. Herkes karalamış, kafasına göre anlamlandırmıştı kendi "aşk"ları çerçevesinde "aşk"ı hatta "aşk"larını.

Kimisi aşk için yaşam şekli, kimisiyse aldığım nefesin sebebi demiş. Yarını yok demişler aşk'ın, kovalanası duygular bütünü, yaşanması gereken güzelliklerin sonunda acı yaşanacak olsa da peşinden, mutlaka yaşanması gerek demişler. Aşk güzel, aşk acı demişler, aşk'ın türlü hallerini sıralamışlar bir bir. Yürekleri kanatlandırır, pır pır eder demişler "aşk" olunca. Şarkılar, şiirler nasıl ortaya çıkardı diyor duygu adamları, aşk olmasaydı…

İlk etap da şaşırtıcı gelse de bu kadar değişik anlam yüklenmesi bu üç harfli kelimeye, düşününce herkeste farklı reaksiyon gösterdiğini düşünüyorum. Sonrasında ise bunun tarifi olmadığını. Çeşit çeşit şey, adam nasıl anlatacağını şaşırmış aşık olduğunu belli etmek için.

Küçücükken sormazlarmıydı; “beni ne kadar seviyorsun” diye. Kollarımı iki yana sonuna kadar açardım, açılabilecek son noktaya kadar. Kırılmayacağını bilse daha da açardım. O zamandan başlatıyolar yani amerikanvari pazarlama oyunlarıyla ifade şekillerini.
Diyorum ya tarifsiz, statülendiremeyeceğim duygular.Bu da onun gibi işte.

Kapattım gözlerimi bir ara bende düşündüm, karanlıkta.Söylenmedik o kadar çok şey var ki oysa "aşk"a dair diye ...
Acaba uzaklardaki bir ülkemiydi benim için yoksa fetih edilecek bir ülke mi? Belki de bu savaşta kaybedilecek olan benim ülkemdi, değil mi? Ben karar veremedim neyin ne olduğuna.İnsan karanlıkta yürür gibi hissediyor kendisini böyle zamanlarda, her an bir yerden ışık gelecek umuduyla. Hem adım atmaya korkuyorsun, hem de olduğun yerde kalmaya.
Unutmuştum, bana lazım olmayacağını düşünmüştüm böylesine ifadeleri yıllardan beri. Bu şekilde karşıma çıkması, kafamda ünlemler meydana gelmesi bir yandan hoşuma gitti bir yandan da korkusal düşünce girdapları oluşmasına yol açtı.

Acayip gaza geliyorum…Ne diyorum, neler yazıyorum ben bile şaşırıyorum.
Monitörle kadeh tokuşturmayı denememiştim hiç. Gülüyorum yaaaaaa.
Eyvallah duvar, öpüldün moni.Benim uyku saatim geldi:)

Salı, Kasım 14, 2006

...

Bu günde güzel birşeyler yazmak istedim, konuşulduğu gibi. Güneşli günlerden, gülmekten, ege'den yada ne bileyim pollyanna'dan bahsedebilirdim mesela...
Sonuçta hepsi sevdiğim güzel şeyler.
İçinde sıcak şeyler dolu yazılar yazıp sevgi bulutu gibi gelsin üzerine çöksün isterdim şu soğuk gecede.
Üşüyodum çünkü, belki bende bu sayede kendimi daha iyi hissedecektim fakat sonra aklıma içimde gezen plaj şemsiyesi geldi!!!

Böyle bir nesneyle insan sağlıklı düşünemiyor bile. Ki ben bu halde nasıl olumlu birşey yazacaktım...

Biz acı çekmeyi çok seven bir jenarasyonun ardından gelmişiz. Hamuru hüzün ve acılarla yoğrulmuş bir jenarasyon. Öylesine yer etmişki insanlarda bu olumsuzluklar, işler olumlu gidince alternatifler aramaya yönelmişler.
Örneğin eskiden, yazlık sinemalara yeni bir film gelince fısıltı gazetesi hızlı yayılırmış. Hele hele film acıklıysa yani ağlamak için yeterliyse bu filmin gişe başarısını çok daha fazlalaştırımış. Elinde mendillerle ağlamak için sinemaya giden bir ahali düşün, üstelik parasıyla ağlamaya giden. Ne bekleyebilirsinki diğer armutlardan! Düşecek yerleri belli yani.
Ne konuşuyorum ki ben!




Pazartesi, Kasım 13, 2006

Erenssss

SaDECE ERENSSS.

Pazar, Kasım 12, 2006

Arabesk

Arabesk yaşıyorum bu ara. Dev bir fanusun içinde bol acılı yemeklerle beraber içerken, gırtlağımı yaksa da rakının dibine vuruyorum her gece.Bol sigara dumanlı, göz gözü görmeyen yerlerde.
Gülmekten ağlıyorum karanlıkta, ama karşımda oturan, tanımadığım adam bile göremiyor gözyaşlarımı. İnsan bir el istiyor bazen omzunda yada “niye gülerek ağlıyorsun kardeşim” diyecek bir ses…


Kulağımda en damar arabesk parçalar. Dinliyor, dinliyor içiyorum. Hoşuma gidiyor, garip zevkler alıyorum gene ve bende güzel olmayan sesimle feryat figan eşlik ediyorum benden de bet sesli pavyon şarkıcılarına. 70’li yıllarda çekilmiş filmlerin platolarında gibiyim buralarda. Birileri kavga etsin, başımın üzerinden viski şişeleri, sandalyeler uçsun, karambolde bende birileriyle kavga etme fırsatı bulurum belki diye akbaba gibi erketedeyim.

Gündüzleri değil de geceleri bir farklı oluyor her şey yada ben farklılaşıyorum. Giymeyi sevmediğim elbiselerin içinde buluveriyorum kimi zaman kendimi. Kimi zamansa ait olmadığım bir dünyada. Görenlerinse ilker’in burada ne işi var diyebileceği…
Uzaklarım yakınlaşmış gibi geliyor, yada gidemediğim yerleri yakına çekmiş gibi. Yada her neyse…

Tüm ihtimallerde de istediğim gibiyim.Huzursuz olmanın huzurunu yaşadığım gibi mutsuzlukla gelen mutluluğu da sevdiğimi biliyorum. Tam melankolik bünyeme yakışır bir hayat yani. Üzgün olmadığım zamanlar aklıma gelince üzülüyorum, kafam karışıyor. Ters gitse de bir şeyler, bende rutinime dönsem diye hayıflanıyorum…
Ben gri gökyüzünü sevmem derken kendime bile yalan söylüyormuşum yani. Grilikle gelen yağmur bulutları beni rahatlatıyor aslında. Yukarıda da birilerinin ağladığını görmek, yandaşlarımın bütün dünyayı ağlayarak ıslatması ve bu yaşlarla hissettiğim çoğalma hissi. Olay bu işte.

Ben aynı şarkıyı defalarca dinlemeyi seviyorum. Ben bazılarının kıro dediği adamları aynı zamanda ezberleyemeden söyledikleri hit olmuş parçalarının yer aldığı albümlerde, cımbızla içime çektiğim parçaları dinlemeyi seviyormuşum meğerse. Ben kimsenin yakalayamadığı virgüllerde hıçkırmayı, ben kimsenin farkına varamadığı nefes aralıklarından ve yutkunmalardan garip anlamlar çıkarmayı kendileriminkilerle özdeşleştirmişim meğer bilmediğim zamanlarda.
Ben köşe başlarında üşüyerek bira içmeyi, sahildeki kayalıklarda şarap içip boş şişeyi gücümün yettiği en uzak noktaya atmayı seviyormuşum aslında.
Aslında ben ağlamayı, ağlayarak gülmeyi seviyorum.
Ben olmamam gereken yerlerde olmayı seviyor, yaşamamam gereken şeyleri yaşamayı seviyorum. Bırak beni, bırakın benim kıyıma doluşan pislikleri. Ben onlarla yaşamayı da çok ama çok seviyorum.

Hicaz...

Türk millettinin en sevdiği, aynı zamanda duygularını en iyi ifade edebildiği makam hicazmış. "Uyusunda büyüsün ninni, dandini dandini dastana" ile başlarmış hicaz yolculuğu ta-ki öldüğümüzde "hicaz" okunacak ezana kadarda devam edermiş. Neden sezen'in şarkılarında bu kadar hicaz var şimdi daha iyi anlıyorum. Kurt kapanı denilen bi hareket vardır güreşte, rakibin boynundan yakalanıp hiç bir hareket yapamadan hatta kıpırdayamadan olduğu yerde kalması ve rakibin puanları kapması. Hicaz işte benim için öle bişey...

Hiç kalem kırmadım daha önce ama klavyemi kırdım geçen gün. Çok kullanıldığındanmıdır yada miyadı mı doldu bilemiyorum ama 99'dan beri bana bi-fiil hizmet eden klavyem tekledi sonunda. İttim, vurdurmaya çalıştım biraz boşa alıp ama yok, banamısın demedi. Daha fazla açı çekmesini istemedim ve bir kiremit gibi ellerimle kırdım.

Arada beraber geçen bunca zamana ve şahit olduğu onca yasak, bazen günah, bazende çok kutsal konuşmalara aynı zamanda "artık"larıma rağmen genede aramızda hiç bir bağ oluşmadığını farketmek sadece beni düşündürdü. Garip geldi belki de; sanırım sonrasında hissetmeyi düşündüklerimi hissedemediğim içindir. Çünkü bu tip şeyler zaruri bi ihtiyaç gibi görülüp bişey ifade etmesede genelde insanlar için, bense bunu ulaşmak istediğim yerlere bir köprü gibi algılar ona göre davranırım basit bir cihaz olsa bile. Ama bu sefer olmadı, hiç bişey hissetmedim...

İki gündür yazmadan oturmak, dilimin damağıma çivilenip cezalanması hissini verdi bana. Oldukça kötü hissetim kendimi. Yapmak istediğini yapamamak, öylece hareketsiz bir felçli hasta gibi gözlerin dışında başka bir yerinle çığlıklarını duyuramamak gibi. İşte asıl "hicaz" bu dedim kendime, benim hicazım...Zamanda bulamadım klavye alışverişi yapabilmek için taki bugüne dek. Ama sonunda atlattım sendromumu...

Hoşgeldin yeni köprücük, hicazdan uzak olalım senle.
"Polly"sel hikayelere, dalya...
:)

Perşembe, Kasım 09, 2006

Nice Yıllara

Mutlulukların Dişi Robin'i;
Pozitif düşüncelerin birikimi, üretken, sevilen, seven, masal kitaplarından gelen yüce insan...

Pastana her seneyi devriyede eklenen mumlar aslında gönlünde çoğalttığın yeni, yüce sevgi tohumlarının sembolü. İyiki kraliçem, iyi ki doğmuşsun.
Nice yıllara...

