Pazartesi, Kasım 29, 2010

Avrupa Birliği bizden uzak ol.



Artık Başbakan'ın yada kabineden birilerinin hatta ve hatta ana muhalefetten birilerinin çıkıp; yeter artık kardeşim, istenmediğimiz yere biz hiç girmeyiz "Avrupa Birliğiniz" yerin dibine girsin demelerini istiyorum.

Wikileaks'de ortaya çıkan dökümanlarda tuz biber oldu. Bariz dönen dolaplar, adaylık entrikaları, şunu da kabul edersen şeker veririm, bunu da yersen parka götürürüm. E yeter. Neyin yalaklığındayız hala.
Zannımca bu hiç giremeyeceğimiz "garip" kulübün niyetinin Başbakan ve ekibi de farkında ama biz taş koymadık bu işe, elimizden gelen herşeyi yaptık demek için kapıda oyalanıp küçültüyorlar bizi diye düşünüyorum.

Avrupa Birliğine karşı olmam herhangi bir etki altında kalmadan, işlenmeden lise yıllarına dayanır diye hatırlıyorum. Görüşlerimde birşey değişmedi. Aksine avrupa ülkelerinin durumunu yakından gördükçe, oradaki arkadaşlarımdan bilgi aldıkça, bu kendini "üstün ırk" zanneden insanların durumları kötüleştikçe herzamanki gibi "yalnız" bir ülke olmak hoşuma bile gidiyor.

Umarım kısa zamanda ayılırız. Ve bu çirkin rüyayı noktalarız.

Cumartesi, Kasım 20, 2010

Zero Limit

Dün gece bayramı bitirdik. Bayramla beraber zorla da olsa “Zero Limit”i bitirdim İstanbul’da.
Zero Limit nasıldı?
Zero Limit, bu şekilde piyasaya sürülen diğer muadil kişisel gelişim kitapları gibi sadece yazarını ve yayınevini zengin etmeye yarayan “gelişim” kitabıydı. Başladığım kitabı bitirmek gibi kötü bir alışkanlığım olmasaydı herhalde 10. sayfada bu kitabı kitaplığımın görünmeyen bir köşesine bırakırdım. Çocukken sevmediğim yemekleri annem nasıl kaşıkla zorla ağzıma tıkmaya çalışmışsa ben de aynen bu şekilde sayfaları gözlerimle okumak suretiyle zihnime doldurmaya çalıştım.
Bloguma ulaşabilecek kadar internet kullanıyorsanız eminim bu cümleden sonra yazacaklarım hakkında da az çok fikir sahibisinizdir.
Kişisel gelişim kitaplarıyla birlikte sıkça duyduğumuz evrenle konuşma, pozitif enerji, çakra, meditasyon ve tanrı kelimeleri bu kitap da da sıkça yazılmış. Negatif gelişen olaylar karşısında ne şekilde durulacağı ve nasıl bir düşünce mekanizması geliştirmemiz gerektiği hakkında bir reçete sunulmuş bu kitapta.

Örneğin karşımıza trafikte sorun yaratan bir sürücü çıkıyor. Ne yapıyoruz? Onu sorunlu hale getiren kendi parçamızı iyileştiriyoruz. Yani ben ne yaptım da acaba şu hödük direksiyonu üzerime kırdı diye kendimizde hata arıyoruz. Mantığa göre hata direkt bizim zaten. Tüm sorunların temelinde bizim düşüncelerimiz özneymiş gibi bir çıkarım yapmış yazar ve doktor. Ve ne olursa olsun içimizden “seni seviyorum, özür dilerim, teşekkür ederim” diyerek bir çeşit manevi totem yapıp bir nevi öfke kontrolü yapıyoruz. Yazara göre ise kötü anı temizliği yapıyoruz.
Bu iş biraz tesbih çekmeye, biraz sinirlendiğimiz zaman içimizden 10’a kadar saymaya, biraz da “ya sabır” çekmeye benziyor.

Aslına bakarsanız tüm dinlerin de temelinde hoşgörü olduğu gibi “kabala, mevlevilik ve ayrı bir yerde olsa da yoga” ile uğraşan insanlar rahatlıkla öfke kontrolünü sağlayıp diğer insanların kavga edebileceği ortamlar karşısında uzlaşıcı bir yol çıkarabiliyorlar kendilerine.