Çarşamba, Kasım 08, 2006

"Yazayım da, ne yazarsam yazayım"

Yanlış yaptığımı hiç bir zaman düşünmedim. Erken yaşta yazıp, onaylayıp, uygulamaya koyduğum kararlarım ve önüme çıkan sonuçlar için.
Hoşuma gitmişti çünkü "kendi düşen ağlamaz" felsefesi, bununla beraber gelen ağlamamak için dikkatli ve temkinli hayat yaşama çabası. Çok kasmayacaktım kendimi ama rüzgara da kapılmayacaktım nadir durumlar dışında; dümeni elimde sımsıkı tutup, gözlerim hep ufukta olacaktı, heran bir iceberge çarpıp batmamak, hemde düşmemek lazımdı "ağlamamak için".

Düşmemenin dolayısıyla ağlamamanın en iyi yolunun havaya bakmadan yere sağlam basılarak ayrıca "sağlam dayanak"larla olacağını bir kaç kez tökezledikten sonra öğrendim. Sağlam dayanaklar bulmak içinde hemen güvenilmeyecek, paylaşımlar ortak geçirilen zaman doğrultusunda artacak ve güvene dönüşecekti, gene zamanla tabi.

İyi arkadaş olmak, iyi dost olmak, güvenilir olmak farklı bir olay , iyi bir sevgili olmanın ise apayrı bir olay olacağını yıllar sonra çeşitli cezalar yaşayarak öğrenecektim. Herkesin doğru, dürüst kabul ettiği insanlar ilişki içerisine girildiği zaman üçyüzatmış derece değişip kabul edilen dışına çıkıvermelerinide. O zamanda ne olacaktı; toplumun teyidi, ilişkinin oluşturduğu görünmeyen duvarın dışında kalacak başa geleni ben çekecektim. Yani benim ağlamam gene beni bağlayacaktı, "ağlarsa your mother ağlar" hesabı...

Beklenti en büyük düşmandı tüm süreçlerde. Kafamdan geçen düşüncelerin kendiliğinden oluşmasını beklemek, dolayısıyla "beklenti" içerisinde olmak hem zaman kaybı hemde sadece beklemekten öteye geçemeyecekti benim için. İstemek ve almak daha kolay bir çözüm olacaktı. Bunuda çok geç öğrendim ama istenilen kişi doğru kişi olmadıktan sonra, ister bekle, ister gasp et hiç bişey değişmeyecekti. Buda hikaye oldu tecrübelerimle. En güvendiğim varyasyonlardandı oysa.

Halbuki beklentiler daha bizim ağaç eğilmeden boşa çıkacağını göstermiş, belkide ben doğmadan. Bir abim olmamış mesela. Bekledim, erkek kardeşimde olmadı. Hoş, olsaydı ne değişirdi onu da bilmiyorum ya:)
Bu konuda benim yapacak birşeyim yokdu belki ama genede beklenti - beklentisi işte.
Sonu yokmuş.

Pazartesi, Kasım 06, 2006

Acils

Güzelce hazırlanmış kahvaltının hayalini daha uyanmadan kurduğum herhangi bir pazar günü aldığım telefonla uyanıp özel olmayan bir hastanenin aciline doğru yola koyuldum. Sahra çadırlarının bölmelerine benzer perde parçalarıyla bölünmüş acil müşahade yada müdahale odalarında yakınıma ulaştım. İnsanın istemeden olmak zorunda kaldığı ender yerlerden sanırım ilk üç'e girer hastane acilleri. Feryat figan, karmaşa ve ortalıkta ne yaptıklarını bir türlü anlamadığım başı boş insan sirkülasyonu fena halde can sıkıcıydı.
İyi ki doktor olmamışım dediğimi hatırlıyorum içimden...


İki kişik bölmede yan yatağımızda yatan genç kız dikkatim çekti. Yüzünün bir tarafı renk değiştirmişti. Belli ki darbe almış. Sadece geçmiş olsun dedim gülümseyerek. O da bana aynı şekilde karşılık verdi. İçimden direkt teşhisi koymuştum arada. Sevgilisiyle kavga etmişti, daha doğrusu sevgilisi genç kızdan hıncını yumruklamak suretiyle almış bunu üzerine kızcağız da canına kıymaya karar vermişti. Eline geçirdiği bolca hapı yutarak da ailesini teyyakkuza geçirip hastanede almışlardı soluğu.

Oysa benim düşündüğüm gibi olmamıştı olay. O kadar genç bir kızın kendi canına kıyması için başka sebepleri de olabiliyormuş meğer. En yakın kız arkadaşıyla kavga etmiş bizim mağdur ve üzülüp hapları diplemiş. Anlattığı kavga sebebini tam hatırlamıyorum ama sudan bir sebepti aklımda kalmadığına göre. Olayı duyup da gülmemek elde değildi. Bizim bölümden ne yakınım nede ufaklık problemsiz atlatmışlardı acil maceralarını, gülerek ayrıldık ordan.

Yalnız, düşünme fırsatını daha sonra buldum insanın kendi canına kastı konusunu. Bana göre çok geçerli bir sebep olmalıydı bu hayattan vazgeçmek için. Öyle ya, gezmek, eğlenmek, sevdiklerinle keyif sürmek varken neden bunları bir kenarda bırakıp kendi fişini kendi çekesin.
Değermiydi!
Sonra genç kızı düşündüm. Acaba gerçekten sebep basit bir kız kavgasımıydı...
Sebep buysa komikti daha doğrusu trajikomikti.
Ben inanmadım buna sanırım inanmak istemedim.

Pazar, Kasım 05, 2006

Fotografs

Hastayken çok fazla fonksiyonel olamadığım gibi, yaptığım şeylerde elbette ki sınırlı oluyor evde. Bu sebepten gündemimde olup da vakit ayıramadığım mutlaka okumam gereken kitaplarımdan bir kaçı eminim mutlu oldular. En azından bir tanesini daha bitirdiğim için...

Eski fotoğraf albümlerimi aynı zamanda sümen altında sakladığım uzun zamandır görmediğim sadece benim özel arşivimi oluşturan resimleride inceleme fırsatım oldu. İnceledim demek yanlış olur sanırım, onların içine girip o yıllara ve o insanlara, yaşadıklarıma bir şekilde geri döndüm, tekrar yaşadım demek daha doğru olacak.
Onlarca yılı dolu dolu geçirdiğimi kendi arşivimle kendime göstermem elbetteki fazlasıyla bazı egolarımı tatmin ediyor, okşuyor iç huzurumu. Bunun yanısıra kurulan dostlukları, arkadaşlıkları, sevgililerimi yani kısacası beni ben yapan geneli bir zaman sonra uzaktan acısıyla tatlısıyla izlemek yaşlı bir dedenin torununun gözlerinde tüm hayatını bir film şeridi gibi tebessümle izlemesi keyfini veriyor bana.

Boşa yaşamamışım aslında dediğim bir otuz sene var ardımda bıraktığım. Artık zamanla sararmaya başlamış olan resimlerde hüzün kokusuda alsam, bu hüznü koklaması bile güzel.

Cumartesi, Kasım 04, 2006

"Müjgan"

Onu dinlemeye ortaokulda başladım.Muhafazakar, milliyetçi ve gerçek bir çekirdek ailenin "ilk er'i" olmama rağmen gene de dinlemek istedim. Belki de o zamandan bir kalıba soktum kendimi. Asi bir ruh oluşturup kendime, kör inadımla aşırı derecede gurur pompalayıp kendi kendimin dünyasını yaratacaktım, doğrularımla. Onu dinlemekle zaten farklı bir dünyaya yatay geçiş yapıp otomatikman statü belirleniyordu. İlk aldığım kasedi "Sevgi Duvarı"ydı ama son değildi. Unkapanı'ndan tüm arşivini topladım bir süre sonra ve kendimce statümü değiştirdim...

Dinleyip dalarken hayallere, kimi zaman kırk yıllık bir militan, kimi zaman anasından ayrılmış koparılmış bir çocuk, kimi zamansa leyla'nın mecnun'u, sevgilisine hasret yada terk edilmiş bir adam oluveriyordum. Bu psikolojiyi yaşamak, gözlerim açıkken tavanda düşlediğim filmleri kendi kendime izletmek zevk veriyordu bana.

Her kulağa hitap etmeyip herkes tarafından dinlenmediği için çeşitli ortamlarda denk gelen arkadaşlıklarda gönül bağı oluşmasına neden oluyordu bu şarkıların bilinmesi. İki ağızdan bir şarkının çıkması, sözlerin bilinmesi aynı havayı solumak gibi bişeydi. Bir anda dava arkadaşlığı hissi mi veriyodu acaba bilmiyorum.

Ben 15-16 yaşlarındayken jenarasyonumuz, o dönemin meşhur taverna sanatçılarının damar şarkılarıyla içerken biz o'nun parçalarını meze yapardık kendimize, heryerde. Bir gece menekşe sahilinde arabada sabaha kadar radyolarda "müjgan"ı arayıp o parçayı yakalamaya çalışıp beklerken bundan alacağımız hazzı tahmin bile edemezdi kimse. Parayla pulla ölçülemeyecek şeyler yani. Gecenin sonunda arabamızın polisler tarafından bağlanacağını ve cebimizde beş kuruşsuz florya'dan eve otostop çekeceğimizi bile bile.

O'nu dinlemek de siyasi düşünceler bir yana bırakılırsa gene de bir nevi başkaldırı simgesiydi. Yüzünde uzayan pis sakal, kardelen çiçeğinin "kar"ı deldiği gibi nasıl resmiyet delici bir unsursa onun albümleri de bir dönem gizli gizli el altından satılıyor ve kaseti alıp çoğaltıp dağıtan öğrencilerin yaptıkları bu gayrıresmi işten büyük gurur duyduklarını görüyordum. Bazı kasetlerinde rivayetlere gören basılan sanal kaşede gizli çekim yani yasal olmayan basım ibaresi kulaktan kulağa tez yayılıyor, bu o kaseti efsaneleştiriyordu adeta.

Benim gibi çok insan vardı onunkinden farklı ideolojilere sahip fakat ya arabada yalnızken ya da walkman'lerinde severek dinliyorlardı gizlice. Çok gördüm torpidolarda farklı kaset kapaklarının içinde gizlenmiş kastelerini. Ne garip değil mi. Sen şarkıları bayıla bayıla dinleyeceksin fakat bunu yalnız yapacaksın. Ne kadar da salakça.

Ne fikirlerim, ne görüşlerim hiç bir zaman uyuşmadı ama dik, sivri yanı hatta yanlış da olsa insanlara empoze etmeye çalıştığı fikirler için daha fazla insan tarafından dışlanacağını bile bile kendini ülkesinden kaçırtmayı göze alması. Hatta ve hatta bu boş işler için vatanından çok uzakta bu hayattan göçüp gitmesi gerçek anlamda tam bir trajedi.

Cuma, Kasım 03, 2006

GÖKKUŞAĞI

Trakya üzerinden gelen soğuk yada yağışlı hava dalgası hep marmara'yı etkiler ona göre önlem alırız ya; bu sefer bir değişiklik olsa da trakya üzerinden yağmur yada yağışlı soğuk hava yerine keyifli bişeyler gelse, bir toz bulutu gibi üzerlerine çöküp insanların deli gibi güldürse mesela. Kimse ne olduğunu anlamasa .
Deprem yada sel mi yaşamak lazım doğal afet adına. Arada bizde sevinelim diyorum.

Zaman geçiyor, herkes değişiyor. Tabiat da değişmeli bizlerle beraber, yapmalı sürprizini...
Eksilen hava sıcaklığıyla kışlık giyimde gündeme geldi bende. Eskiden böylemiydi!Küçüklüğümde yazlık giysiler ve kışlık giysiler diye iki gruba ayrılmıştı, senenin mevsimlerine göre giyileceklerim. Sonbahar gelip kışlıklar ortaya çıktığı zaman keyfim kaçardı balıkçı kazaklarımı görünce, içim daralırdı. Havalar ısınıp yazlıkları ortaya çıkarırken ise bütün bunlar yeni alınmış, geçen sene hiçbirini giymemiş ve görmemiş gibi içimden sevinç çığlıkları atardım. Gardropla beraber sanırım bir kültürü yok etmişim farkında olmadan.

Kışları ne kadarda pisti doğalgaz gelmeden önceki İstanbul'un. Kaşkol filtre görevini yerine getiriyordu ağzımda, dışardan gelen dumanı yutmamam için. Odun ağırlık ölçüsü çekiydi mesela aklıma gelen. Ne zamandır duymadım "çeki" kelimesini, vay be. Bu kelime yıllar sonra aklıma gelecek ve ben şaşırıcam. Hatta küçücük çocukken bile bilirdik kömürün bütün yandaşlarını aynı zamanda Uzun Mehmet'i.

Semtlerin gelir düzeyini apartmanların kat durumundan anlayabiliyor yüksekliğinden de yakıt olarak ne kullandıklarını fark edebiliyordum. Yada gökyüzün doğru yükselen dumanlardan. Kaloriferli bir apartmanın tek bacasından çıkan dumanla, sobalı binanın üzerinde yada camlarından fırlamış bir sürü boru elbet bir değildi ve farkda ayırt ediliyordu minik gözlerim tarafımdan. Özellikle gecekondu olan yerlerde lastik bile yakıyorlardı insanlar kömür alacak paraları olmadığı için herhalde. İğrenç bir renk vardı hep kışları gökyüzünde, iyi ki sadece çocuktum o zamanlar...
Teşekkürler külkedim...

Çarşamba, Kasım 01, 2006

Eften püften

Çekirdek yemeyi pek sevmememe rağmen yediğim her paketin sonundaki son çekirdek mutlaka acı çıkıyor. Yiyip bitirdiğim paket, "o" son acı çekirdek yüzünden ziyan olmuş gibi oluyor. Çünkü ağzımda kalan son tat, en iz bırakan tat yüzü buruşturuyor mutlaka.

İyiki tuzlu fıstıklarımda bu problem yok, yoksa yanmıştım:))

Anladın sen...


Salı, Ekim 31, 2006

Ölüm's.

İlk aldığım ölüm haberi sanırım bizim eski oturduğumuz binada oturan rahmetli Recep amca'nınkiydi. Sevimli huysuz bir ihtiyardı ama biz çocuklar onun mahalleye terk edilmiş olan hurda kamyonunda oynamaya bayılırdık, dolayısıyla onuda severdik. Cam çerçeve yok kamyonda, öylece kenara çekili, atıl kamyon. İlk geçtiğim direksiyon o aracınkiydi yanlış hatırlamıyosam. Öylece sağa sola sallar dururduk simidini. Kasasına binip komandoculuk oynardık.
Bir gün baktım mahalleli bizim apartmana doluşmuş, başı örtülü kadınlar gelip gidiyo insanlarda endişeli bir hareket var. Hafiften ağlama uğultusu apartmandan etrafa yayılan, hoca efendinin okuduğu dualarla beraber. Tabi ufağım adlandıramıyorum olayları. Anlamadığım için korkmak yada değişik bir duygu ifadeside oluşturamıyorum çocuk bünyemde. Sonra yeşil bir kamyon gördüm sokakta. Arkası cabrio peşi sıra apartmandan tahta bir sandığı çıkardı adamlar omuzlarda, kamyona bindirdiler.Kamyonda aldı gitti. Vefat etmiş, öldü, ecel geldi, vadesi yetti gibi kelimeleri o zaman Recep amcanın arkasından öğrenip lugatıma yerleştirdim ve çok sonraki yıllarda anlayacaktım ki 60'ından sonraki insanların arkasından çocukları ve eşinden başka kimse ağlamıyordu. Bu kural sadece zengin ölümlerin arkasından değişiyordu.
Hiç sevmediğim İlkokul hayatımın son yılında aldığım bir habere kadar ölümün hep yaşlıların başına gelecek bir hastalık, bir musibet olduğunu düşünmüş ve bu yüzden yaşlılara yakıştırmıştım. Durumun böyle olmadığını sınıf arkadaşlarımdan birinin ölümüyle öğrendim. Yavuz'umuz bisikletten düşüp kafasını kaldırıma çarpmıştı. Aldığımız ölüm haberiyle sınıf arkadaşlarımın çoğu ağlıyor birbirine sarılıyorlardı, şerefsiz öğretmenimde üzgün gibiydi fakat ben rahmetliyi çok sevmeme rağmen kendimi sıksamda ağlayamadım. Akmadı gözümden yaş. Çok üzüldüm. İlerleyen yıllarda yakınlarımdan sonra, bir kaç arkadaşımı ve bir kaç dost abimi kaybettim fena oldum, gene ağlayamadım, akmadı gözümden yaş.

Trafik ve normal yoldan gelen ecel dışında bir tane boğulmadan dolayı kayıp verdik, pisipisine. Bunda da diğerlerinde de teşhis aynıydı. Vadesi yetmiş diyorlardı!!! Nasıl bir vadeydi kardeşim bu, yaşımın büyümesine rağmen gene adlandıramadım, anlayamadım şu vade işini...

Zaman geçti yer ve mekan değişti. Güneydoğuya, dağlara geldim vatanı korumaya, büyük bir zevkle. Yatağımda, başucumda silahlarım asılıydı, altındaysa muhimmatlarım zulalı. Rüyamda görmediğim, göremeyeceğim yerlerde, düne kadar yabancı dediğim insanlarla aynı yatağa girip, operasyonlarda sırt sırta verip canımızı birbirine emanet edecektik, ettikde. Kimseyi yolda bırakmadım, her zamanki gibi..
Burda etrafımda ölümler bir anda tavan yaptı. Şarkılarını söyleyen, bana hikayelerini anlatan ve ister istemez bir anda ailemin ferdi olan genç insanların naaşını çatışma bölgesinden helikopterlere taşımak acı ötesi bişeydi.Vasiyetler cepte geziyor, kötü bir durumda ailelere söylenecekler, talep edilecekler çatışma anında sıkı sıkı tembih ediliyordu body'lere. Sevdiklerinin gözünün önünde parçalanması, yitip gitmesi asla yakıştırılamayacak bir durumdu. Bunları anlatmak, bu duyguyu tarif etmek imkansız. Ağlayamadım bir türlü, akmadı gözümden yaş ciğerim yanmasına rağmen. Ama içimden ağladım. Şartlamıştım gözyaşlarım akmayacaktı.

Eve döndükten sonra hayat daha bir farklı daha bir kolay geldi gözüme. Doğudaki gibi "görünmeden görmek, ölmemek için öldürmek" prensibi yerine, çalışıp para kazanıp, tahtalıköye yanında hiç bişey götürmeden ve ne kadar yaşlı gidersen o kadar iyi olur felsefesi bize unutturdu şanlı maziyi.
Ve hayat devam ediyo, göçenlere rağmen. Gene yıldızlar kaymaya devam ediyor arada; istesekde istemesekde. İlk zamanlar yakıştıramasanda bir süreden sonra dönüyo herşey rutine. Ölen öldüğüyle kalıyor ama artık ağlıyorum. Her giden bişeyleri almış götürmüş meğer, iyice yıpranmışım...

Pazar, Ekim 29, 2006

iklimler

Sanal bir ağırlık taşıyorum boynumda, kolye yerine. Güç taşıyorum. Yürüdükçe ağırlaşıyo, ağırlaştıkça da yürüyorum. Bazen yer değiştiriyor, özellikle merdivenlerden çıkarken aniden omuzlarımdan geri çekiliyorum.Eski gücüm de yok artık öyle hissediyorum. Sonbahar ve hafiften hissetmeye başladığım soğuklarla beraber ruh halim bozuldu iyice. Durduk yerde üşüyorum, titriyorum soğuktan. Bolu'ya gitmekten, renklerin değişimini görmekten bahsediyosun ama nasıl, ben istanbul'da bile üşürken... Baharımı beklesek.

"İklimler"i izledik geçen gece. Sadece izledik. Nuri Bilge Ceylan yazmış, yönetmiş, oynamış. Karısını ve ailesinin diğer fertlerinide oynatmış. Çok az bütçe, çok az oyuncu, çok az konuşma, az kamera kullanılarak masrafsız yapılmış film. Para harcanmamış, gerçi harcanmasıda gerekmiyor ya, neyse.
Uzun zamandan beri hiç bir filmde bu kadar sıkılmamıştım. Sanat adına yapılan ve emek verilmiş eserleri eleştirmek hoş değil ama anlatılmak istenen bu kadar dolaylı yoldan anlatılmaya çalışılır vede izleyici enayi yerine konulursa bende rahatsız olurum. Bana göre sanat falan da yapılmamış. Kendi keyiflerine bir iki kamerayla bir film yapıp göndermişler etrafa. Üstelik cannes'da Fipresci ödülü almışlar...

Bazı klasikleri anlaması zordur, okurken ağır gelir yada bazı bestelerin zorluk dercesi vardır, zor üretilir, zor çalınır. Zor bir besteyi her şarkıcı okuyamaz yada okusada her insan beğenmeyebilir ama film öyle değil ki. Ben bile iddia ediyorum. Aynı konuyla ilgili daha güzel bir senaryo yazıp daha görsel bişeyler ortaya çıkarıp insanların verdiği paranın hakkını alacağı doygunlukla sinemadan çıkmasını sağlarım. Yaparım da...

Cumartesi, Ekim 28, 2006

Cenazem var indirdim kepengimi

İçimden gelmesine rağmen bugün yazmayıp cezalandıracaktım "ilkers"i ama genede duramadı parmaklarım. Kıpırdanıyorum sürekli olduğum yerde, benim hayvan depremi farketti, pek huysuz. Sığmıyo kabına.
Dolabımda asılı, pahalı, simsiyah kefen öylece asılı dururken; işlevini yitirip garlarda en arkaya çekilen belediye otobüsleri gibi insanı huzursuz etmekten başka bişey yapmıyor, cam kırığı gibi göz kapağıma yerleşmiş.
Göz bebeklerim kan içinde ama ovuşturarak acı acıyı söker belki diye küçük çocuk deneyleri üretiyorum kendi kendime. Bekliyorum biri farketsin de elime ayağıma vursun ama nerdeeeeee. Biliyorlar ufaklık dağ, ufaklık taş, ufaklık hangi cepheden yaralı dönmüş ki şimdi yıkılsın.
Kibrit fabrikasında büyütmüşler beni, ateşle oynayarak.