Sonuç olarak şöyle diyebilirim. Dün akşam Anadolu Kavağı’na balık yemeye gidelim dedik. Çıktık evden karşıya geçtik. Sonrasında Kavacık’tan sahil yoluna indim. Bilenler bilir sahil yolu tek şeritlidir. Daha dakika bir gol bir o yolda 10 araba arkamdan bir araba koptu geldi ve önüme girmeye çalıştı, girdi de. Ben ne düşünürsem düşüneyim, ben ne yaparsam yapayım, hatta peygamber sabrı olsa fark etmez kan beyne sıçrıyor.

Benim tespitim bu kitap İstanbul’a uymaz. Yazık paranıza…



Anadolu Kavağı’nda yazdan kalma bir hava vardı. Ne yedik ne içtike girmiycem. Orada bizim klasik menümüz restaurantda balık, ayaküstü de waffle’dır. Tarih gene tekerrürden ibaret olduğunu gösterdi. Yazdan kalma bir akşamdan keyifle ayrılıp evimize döndük… Birkaç fotoğraf ekte.

Pazartesi, Kasım 15, 2010

Kasım'dan...



Yurtdışında, özellikle Avrupa ülkelerinde gezerken isteseniz de istemeseniz de doğal olarak bir süreden sonra karnınız acıkıyor, bir yerlerde bir şeyler yiyip içmek zorunda hissediyorsunuz kendinizi (en azından ben bunu hissediyorum) .
Girdiğimiz mekanlar istinasız kesinlikle tarih kokuyor oluyor. Duvarlardaki çerçevelerde mekanın tarihçesi, oturduğumuz masada daha önce oturmuş tarihe geçmiş önemli insanların hayatı ve resimleri gene aynı duvarda asılı olur. Tarih kitaplarında, sanat tarihi kitaplarında ve felsefe kitaplarında olduğu kadar bizim çağdaş yaşantımıza da yön vermiş isimlerle aynı masada oturuyor olmak çizgi film tadında hoşluk katar o anıma. “Hoşluk” dedim ama doğru kelimeyi yazdığımdan emin değilim. Adını koyamadığım bir keyif diyelim.

İstanbul’umuz jeopolitik pozisyonundan dolayı ne yazık ki tarihte Avrupa kentleri kadar şanslı olamamış. Ne mimari, ne sanat, ne edebiyat, herhangi bir görsellik “halkın günlük kullanacağı tarzda” günümüze kadar gelmemiş. Amatörce ifademle “Pera” dışında cafe restaurant oluşumuna müsait mekan da yok diye düşünüyorum. Pera’da bulunan restaurantların da tarihi yok.

Gelelim konuya…

Geçtiğimiz haftalardan birinde eski Doğuş’lular bir Cuma gecesi toplandı. Bende gittim. Mekan, Fenerbahçe Spor Kulübü tesisleri, Todori Restaurant, Kalamış'ta.
Todori’nin mimarisi çok hoşuma gitmese de duvarlarda sanatçı fotoğrafları görünce ilgimi çekti. En yakınımda rahmetli sanaatkar Selahattin Pınar’ın portresi vardı.Okudum, fotoğrafını çektim. Avrupa’da gördüğüm yerler geldi aklıma hoşuma gitti.

Masada karşımda oturan yaşayan tarih, değerli büyüğüm Bahattin Bursalı gördüklerimle ilgilendiğimi görünce anlatmaya başladı. 50 sene evvel burada yazarlar, şairler ve bestekarlar toplanıp meşk ederler, yazarlar romanlarını yazarlar ve halkla sosyalleşirlermiş. Bahattin Bey 1918 doğumlu Osmanlı Bankası’nın ilk müdürlerinden. Sağ olsun beni aydınlattı fakat yemeğin hemen ertesinde netten yaptığım araştırmada mekanla ilgili bir tarihçe, bilgi, bir anı bulamadım. Sinir bozucu ama bulamadım.
3-5 Sene önce açılan hanzo çiğköfteciler bile web’lerine tarihçe koyuyorken Cumhuriyet’in aşağı yukarı ilk yıllarında önemli misafiler ağırlamış Todori Restaurant’ın bu eksikliği yakışmadı.