Cuma, Ekim 27, 2006

Üç mutsuz Bir mutluyu Götürür

Mutlumusun anketime bakıyorum da arada bir; çok fazla insan tıklamasada genede burdan bi şeyler çıkarmak, yorum yapmak mümkün. Bu zamana dek sadece bir kişi mutluyum demiş:) Al sana yorum işte. Daha ne diyebilirsinki."Mutsuzum"la, "çok şükür-karnımız tok" ise kafa kafaya. Ve bence aynı sonuç her ikiside.Karnın tok olması mutluluk için yeterli sebep olamayacağına göre mutsuzsun o zaman.

Çok merak ediyorum oraya tıklayan insanları ve bir dahaki ankete kimlerin tıkladığını gösteren bişeyler yapmaya çalışıcam mutlaka. Ortaya çıkacak duruma göre mutsuzlar vakfı kurarım belki mor çatı sığınma derneği gibi. Üç mutsuz bir araya gelince mutlu olurmuş gibi bir deyim getirebilirim belki literatüre yada genleriyle oynanıp devşirme mutlular oluşturulabilir diye de anatomik planlar yapabiliriz, neden olmasın...

İç dünyam ve düşüncelerimle ilgili yazdığım yazılardan sonra aldığım maillerde genelde ortak özellik benle aynı düşünceleri paylaşan insanların fazlalığı, kendimle ilgili ifade ettiğim duyguların onlarınkine olan benzerliği ve bunlardan bahsedilmesi, içe kapanık dünyalar ve nedense hep darbeli kadınlar tabi bunlar.Yavaş yavaş cemaatimi oluşturuyorum galiba bu şekilde.

Perdeleri yaz kış sonuna kadar çekili insanlardan oluşan bi topluluk bu. Yollarda yürürken giriş kat dairelerin içini röntgenlediklerinden şüpheleniyorum yan gözleriyle. Aradıkları ne bilemem ama sahip olamadıklarıdır muhtemelen. Adını koymadıkları, koyamadıkları kıskançlık tohumları büyüyor belki de içlerinde ama bişeyden eminim kahkaha atamıyorlar yüksek sesle, ağızlarını iki yana ayırarak. Dişleri bile gözükmüyo çoğunun güldüğünde.İlişkilerinde rolleri yok. Oyunu oynayan hep karşılarındakiler.

Ele ele dolaşan çiftleri gıptayla uzun uzun taciz edercesine süzdüklerini düşünüyorum ve kafalarında olumsuz cümlelerle onları eleştirdiklerini. Kahve fallarına düşmüşler eskisinden de beter kulaklarından gitmeyen hüzünlü şakıları dinleyerek.

Her defasında mailboxlarını açarken hayatlarına gelecek yeni bir rengin müjdecisini görecekler umuduyla ekrana bakıp hüsrana uğrayarak gözlerini boş boş karşılarında gezdiriyorlar. Aynı kaderi paylaşıyorlar kalabalık bir sürüyle. İyi de anlıyorlar birbirlerini. Yolda kaderdaşlar karşılaştıklarında göz kenarındaki hafif belirgin kırışıklar usulca selamlıyorlar birbirlerini. Sende bizdensin dercesine.

"Giz" ve "sak"ları fazla. karanlığı, mumu ve temiz kokuyu seven. Saklanmayı seven ama mutlaka bir yerlerde sobelenmişler istemeden. Ne sırtlarından ebenin vurduğu şamar acısı çıkmış nede kursaklarından yedikleri kazık.

Az kaldı kumpanyayı kuracağım.

Çarşamba, Ekim 25, 2006

Güle güle vançu

Uzun zamandır yanımda olan, kokusuna, yemeğine, içmesine, yanımda yaşamasına alıştığım e.cookerım yanımdan ayrıldı en sonunda. İnce hastalığıyla sahibinin üzülmesini istemeyecek kadar onurlu ve şerefli olan garip canlı dün kayboldu civarımdan, kendini uzaklara vurdu sonunda dayanamayarak. Şimdi nerdedir, çok da güç değil tahmin etmek ama eminim bu şekilde her ikimizide daha mutlu edeceği kesin.

Beraber geçirdiğimiz güzel günlerde dilinden anladığım kadarıyla her istediğini yerine getirmeye çalışıp onu sahip yerine koydum rolleri değişerek, mutlu bir canlı olması için. Gezmediği yerlerde gezdirip cinsinin sahip olamayacağı şartlarda, statüde yerlere soktum arada. Ama kaçak ama yasal. Hoş hatıralar, hafızamdan silinmeyecek şirinlikleri var. Bunun yanında hırçınlıkları ve saldırganlıkları da.

Koruduk ve korunduk onla beraber.
Bunun yanında çok da eğlendik. Şimdi maziye döneyim dersem gözler ıslanacak gene ama ne kadar asilmiş ki kendi yolunun kendi kaderinin simyacısı oldu.

Güle güle vançu. Güle güle. Sen asla unutulmazsın.

Salı, Ekim 24, 2006

Açılışı yaptım canım

Açılışı yaptım bu gece. 11 ay boyunca karaciğere vereceğim zararın başlangıcı için bu gece startı verdim. Unutmamışım. Unutmamışım bir aydır özlediğim içkinin tadını. Yüzmek gibi, bisiklete binmek gibi yerleştirmişim beynime meğer. İstediğim masayı kuramamış olup kafayı yeterince kıramasamda bu gece, genede hafiften cilalanıp yeşilköye daha bir hoş baktım.
Ettiğim sohbetten aldığım hazzı, sezen'in ikinci baharı verebilirmiydi bilemiyorum ama fena dokunaklı cümleler döküldü karşılıklı ağızlardan. Zor tuttum göz pınarlarımın musluklarını, içime dökülenleri hesaba katmazsam eğer.
Ne yakamoz nede ayışığı vardı tepemde. Arada içime çekerken parlayan sigaranın közü dışında gecemi aydınlatan uzaktan parlayan evlerin lambaları vardı sadece. Açıkçası cılızdı, değil benim gecemi kendi diplerine ışık vermeyen mumlar gibi cimri davranıp çevrelerine faydaları olmayacak kadar da pasiftiler. Denizde sessizdi. Gecenin ahengini bozacak ne bir gemi nede beyaz bir balina vardı görünürde. Çok sevdiğim yazdan geriye soğuk bir hava ve uzunkollu kazaklar kalmıştı .
Radyo bile kışlık şarkılar çalıyodu artık. Adını hatırlamadığım rus bir klasikçinin aklımda kalmayan sözü aklıma geldi, söyleyemedim.Aklıma yeterince gelmemiş meğer. Öylece uzun yemiş baykuş gibi kaldım yolun ortasında.
Dinlediğim radyoda gecenin yakalanmış büyüsü ne güzelde kullanılıyordu. Hiç sevmemiş, kalbini zincirle dolayıp asma kilitle kilitlemiş insanlar bile böylesi bir havada çaresizdiler eminim. Bir enstürman bir aşkın doğuşu gibi geldi. Düşünsene bi, kemanın nağmeleri nasılda ince bir sızı gibi acıtmadan akıyodu. Ne karşısında durabilirdi ki.Gece, alkol ve müzik. Doğru zamanda bu kombinasyon nelere kadir oluyor neler yaşatıyor bir bilsen, neleri düşünmüyorum ki! Yeri geliyor alice oluyorum harikalar diyarında, kimi zamanda guliver oluyorum cüceler ülkesinde. Pek güldürmesede "gül"iver ağızdan pek bir güzel çıkıveriyor. Yılmaz Erdoğan esprileri gibi.
Şehri uzaktan izledim bol bol, ne kadarda yalnız aslında bu gece istanbul. Sanki yitirdiği bişeyler vardı, bunun yanında ağlamak için nedenleri. Kentin üzerindeki bulutlar ağlamak yerine sadece siyaha boyamakla yetinmişlerdi gökyüzünü ve bu yeterince kasvetli hale getirebiliyordu heryanımı.
Ben bu gece açılışı yaptım, iyide yaptım.

Pazartesi, Ekim 23, 2006

Hangi Bayramlar

Yaş ilerledikçe herşey eskiyo. Maddesel eskimeler bi yana geçmişte kalan bayramlar hafızada nedense hoş ve belirgin bir anı olarak kalıyor. Bununda nedeni sanırım yaşlanma ile azalan heyecan duygusu ve bunun yanında geçmişle kıyaslama imkanı olmalı. Ne demişler giden geleni aratır. Bu sözü "giden bayramlar geleni aratır" şeklindede değiştirebilirim.
Küçükken bayram heyecanı daha bayramlık giyim alışverişinde başlardı. Sonrasında el öpme ile gelen paralar ve bunu boş boş harcayarak eğlenme işleri çok keyifliydi. Çok para kazanırdık bayramda. Bizim antepli ağalar böyle zamanlarda indirme yapmayı pek severlerdi. E bende pek sevilirdim. Bu yüzden sanırım, en fazla harçlığı ben toplardım.
Yaza denk gelen bayramlar tatile çıkmak demek olduğundan 80 ve 80'li yılların başlarındaki bayramlar daha bir unutulmazdı benim için. O zamanlar marmara çevresindeki ve kuzey egedeki tatil yöreleri pek bir gözdeydi. Bodrum'u Zeki Müren henüz yeni keşfetmiş, Turgut Özal göcek'e giriş yapmamıştı. Kenan Evren belki Cumhurbaşkanı bile olmamıştı ki armutlu yaşayacağı yer olsun. Yani insanlar erdek, ayvalık, altınolukla idare ediyor bodrum'un şimdiki işlevini ise kuşadası görüyordu.
Şimdiki gibi tur şirketleri de yoktu. Kredi kartları da. Beach, Dodo beach, Tam pansiyon, herşey dahil,tatil köyü, kültür turu, olimpik yüzme havuzu hatta yarı olimpik yüzme havuzu bile yoktu insanların önüne gelen seçenekler arasında. Yabancı isimli tatil köyleri yerine çiçek yada denizde yaşayan canlıların isimlerinin konulduğu pansiyonlar vardı bol bol, ve kirece boyanmış bembeyaz. Fişe takılınca tüm sinekleri mat eden tabletlerde yoktu piyasada ve ellerimizde sinek öldürücü plastik raketlerle nöbetleşe uyurduk. Tuvaletler bile ortaklaşa kullanılırdı. Özenle mi seçilirdi bu pansiyonların sahipleri bilinmez ama uzaktaki bir akrabanızın evinde kalmış hissi verirdi bu cici insanların evlerinde kalmak. Güzeldi o günler...
Şimdiki zaman ;

İğrenç bir arefe gecesi sonrası bayramın ilk günü. Kaçtığım, kovalandığım, huzursuz olduğum. Girmek istemediğim dipsiz bir kuyuya zorla çekilip beni yırtıcı hayvanların parçalaması hissi. Bunları yaşamak istemiyorum artık. Ben karanlıktan korkuyorum hala ve inan çocuksu bayramlarım bu günlerin ertesinde gelecek, senin bayramların gibi.

Pazar, Ekim 22, 2006

Çıkmazdan çıkmak için çıkarılmayı bekliyorum...

Kuzeyim, güneyim birbirine girdi. Önümden arkamdan sobelenmişim. Mutlaka ileri sarmam lazım, hızlı geçsin istiyorum bu aralar hayatımı ama "fw" düğmesi koymamışlar doğarken vücuduma, standart paket almışlar; belkide daha ucuz olsun diye.