Çarşamba, Kasım 03, 2010

CADILAR BAYRAMI HAKKINDA



Yapıcı olmayan eleştirilerden kaçmaya çalıştım hep, tahammül ettiğimde hiç söylenemez. Gereksiz muhalifliğe de karşıyım fakat bazı garip kutlamaları ve adetleri yadırgadığım kesinlikle söylenebilir.

Örneğin;

Birkaç haftadır yaklaşan cadılar bayramı dolayısıyla basında, özellikle dış basında kim nerde olacak ? Ne giyecek ? Kimle gelecek ? Gibi çeşit çeşit haberler çıktı.Bahis konusu bayram geldi geçti ve hemen ertesinde Amerika’da boy gösteren, tüm dünyaya yarı açık vücutlarıyla mâl olmuş insanları “bayramsal görüntüleri” gazetelerde ve televizyonlarda görüldü.

Böylesi bir güne yurdum insanı da duyarsız kalamazdı, kalmadı da. Bu tip faaliyetlerin ve eğlence dünyamızın başkenti İstanbul’umun bazı gözde gece mekanları da anlamlı güne özel partiler düzenlediler. Güzide İstanbul’umun güzide ve “elit” tabakası da gazetelerin magazin ilavelerinin ikinci sayfasında geceye ait merak edilen-edilmeyen tüm ayrıntılarla yazıldılar, çekilen fotoğraflarıyla da halkımızın önüne koyuldular. Köşe yazarlarının da iştirak ettiği bu partilerden izlenimleri okuduk.

Blog piyasasında takip ettiğim isimler sayesinde yönlendiğim bloglarda gördüm ki “cadılar bayramı” halk tarafından da evlere sokulur olmuş, makyajlı-boyalı, kıyafetli partiler şeklinde kutlanır olmuş. Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla da oldukça profesyonel düzenlenmişti.

Neyse..

Eğlence olsun, farklı bir şeyler yapalım, bunları yaparken de biraz da ilgi çekelim zihniyetiyle yapıldığını düşündüğüm (tüm iyi niyetimle) kutlanan bayramın kökenini biraz araştırayım dedim.

4000 yıl kadar önce avrupa’da ortaya çıkan ve orta çağ’da Romalılar tarafından yok edilen Kelt uygarlığına aibir günmüş Hallowen. İlk kutlayanların ise Kelt rahipleri oldğu söyleniyor.

Wikipedia’da tarihçesi aşağıda yazdığım gibi geçiyor.
Cadılar Bayramının kökeni aslen Samhain olarak bilinen kadim Kelt Festivalidir.[kaynak belirtilmeli] Samhain Festivali hasat mevsiminin bitişini kutlamak için gerçekleştirilir. Geleneksel olarak,festival kadim Paganlar tarafından kış için malzemelerin ve malların hazırlanması için kullanılırdı. Eski Gaeller şimdi Cadılar Bayramı olarak bilinen 31 Ekim'in yaşayanlar ve ölüler dünyası arasında bir bağ yarattığına inanırlardı. Ölüler kötü niyetli ve tehlikeli kabul edilir, yaşanılan sorunlardan hastalıklardan ve kötü hasattan onlar sorumlu tutulurdu. Festivalde ateşler yakılır, genellikle kış için öldürülen hayvanların kemikleri bu ateşlerde yakılırdı. Raufun ruhları taklit edebilmek için maskeler ve kostümler giyilirdi.
Zamanla Hristiyanlığa adapte edilmiş, Azizler Günü'nün arifesi olarak kabul edilmiş, Pagan kökleri unutturulmaya çalışılmıştır

Türk insanına dayatma bir bayram olarak empoze edilmeye çalışıldığını düşündüğüm “Cadılar Bayramı”yla Türk insanının bu bayrama iştirak etmesi için ben tarihsel bir bağlantı kuramadım. Yararlanabileceğim, aydınlanabileceğim bir kaynak vardı da ben mi bulamadım onu da bilmiyorum..!

Sonuç…

-Ben bu dayatma günün kutlanmasını çok saçma buluyorum.
-Para kazanmak suretiyle mekanlarında kutlama düzenleyen kapitalist zihniyeti, bir ülkenin maneviyatıyla ilgili tahribat yaptığı için kınıyorum. Medyada şişirenleride tabi.
-Evlerinde eğlence düzenleyen arkadaşlarım neden böylesi bir kutlama yapmaya ihtiyaç duymuş çok merak ediyorum…