Herşey karmakarışık gene, hiç böyle olmamıştım, olmamıştı böyle dengezsiz bir denge.Yılan bile yok şimdi sarılacak.Öylece melülleşmişim, pusmuşum ayakta, namlu görmüş silahsız asker gibi. Dediğim gibi sobelenmişim heryerden. Düşünüyorum isyankar falan olmam lazım yada fena can yakan bir hayat kıyıcısı ki tek başıma tüm faturaları ödeyeyim, verecek bir hesabım olsun. Hepsi boş, bol soru işaretli düşünceler. Çıkmazdan çıkmak için çıkarılmayı bekliyorum...
Ahmet Kaya dinlemeye başladım gene. Onu dinlemek böyle zamanlarda enteresan bir hüzün, sıkıntı yaratıyor içimde. Sanki acıyan yerlerimi dahada bi acıtıyorum. İçimde gezen küçücük bi virüs olsa dahi bu tınılarla komple tüm organlara dağıtıp hastalıyorum kendimi. Hastalamak...
Yeni soktum bu kelimeyi literatürüme.
Müjgan çalıyo şimdi. Ağlaşılan müjgan. Kirpiğin üst kağapı yani... Nasıl yazmış Atilla İlhan, nasıl döküldü bu duygular o kalemden, neyin kafasıydı kimbilir yaşadığı ki şimdi bile hissedebiliniyor arada bi dijital bi ekran olmasına rağmen. Belkide sessiz bir klavyeden yazılmadığı için bu kadar dokunuyo.
Daktiloyla yazılmış, daktilo şakırdısıyla ifade edilmiş ruh ezgileri, şiirler, öyküler daha bi gerçek geliyo bana. Daha doğrusal ve yanlış yazılsa bile sonradan değiştirilemeyecek kadar güçlü basılmış tuşlar, deleteden uzak. Gerişi dönüşü yok yani, sen var desende yok... Hayat gibi. "Rew" yok güzelim hep "fw" var.

Cuma, Ekim 20, 2006

Yazıyorum dikenlerin üstüne..!

Yüzümde ve başımın üzerinde hissetmediğim yoğun sıcaklık tekrar nüksetti. Ateş gibiyim ama yakmıyorum ; sadece içten yanıyorum. Soğuk günlerin peşi sıra gelen güzelliklerle birlikte yaşamamam gereken şeyleride tekrar yaşamaya başladım.

Bu aralar tamamen hakimiyeti kaybettiğimi hissediyorum. Direksiyonu sımsıkı kavramışım, hatta ellerim bile terlemiş sıkmaktan ama hayat tanrısı her zamanki bencilliğiyle mevsimlerimi değiştirmeye devam ediyor. Yani öylece cruise controle bağlamışken herşeyi, tak diye bir yumru kalıveriyor gırtlağımda. Yut yutabilirsen. Üzerine ne içsen çare yok. Kısacası bizim araç ya takla atıyor yada atmak üzere.Huzurlu yaşamanın kolay bi reçetesi olmalı aslında. Kafan bozuldumu buzdolabından yada torpidodan kolayca ulaşabilmelisin acil huzur vericine. Yada, eskiden yangında ilk kurtarılacak yazan dolaplar vardı kamuda. Onun gibi "huzursuzken ilk alınacak" gibi acil önlem planı falan alınmalı.

Dün çokda yaşlı olmayan ama çok yaşlı görünen biriyle tanıştım. Fotoğrafı üstte. İki torunuyla öylece karşımdaydı. Gülümsemesini istedim o da beni kırmadı. Sanki buruşmuş yüzüne inat öyle bir gülümsediki, sanırsın ekim ayında gül goncaları patladı yanağında . İki oğlu varmış boş gezen, birer de torun. Başka dedim? Cebimde 10 milyon var dedi ve gülümseye devam etti. Hiçbir güvencesi yokmuş hayatta, ağzında olmayan dişler gibi. O an keşkeleri sıraladım kafamda. Keşke bi cin olsaydım okşanmayıncada lambadan çıkan ve yağdırsaydım paraları amcanın ceplerine diye. Karşılıklı hoş cümlelerle noktaladık sohbetimizi...

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Yollardan yazdım

Ne zaman tekerlekli bir araçla uzun yola çıksam aynı farklı duygular içerisine girip kopuyorum herşeyden. Resetleniyorum adeta. Arabanın yan camından görüntü sürekli akıp değişirken binlerce farklı görüntüde kafamda yer değiştiriyor. Bölgelere göre farklı moda girmek gibi doğal yeteneğim var ve bunu her koşulda kullanıyor melankolik bünyem. Ege ve akdeniz'e sürekli güneşli havalarda gittiğim içinmidir bilmiyorum ama o tarafa yaptığım yolculukları daha çok seviyorum daha pozitif oluyorum.

Bu seferki yolculuk içanadolu'ya oldu. Yağmurlu bir gece şafağa doğru çıktık yola. Gökler bile ağlıyodu adeta gidişime. Belkide arkamızdan su döküyordu birileri, bilinmez...
Yeşil oranı oldukça azalırmış bu mevsimde, sıcaklık gibi. Kahverengi ve gri tonları kimileri için pek romantik olabilir ama benim için iç karartıp depresriv hale getirmek dışında pek bişey ifade etmiyor. Sonbaharla değişen bişeyim yok yani ne beklediğim nede beklettiğim. Yağmur eşliğinde geçti saatler yolda. Lüp lüp diye binlerce beyaz çizgi yuttuk karayolunda. Bunu izlemek, gözü asfaltın üzerindeki çizgilere kilitlemek yogada kullanılan nefes kontrolü benzeri bişey veriyo insana. Sinirleri alıyo sanki başka bişey düşündürmediği için ama hızlandıkça bunu yapmak güçleşiyo ve tekrar başladığım yere dönebiliyorum.

Hep merak ettiğim yada yapmak istediğim şeyler vardır. Bunlardan biride şehirlerarası yollarla ilgili aslında. Hızla arabamla ilerlerken ardımda binlerce tabela bırakırım gideceğim yere varana kadar. Bunlardan özellikle paslanmış, çürümüş hatta mermi deliklerine sahip daha önce hiç duymadığım isimler yazan tabelalar çok ilgimi çeker. Önceleri tabelalara üzülürdüm. Kimsesiz bi yaşlı insan gibi terk edilmiş ve bakımsız olmalarına üzülürdüm.
Sonraları oraları merak eder hale geldim. Acaba kimler yaşar buralarda ? Nasıl hayatları vardır yada hayat denen şey nedir onlar için. Böyle cansız bir işaret levhasının gösterdiği yerde ne kadar hayat yaşayabilir ki derim içimden...
Bahsettiğim tabelaların işaret ettiği yerin devamında hep ince mıcırlı yollar var. Sessiz ve gizemli dar koridor uzağa doğru uzanan. Kimsecikler olmaz, in ve cinler dışında.

Şimdi küçük soğuk ve dar sokaklı bir içanadolu kentindeyim. Yalnızım her zamanki gibi ama çokda yalnız sayılmam artık...

Salı, Ekim 17, 2006

Anka bombası oldum, kendimi şarapnellerden yarattım

Filmlerde esas oğlan stratejik açıdan çok önemli bir yere kurulmuş olan bomba düzeneğine hep kolay ulaşır. İşin zor kısmı renkli kablolardan hangisini çekerse bomba devredışı kalabilir diye düşündüğü ve uygulamaya geçtiği zamanlardır. Mavimi kırmızımı diye ter döker ama sonunda hep mutlu sona ulaşır. Genelde hepde mavidir. Esas kız herşey bitince ortaya çıkar ve tozlu topraklı olan kahraman delikanlının dudaklarına kocaman bi öpücük kondururur film biter.
Peki ben naaptım? Kahraman ben. Kırmızıyı seçtim direk...
Şahdamarımı yani. Bilerek yaptım bu seçimi üstelik binlerce alternatif vardı kendimi patlatmamak adına ama bu harakiriyi yapmayı yeğledim. Şahdamarımı çekip fiyonk yaptım, üstüne birde kördüğüm yaptım. Patladım, parçalandım belki ama anka bombası oldum ve kendimi şarapnellerden tekrar geri yarattım. Meğer makus talih ilk kez bana geçde olsa gülmüş bu sayede. Cennetteyim ben şimdi. Bizim damarı anahtarlık yaptım sallaya sallaya geziyorum... Patlak patlak geziyorum ama gülebiliyorum artık bunu dün gece daha iyi anladım...

Pazar, Ekim 15, 2006

Taksim...


Öz kankam geldi geçen hafta münihten. Dağılmış, toparlanmak üzere buraya geldi. Bende toparlamakla görevliydim. Cuma ve cumartesi geceleri konuşarak sabahı yaptık. Çok şey varmış msn ve telefonda paylaşılmamış olan. Ne varsa döktük ortaya iyide kaynattık . Paylaşımların çokluğundanmıdır yoksa güvendenmi bilmem ama çocuksu yanımızı saklamaya gerek duymadığımız için birbirimizden , konuşalanlarda havada değil rakı mezesi gbi yarıyo insana rahatlatıyor. Alkolsüz bi haftasonuydu gene benim için. Son hafta ve son -ya sabırdı.
Pazar gününü fotoğraf çekmeye ayırdık. Erken saatte çıkıp günü kaçırmadan akşamları görmediğimiz, göremediğimiz yerleri hatta gençliğimizin gecelerinin geçtiği yerlerin gündüzlerinin resmini dökmek istedik.
İstiklalden başladık tavafa. İlk gördüğümüz kalabalık çevik kuvvet'in kalabalığıydı. Francesca konsolosluğunun önüne ve yanına öbeklenmişlerdi. Hiç olmak istemediğimi düşündüm onların yerinde. Bekleşiyorlardı garip bi şekilde, boş boş... Deklanşöre sürekli basıyorum bu arada. Ne dikkatimi çekse şırrraaaak. Fotoğrafçı havasına fena girmişim.
Yolumuza kesik kesik deva etmeye başladık. Az ilerimizde F tipi cezaevini protesto eden yaklaşık 30 kişilik enteresan bir kalabalık vardı. Ellerinde bir pankart ve megafon üzerlerinde tek tip turucu kıyafet hazırız dercesine gelmişlerdi istiklale. Cılızca çıkıyordu megafan akabinde çıkan sesleri. Çoğu neden orda olduklarının bile farkında değildi eminim ama sürü psikolojisi kokuyodu ortalık... Aklıma van'da uçurumdan atlayıp telef olan binlerce koyun geldi...
Yolumuza devam ettik. Bi kaç kilise, nevizade, çiçek pasajı, balık pazarı ve galatasaray lisesi'ni fotoğrafladık. ( Arada bi kaç yerdende kovulduk. Buraların ismini vermiycem çünkü onlar için bazı eylem planlarım var.)
Bundan sonra günün en şaşırtıcı olayını yaşadım. kafam yarıldı diyebilirim. Karşımıza kasaplar çıktı:)) Ne için yürüyorlardı onlar bilmiyorum ama çok komiktiler. Garip dövizler taşıyorlardı ellerinde ama sessizce yürüyorlardı. Et ve sütle ilgili yazılar vardı. Bunları da fotoğrafladım hemde hiçbiri "çekme lan" demedi...
Fransız sokağına gittik henüz açılmamış barların teraslarından istanbulu çektik. Yeni arkadaşlar ekledik hanemize arada... Ve çokda güzel mekanlar keşfettim. Kışı nerelerde geçireceğimi biliyorum yani artık..
Tekrar istiklale çıkıp galataya doğru devam ettik. Yıllardı görürüm uzaktak kuleyi ama bu kadar yüksek olduğunu bilmiyordum. Hazerfan'ın yerinde olsam değil uçmak burda bunge jumping bile yapardım o imkanlarla. Etkileyici bi yapıymış, çokda yüksek. Sahip olduğu açı tüm istanbul'a görmeye yetecek kadar geniş.
Dönüştede BBP partisinin yürüyüşü vardı. Mehter marşlarıyla ilerliyorlardı taksime doğru. Orhan Pamuk ve Francesca'ydı hedef. (Bu iki konuyla ilgili benimde söyleyeceklerim var bu arada. Yarın niğde'ye gideceğim ve yazmak için sanırım çok vaktim olacak. Cuma gönü eve dönjem) Cesurca yazılmış pankartlarla caddeyi arşınlayan partililer kaybolmaya yüz tutmuş aşağı sallanan "milliyetçi bıyık" ekolünü tekrar geri getirmiş gibiydiler. Gülüyorları yüzler ve 20'li yaşlara yakın olanları pek bi hırslı bakıyorlardı etrafa. Galatasaraylı görmüş Fenerbahçe gibiydiler.

İstanbul kazanında kepçeydim bugün... Yazacak çok şey vardı bir kısmını yazdım.Uyumam lazım. Boşluklar yarın dolacak. Yazacak çok şey birikti.

taksim

 Posted by Picasa

Perşembe, Ekim 12, 2006

Bla bla bla...

Hiç erken kalkmayı sevmediğim gibi erken yatmayıda sevmedim nedense!
Sağolsun güzel şansımda bu konuda hep beni yalnız bıraktı.
Liseye kadar hep sabahçıydım ve sevgili babam uykumun en güzel yerinde, sabahın köründe yorganımı üzerimden bir sihirbaz gibi çekti aldı senelerce... Nasıl 2 parmakla koskoca yorgan bi anda yok olur hiç anlayamadım. Kışın soğuk sabahlarında en nefret ettiğim şeydi bu. Gözlerimi açmadan yorganın üstüme tekrar konmasını beklerdim ama boşa beklerdim hep... Sıcak yatak gibisi yokmuş bunu askerde daha ii anladım.
Okulda geç kalanlar sırasına her sabah dahil olmak yeni bir sınıfın öğrencisi olmak gibiydi. Hep aynı kaderdaşlarımla beraber olurduk nedense o sırada. İyi bişeydi sınıfa öğretmenden sonra girmek, bir assolist gibi. Bütün gözler bana uzunları yakmış taksi gibi bakarken en arka duvar dibindeki kombineme gider sessizce otururdum.
Okulda yaz tatillerini iple çekerdim hep. Nede olsa çok uyku, çok gezmek demekti tatilin o zamanlarki açılımı.. Ama hep bi dert vardı yazlarıda. Ya işe giderdim zorla, evde oturmamak için yada bir kurs çıkarırlardı bana. Adam olcaz diye tıpış tıpış giderdik. Ev esareti dediğim dönemdi o yıllar..
Birgün birde baktım asker olmuşum. Burda babamın yerini sabah 5te ellerindeki palaskayı bir aslan terbiyecisi edasıyla ranzalara vuran hatta kamçılayan vede koğuş kalk diye böğüren gür sesli çavuşlar almıştı. Çok kalayladım onları içimden çoook.
Şimdi cep telefonu kulanıyorum sabah kalkmak için. Alarmı özellikle uyanacağım saatin bir saat gerisine kuruyor o çaldıkça ben erteliyorum. O çalıyor ben erteliyorum...
Bakalım bundan sonraki aşama ne olacak!



Pazar, Ekim 08, 2006

Boş geziyorum

Çok sevdiğim maviyi, griye dönüştürmeyi becerdiğim zamandan beri, kuşandığım duygusal silahlarımıda kapımın arkasındaki askıya astım. Kendi rızamla. Yastığımın altı boş ve gene boş çıkıyorum dışarı, korkmadan. Böylesi daha rahat oluyormuş.
Sosyalleşiyoruz hızla, intihar kuşları beslemeye başladım küçük terasta. Hep filmlerde gördüğüm basit sinekliklerden yuvaları var. İyi geldi bu meşgale. Geceleri salıyorum gökyüzüne, başımın üstünde dolaşsınlar diye, sessizce. Çığlığa kurdum onları. Herkesi uyandırmaya yetecek kadar.
Salaş hayat rahat hayat. Makyajsızım gece gündüz. Çapaklarımlada barıştım, onlarla geziyorum bu ara. Sakallarım gözlerime kadar çoğaldı, rüzgarla kaşağılıyor ellerimi içinde kaybediyorum. Beyazlar hakim oldu her yere. Ak sakallı dede olcam teklif gelirse, rüyalarda gezmek için.

Cumartesi, Ekim 07, 2006

Hapşu dediğin zaman çok yaşa demeli

Enteresan bir günde, karşılaşmamam gereken bir zamanda ve yerde hayatımda gördüğüm en şeker şarapçıyla tanışma fırsatna nail oldum. Aramızda çabucak gelişen sohbet bi yerden sonra ilişkilere geldi doğal olarak.
Kendince bişeyler çıkardı ağzından, çok da hoşuma gitti aslında...
"Hapşu dediğin zaman çok yaşa demeli, en fazla yan odadan.
Eve girdiğinde elinden poşetleri almalı.
Seyrettiğin filmi senle çekiştirecek, küvete döktüğün kılların hesabını soracak, ateşin çıktımı alnına bez koyacak biri olmalı...
Sende gör demelisinki, çok yaşayasın. Nane limon kabuğu bahane...
Yoksa tohumların serpileceği bir tarla, kötü o zaman dedi bana.

Cuma, Ekim 06, 2006

Bla bla bla...

Pek fazla şeyde yok galiba bir kitabı ikinci kez okumanın verdiği tat. Ne rakının ilk yudumunun boğazdan mideye giderken bıraktığı acımtırak tatdan sonrakiler, ne ikinci dokunuşun verdiği heyecan nede ilk kazandığın paranın devamı. Hatta ikinci sızın... Herşey yalama oluyo bir süreden sonra ama ilkin yerini tutmuyor, yanından bile geçmiyor. Kaşarlanmak, olgunlaşmak, körelmek v.s. adını sen ne koyarsan koy artık.Kitaplar için kim demişse en iyi arkadaş doğru söylemiş aslında. Üstad kavramış gerçeği, boş konuşmamış diğer sözlerin ataları gibi... (Düşününce bi sürüde dravdan konmuş atasözleride varya o da başka bir yazı konusu.)Şöyle kitaplığıma bakınca her dönemime tanıklık etmiş bir kitap mevcut. İşin enteresan tarafı önemli olan herşeyi mazide bırakan balık hafızam, bunları ne zaman, nerde, ne şartlarda okuduğumu kesinlikle silmiyo. Maddi değeri 3. şahsa sıfır ama egosal tatmin açısından iyi hazine benim için. Derler ya tarihsiz toplumlar temelsizdir diye. Bende bilinçaltıma buna paralel yerleştirdim galiba bu şekilde saçma bir temeli. Yani şanlı tarihimizi oluşturmuşuz kitaplığımızda bu da böyle biline...

Pullu ve okundu mühürlü beyaz bir zarf açmayalı uzun yıllar olmuş. Mektup bile nostaljik bir kavram olabiliyormuş meğer; bir arkadaştan gelmiş bile olsa...Herşeye rağmen uzun zamandır yenmemiş bir haltın tadını verdi, iyi geldi...

Perşembe, Ekim 05, 2006

Güneşin denizdeki hali bir bebek gülümseyişi ...

Boğaz'a yolum düştü geçende; güneşin denizdeki hali bir bebek gülümseyişi ...
Portakal olmuş kasım'a 1 kala, biten yazın son çırpınışları, sıcak diyarlara uçup giden kuşların kanat sesiydi sanki.
Hüzün, hicaz hepsi var bunlarla beraber bu şehirde şimdi. Resim, şiir ve beste yapmak neden bu kadar kolay istanbul'da şimdi çok daha iyi anlıyorum. Bunları yapanların neden bir süre sonra İstanbul'dan kaçtıklarınıda..!
Ucuz meyhanenelerden yükselen keman, klarnet iksirleri firar pompalıyor kulaklarıma kaçmam için.
Keşke yeteri kadar cesaretim olsada kalkan ilk otobüsü çevirip güneşi kovalayabilsem.
Farklı coğrafyalar ilacı, değişikler iyi gelicek eminim, birde hayat devriyesi olmasa ensemde...
İlk fırsatta ege'de olmak istiyorum. Egeli olmak istiyorum.Ayak yakmayan kumsallarda, aylaklar gibi yan gelip yatıp, akşamı etmek ve hiç ayılmadan içmek.
Dönüşü olmayan biletle, tüm gemileri yakarak egeye gitmek istiyorum.

Salı, Ekim 03, 2006

hayat sen ne ...tansın yaaaaaaaaa

Düşündümde, hayatı bir müsabaka olarak kabul edip gidişat durumuna göre bir değerlendirme yapınca, doğuştan mağlup başlayanlar, galip dünyaya gelenlerden daha şanslı oluyorlar.Şöyle bakınca mağlupların mutlaka bir yerde dönüm noktaları var, bi şekilde zaten kazanmış oldukları bağışıklık onları koruyor, isteselerde istemeselerde hayat onlara istediklerini bi yerde veriyor ve mutlaka karşı tarafının ayağını tökezletip hadi sıran geldi vur gözünün istiyo diyor.
Biliyorki o yumruk ıskalasa bumerang olup kendisine dönecek. Döndürmüyor bu yüzden. Hakkını iyi kullanıyo yani.
Sen düşündünmü hangi gruptansın. Ben senin yerine düşündüm. Sen şakşakçılardansın, galip geleceği alkışlayanlardan. Kimsen artık!

Pazartesi, Ekim 02, 2006

pert olmuş

Genelde kaza geliyorum demez.
Kimi zamansa bağıra bağıra gelir.
Biranda olur, biter yaşanır herşey. Ne fren nede ABS, anlıycaaan durmak hikaye...
Biri var tanıdığım...
Taklaya gelmiş, pert olmuş.
Fena patlamış.
Ohh mu dedin...
Hadi canım:)

Cumartesi, Eylül 30, 2006

erosmusun kadifeli gelin

Ardı arkası kesilmeyen yağmurlar beraberinde su kanallarına yetişemeyecek kadar cılız dökülen gözyaşlarını da sürüklüyormuş beraberinde aşk denizlerine.
Kırık kalpler için yeteri kadar tesiri olmasada en azından üzerindeki tabakayı temizliyor ardından acemi fotocuların ısrarla beklediği yağmur sonrası istanbul silütei görüntüsü gibi ortaya çıkarıyormuş kutsal sular.
Tamamen arınmasada tüm aşklar şeytani fikirlerden, asit yağmuru yağsa dahi pek bişey değişmeyecek, üzülen üzüldüğüyle kalacak, yani şeytanlar dimdik ayakta.
Şeytan olmak varmış, azılı bi şeytan.
Elinde eros'un okumu vadır, yoksa orak mı bilinmez , avuçladığı kartopu misali aşk zehirini yukarılardan bir yerlerden akılsız insanların başına sıvayan dengesiz bir şeytan.
Panzehiri de gözyaşı...
Yağ yağmur, yağ bakalım, kenarlarda bi parça daha kaldı..

Perşembe, Eylül 28, 2006

Ağlarsa your mother ağlar

Farkında olmadan iyice alaturkalaştırmışız meğer bünyeyi.
Eller havaya olaylarını bitirip, masada oturup konuşup içerek geceleri sabah ettikten sonra zargoya ikinci kez yakalanmadan çorbacının yolunu tutar hale gelmişiz.
Zamana yenilmeyen bi zevklerimiz vardı, öyle sanırdık. Onlarda değişiyormuş damak dışında sanırım. Zaten onuda keybedersek eyvah ki ne eyvah...

Elime, geçen günlerde meşhur hoca adnan hoca'nın kalınmı kalın nerdeyse 3 kilo çeker ansiklopedisi geçti elime. Evrim teorisiyle ilgili çalışmışlar . Cilalı süslü, üstünde sinekler paten kayacak kadarda aynalı sayfalar.
Fosillerden bakıp 3000 sene önceki yaprak neyse şimdide aynı yaprak, 300 sene önceki balık neyse bugünde aynı balık diyo arkadaşlar... Yani değişen bişey yokmuş, sadece değişen zaman. Birde o mantıkta maymundanda gelmemiş oluyormuşuz. Gerçi gelsek ne gelmesek ne! Zaten maymun olmuş millet.
Rakının türlü versiyonları çıkmış anası, danası, meyi, zurnası vitrinlerde yer kaplar. Kafa cilalayıcılar okullarda kantinlerde ekmek arası satılır. Verişkenler normallerinin yanında tavan üstüne tavan yapar. Ondan sonra ağlarsa your mother ağlar.
Yani;
Traji komik yaşıyoruz. Adeta ölmemek için yemek yiyip, ölmemek için çalışıp zaman tüketerek.
Öyle bir tezgah varki uzaklarda, öyle bir uzaktan kumanda varki uzaklarda; uzaktan kumandayı elinde tutan bile bir başka kumandayla kumanda ediliyor. Çok kumandalı bir cümle oldu ama bu kumandayla kontrol edildiğimiz gerçeğini ne yazikki değiştirmiyor.

İyisimi;
Şu ramazanı kısaltalım biraz, kaldığımız yerden devam edelim masalarda. Nasıl olsada öylede böylede bişey değişmiyor, en iyisi karaciğeri çalıştırmak.

Pazar, Eylül 24, 2006

Yangında ilk Kurtarılacak

Yangında "ilk" kurtarılacak ibaresini kaldırdım,
"son"uncudan da;
Fazla geriye bişey kalmamıştı zaten "yan"mak için,
"yan"ılmışlığımdan başka...
Egoizm, bencilik, narsizm yada farklı halleri,
Hiçbiri örtmeyecek maskeyle dolaşsanda,
Yüzünü değil,
Kandıramadığın kendini ...


Cuma, Eylül 22, 2006

şipşak

Çabuk soğuyup profosyonelleşmeden yastık altına geri koysamda, ayarını bir türlü tutturamayıp flu fotoğraflar çekip kendime çok kızsamda , dijital makinemin öylece kuzu gbi yatmasına rağmen dolabımda; dönem dönem gündemime gelen ve aklıma düşen "Zenith"imi doldurdum dün yine siyah beyaz filmle.
Surf yaparken gördüğüm bir sitedeki fotoğraflarında bunda bayağı etkisi oldu tabi.
Yadigar bir alet ve aramızda manevi bişeyler olduğunu düşünüyorum.
Bir terapist gbi karşıma en ihtiyacım olduğu anlarda çıkıyor görevini yapıyor sesizce. Boşken bile tetik düşürülen tabanca edasıyla parmağımın etli yumuşak yeriyle deklanşöre dokunduğum zaman çıkan şırrraaaak sesi, bana yeni caminin önünden aninde havalanan güvercin sürülerini hatırlatıyor. Garip bi haz aracı. Ne dijital nede üstten bakma makinem bu lezzeti vermiyo bana.
Zamanında ne ile trampa yaptığımı bile hatırlamadığım rus bir turistden almıştım. Bu kadar işime yarayacağımı bilse satmazdı belkide...
Efsaneyi geri döndürdüm...

Perşembe, Eylül 21, 2006

2.El araba kıvamındayım belkide, hor kullanılmış...

Kitap yazma olayı bu ara hayatıma giren "ikinci güzel" renk...
Bir yerden başladığım zaman lastik mideler gibi açılıyor, yazdıkça yazıyor, uzadıkça uzuyor ekranda kelimeler ve saatin nasıl geçtiğini anlamıyorum.
Gökyüzüne çok yakın olmama ve geceleri penceremdeki perdelerin dünyanın tavanını görmemi engellememesine rağmen puslu koyu renkten ötesini göremiyorum yani yıldızlara ulaşamıyor ve bu daha şiddetli klavyeyi kullanmama, yazmama neden oluyor.
İlham dediğim şey bile sezeryanle geliyor, tersten.
Gündüzse ve hava güneşli ise hele hele açık havaysa bu tamamen imkansız hale geliyor, simsiyah olmalı atmosferim yazmam için.
Bunlarla birlikte ikinci bir insan daha olduğumun farkına vardım. Yazan ben ve yazmayan ben birbirlerinden o kadar uzaktalar ki!
Ortaokulda tuttuğum, hala sakladığım günlüklerimi okuduğum zaman potansiyel o zamandan ortaya çıkmış diyebiliyorum fakat mizaha daha yatkın bir bünye durumundaymışım o zamanlar.
O zamanki benle şimdiki benin yazıları arasındaki fark sorusunu kendime sorsam sanırım bunun cevabınıda yaşanmışlıklarla, dolayısıyla yıpranmakla nasıl evrelerden geçtiğimle alakalı olduğunu söyleyebilirim.
2.el araba kıvamına gelmişim belkide, hor kullanılmış...
Belkide çarpışan araba klasmanına geçtim farkında olmadan. Hiçbir darbeyi hissetmediğimi hiç bir yerimin acımadığını düşünüyorum hiç bir şekilde. Hacıyatmazlar vardı eskiden; ne yaparsan yap yıkılmazlardı her şekilde dikilerlerdi yattıkları yerden havaya doğru.
Acıtılmışlığın nereden gelecek olduğu belli olsada olmasada fark etmiyor yani benim için. Daha önce de söylediğim gibi manevi mazoşmi benim bünyede sardı artık. Mutlu olursam bi gün bu beni mutsuz edebilecek... Şimdilik böyle düşünüyorum...

Salı, Eylül 19, 2006

Şarjöründe kaç mesaj varki??

Vakit gece yarısını çoktan geçmiş. Bi kaç evden sızan ışık hüzmesi ve sokak lambaları dışında geceyi delen ve rahatsız eden pek bişey yoktu.
İçimden fışkırmak isteyen adını bir türlü koyamadığım ince duygular dışında.
Sessizlikle sohbet etmek istedim; anlattıklarımı bana karşı kullanamayacağını düşünerek birde yağsammı yağmasammı diye düşünen pis istanbul bulutlarını gaza getirip dökebilmek için çatıda kedi gibi oturmak.
Lisedeki ağır aşk nöbetlerim geldi aklıma, uykularımı kaçıran, gözlerimle tavanı arşınladığım rüyalarımda bile uyandırmaya kıyamadığım kötürümsel ağır nöbetler.
Kıyaslamak geldi içimden, kıyamadım hiçbirine. Tarifi imkansız.
Herkesi, bütün komşuları, iti -köpeği uyandırmak istedim ortak olmaları için gizli yarama, hüzün doldurulmuş sokaklarda.
Üşüdü ellerim, ellerimi cebime sokmak istedim.
Cebimden vurulmuş olduğumu farkettim, mesajınla...
Keşke bütün mesajlarını boşaltsaydın üzerime, hayata dönmek için!

BLA BLA 3.

Neden bu coğrafyada, neden bu şartlarda, neden bu kadar mutsuz ve neden bu kadar umutsuz olduğumuzu düşününce.
Acı çekmekten zevk alan, acı çekerken zevk veren, ağlamayı ağlatmak kadar seven ve bunun hiç bi şekilde bitmemesi için yani "manevi mazoşizmin" elinden geleni yapan adını süslü kelimelerle anlatamayacağım (?) garip topluluğuz.
Dikkatli bakarsan hayata niçin geldiğimizi unutmuş yada unutturulmuş olduğunu sende göreceksin.
Ne için dökülmüştük o yatağa!
Sadece su ve yiyecek içinmiydi yoksa arsız duyguların tatmini için mi!
Neydiki alıp verilemeyen yada beklentiler.
İki yüreğin sıcaklığı herşeyin üstesinden gelecek demezmiydi tüm şairler!
Ve şiirsel yazılara sebep illaki üzüntülermi yavrulamalıydı boş düşünceler...
Klavyemi kaçırmak istediğim bir nesne, belkide yaşamak denen canavar var karşımda şimdi hep, kim bunlara sebep.
Çıkmaz sokağa girmiş tren gibi geçiyor şimdi zaman raylar bıçak sırtı olmuş. Az kaldı, az ... Çark tarafıma dönecek...

Pazartesi, Eylül 18, 2006

saçma sapaaanııı gelir zamanı!

Tarihi Rum köyünde yapayalnızım.
Yaşlı köylülerin garip, tanımadığım sebzeleri sattığını görüyorum.
Bağıra bağıra sohbet edip hiç kimseyi umursamadıkları çok dikkat çekici geldi bana.
Bi yaşlı kadına takıldı gözlerim aynı zamanda kulaklarım.
21 yaşından beri doğru düzgün bi erkekle beraber olmadığını, olduklarınınsa kilosundan dolayı hedefi tutturamadığını söylüyordu pazar ahalisinden yaşlı bir adama.
Ses şiddeti reina'yı bi kaç yıl mühürletecek desibele sahipti. Dinleyen adama bakınca Allah çok merhametsiz diye düşündüm ama gözlerimide bir türlü kaçıramıyordum çirkinlik akan burnundan.
Böyle bir insan burnu yoktu, timsahdan burun nakli yapılmış gibiydi ve sürekli sırıtıyordu yaşlı adam. Miğdem bulandı.
İmdadıma duyduğum telefonun zil sesi yetişti.

Duyduuğum ses beni kendine çekerek pazardan çıkardı.
Bu melodiyi sürekli kullandığım için telefonun benim olduğunu düşündüm.
Benim telefonumsa neden üzerimde değildi diye aklımdan geçirdim aynı zamanda...
Orta halli bir arabanın içinde çalıyordu telefon, aracın kapısını açıp bindim ve çalıştırdım. Yavaş yavaş ilerlemeye başladım yolda, dikiz aynama bakınca bir kadın fark ettim aracın peşi sıra koşan aynı zamanda elindeki hortumla arabayı yıkamaya çalışan bi kadın.
Hemen arkasındaysa traktörle beni takip eden polis devriyesi. Tepe lambaları açıktı siren seside. Garip garip konuşuyorlardı megafonlarından!
Elim ayağım birbirine dolaştı o esnada ama kaçacak yer yoktu, yapacak bişeyde.
Sonra çalıntı arabamın arkasına birileri bindi , seni koruyacağız diyerek; binmeleriyle yokolmaları bir oldu. Ne oluyodu ne bitiyordu hiç bişey anlayamıyordum. Kamera şakasımı dedim bi an, yada bittim diye düşündüm. Kanter içinde uyandım...

Cuma, Eylül 15, 2006

Metropol Hastalığı

İstanbul'da insan manazaraları artık değişmekle kalmayıp hayat kangrenine doğru yol almaya başladı bile.
İşe gelip giderken gördüğüm insanların ruh hallerini gördükçe canım sıkılıyor onlar için ve üzülüyorum. Belkide kendime de!
20 - 25 Yaşlarındaki insanlar artık etraflarına 50'li yaşlardaki insanlar gibi bakıyor, hiç birşeyden zevk almıyor, mutsuz oluyor ve mutsuz ediyorlar. Pili bitmiş reklamlardaki tavşan gibi rutine bağlanmışlar, belkide bitkisel hayattalar farkında olmadıkları.
Servislerdeki genç bedenler sanki asılmaya giden mahküm gibi boş gözlerle etraflarına bakıyorlar, bence bakmıyorlar ya; sadece gözleri açık...
Ve bunun adına metropol hastalığı deniyor. Erken yaşlanıp kavak ağacı misali içten içe erime, erken çökme...
Yan yana geldiklerindeyse mevzu buralardan kaçıp gitme durumuna geldiyse, hep ortak hayaller. Muhtemelen ege yada akdeniz'de gittikleri tatilde onları büyüleyen doğa ve o tabiatta "basit"ce yaşama arzusu insanlarımızı daha doğrusu genç yaşlıları oralarda yaşamaya çeken...
Egzosun olmadığı , dur kalk yaparak bacak kasının oluşmadığı, ertesi gün ne giyeceğimin düşünülmediği hayali rüyasal kentler.
Kravat yada takım elbiseler giymek yada bol makyaj artık aşılmışlık ötesi bıkkıntı sadece.
Bahçede domates ekmek istiyor artık popoya victoria secret çeken eller.
Tek odalı bi evim olsun birde balıkçı sandalım yada sadece buralardan, sıkıntılı tekdüze hayatdan kaçmak için yurtdışında bok temizlemeye razıyım durumları. Evde çoraplarımı yıkamam ama Londra'da çocuklara bakarım diyenlerder varya o da ayrı bi mesele!!!
Eskiden yuvarlanıp gidiyoruz derlerdi nasılsın diye sorulduğunda. Şimdiyse sürtünerek parçalanıyoruz sanal zımparada...

Çarşamba, Eylül 13, 2006

saçım başım çiçeğim

14 yaşımda başladı büyüme telaşım. Tertemiz çocuksu bi yüzde sakal nasıl dururdu bilmiyorum ama ben her berbere gittiğimde yinede aynı soruyu sorardım:
- Ne zaman sakalım çıkacak?
Cevap hep aynı olurdu, az kalmış seneye çıkacak derdi berber efendi. Cevabın doğru olmadığını bilmeme rağmen bi yanımda sahtekar berbere inanmak isterdi. Gerçi inanmak isteyen tarafım yanıldı ve 20 yaşından sonra sakal sahibi oldum.
Hiç bi faydasınıda görmedim ya, neyse.
Aksine zararını bile gördüğüm oldu diycem ama zararı diğer insanlar gördü sertlik derecesi yüzünden...
25 Yaşlarında ilk beyazım çıktı sanırım, başımın sol yanında.
Uzun süre takip ettim onu , diğerlerinden daha hızlı boyattığını gördüm, pek bi marjinaldi duruşu falan. Dimdik bi gidişi vardı sanki bana alış kardeşim, diğer askerler yolda der gibiydi. Derken çoğalmaya başladılar yavaş yavaş. Berberle bu sefer beyazları sayma olayına giriştik. Her gidişte bikaç tane daha çoğaldığını yetkili ağızdan öğrenip kritiğini yapıyorduk. Hala artmaya da devam ediyor marjinal topluluk ama ben saymayı kestim, çünkü hoşuma gidiyolar artık.
Küçüklüğümde abes olan saç - baş mevzuatları artık çeşitli şekillerde sempatize edilerek daha bir farklı göründürülüyor.
Örneğin kellik karizmatik olmak yolunda büyük bir şans, kır saç ise olgun erkek tiplemesiyle örtüşmüş bi vaziyette.
Herşeyin çaresi bulunmuş yani...
Komik geliyo düşününce kıl tüy işleri.

Pazartesi, Eylül 11, 2006

BLA BLA 2

Ormana kıyısı olan köylerde, insanlar endişe ile yaşamaya çalışırlar ve birgün yangın bizide yutar korkusuyla sudan mevziler oluştururlarmış kendilerine.
Fobileşmeden, korkunun önüne çekilen set bir işe yaramasada en azından bi parça ii gelirmiş dingin ruhlarına.
Umudun, umudumun küçük bedenlerden taşarken yansıyan görüntüsüne en fonksiyonel mercekler yetişemezken, minik açısıyla hareket edemeyen karamsar beyninin düşündekleri düşünmesi gereken değildi bence.
Belkide nedenini bilmediğin seni boşlukta askıya alan ve hiç eline ulaşmaycak sanal beklenti çıkmazına dolayısıyla çıkamamamıza sebep bu küçücük kuyudan...
Boşa beklemek!! İsteyerek acı çekmek, çektirmek.
Sıcak yerlerde yaşayan "amok koşucuları" gibi.
Eline silahı alıp çılgınca koşmaya başlarlar ve önüne gelen herkesi vururlar suçlu yada suçsuz!
Ta ki bi başkası tarafından vuruluncaya dek.
Ne kamikaze nede ötenazi apayrı bişey.
Tek farkın silahındaki tüm mermileri içime çeken büyük mıknatıs...
Yazıpda gün ışığına çıkaramadığım, üzerine güneş doğmamış yazılarım bile küskün sayende bana.
Vermek istediklerimi almayacağını biliyor ve içimden taşan sessiz çığlığın yankısının sadece bi kaç adamlık odamdan öteye gidemeyeceğininde farkında, istemesede.
Demogojik çağrılar yada ajitasyona da gerek yok nede olsa bikulağım kaldı.
Eminim zamanla bitecektir şu kulağımda oluşturduğun keskin uğultu, arkadaşlığınla göz yanardığıma yerleşen damlacıkların patlamasıyla birlikte...

KALKAN

Etrafında oluşturduğun aptal kalkanı bence dolabının gizli bi köşesine koy, bir gün savaş çıkarsa bir yerlerde ve amazonlara ihtiyaç duyulursa, kalkanını alıp oraya gidersin; orda kullanırsın... Ordada kendine bunu kapak yaparsın...

Pazar, Eylül 10, 2006

GÖRÜCÜ USULÜ OROSPULAR

Uzun cümleler kuran insanların samimiyetlerine inanmamışımdır hiç bir zaman. Sanki bir açıkları varmış da onu kapatmak için öyle konuşuyorlarmış yada komplexli insanlar olduklarından her şekilde oldukları gibi konuşurkende kendilerini farklı göstermeye çalıştıklarını düşünürüm.
Benim böyle bir kaygım olmadığından mı bilmiyorum ben hiç uzun cümleler kuramadım! Uzun cümleler bi yana konuşmam gereken yerlerde bile konuşamadığım çok olmuştur. Ayrıca aşağıda yazdıklarımın bunlarla ilgisi yok...
Haftasonunda karayazımı sildirmek için hastaneye gittim, sonrasında fuara. Enteresan bi fuardı ve insanların "bilişimden" çok "bileşenleri" incelemesi özellikle standlardaki hande yener copylerinin, çok dikkatimi çekti.
Dönüşte, e-5'teki yol çalışması yüzünden alternatif güzergah çalışması yapan aklım sahilden gitmemi emretti, hay hay dedim. Florya rampasında dikkatimi yeni bir tarikat oluşumu edasıyla göktanrı'ya bakan uydular çekti. Binlerce çanak anteni gördüm aynı anda ve hepsi aynı yere kitlenmişti. Küçüklüğümde ayçiçeklerinin simetrisi aynı zamanda güneş yörüngesinde gerçekleştirdiği açısal hareketleri çok enteresan gelirdi bana. Şimdiyse hiç bişey şaşırtmıyor.
*******************************************************************************
Pazar günü çok griydi gökyüzü ve çok kasvetli. Sıkılmamak için hiç neden yoktu yani benim için. Oldum olası zaten yaz bitip sonbahar gelmesinden nefret etmişimdir. Leylek misali biz neden güneşi kovalamayız düşünmüşümdür hep. Nedenini hiç bilmediğim ama geldiğini bildiğim yazın içime dolan huzur diğer mevsimlerde nedense hiiiç uğramaz bana. Aksine güneşin kaybolmasıyla daha da berbat oluyor herşey. Birde sinüs problemi ve başağrısı cabası... Ve bu atmosfer hep londra'yı çağrıştırıyo bende, hiç gitmediğim. Gitmediğim ve sevmediğim.
Evde oturup kitap okumak ve msjlaşmak kesmedi, bilgisayarda çökmüştü. Klasik olacak ama çok eskiden okuduğum bir kitapda canın sıkıldığı zaman içindeki zehiri akıtmak için gözlerinden, mutlaka deniz kenarına git ve rahatla diyordu yazar efendi. Akşam saatlerinde deniz kenarında gitmek için bindim arabama, zehrim olmasada hiç bi yerimde. Arabada aklıma zamanında leman'da yada gırgırda çokça çizilmiş "melankolik" adam figürleri geldi. Yakalarını kaldırmış, pardesülü adam elleri cebinde ve belden kuşağı sıkıca bağlı öylece denizi seyretmekte hüzünlü hüzünlü, ağzındada sigarası. Denize atlasammı, atlamasammı diye düşündüğü muhtemel saçlar uzun ve yanları yapıştırılmış, önede bi tutam kakül yada kahkül bırakmış. Bana pek benzemesede aklıma o geldi ama gülmedim.
Hava iyice karamıştı arabadan indiğimde; bakmak istediğim mavi su parçası renk değiştirmişti bile ve ancak bi kaçyüz metre yürüyüp sıkılıp tekrar arabaya doğru yürümek üzere inmiştim. Gözüm içmek için bir yer aradı dönerken ama ayaklarımı çeken bi yer olmadı. Ayaklarım nereye gideceğini biliyordu ve gittim.
*******************************************************************************