Cumartesi, Eylül 30, 2006

erosmusun kadifeli gelin

Ardı arkası kesilmeyen yağmurlar beraberinde su kanallarına yetişemeyecek kadar cılız dökülen gözyaşlarını da sürüklüyormuş beraberinde aşk denizlerine.
Kırık kalpler için yeteri kadar tesiri olmasada en azından üzerindeki tabakayı temizliyor ardından acemi fotocuların ısrarla beklediği yağmur sonrası istanbul silütei görüntüsü gibi ortaya çıkarıyormuş kutsal sular.
Tamamen arınmasada tüm aşklar şeytani fikirlerden, asit yağmuru yağsa dahi pek bişey değişmeyecek, üzülen üzüldüğüyle kalacak, yani şeytanlar dimdik ayakta.
Şeytan olmak varmış, azılı bi şeytan.
Elinde eros'un okumu vadır, yoksa orak mı bilinmez , avuçladığı kartopu misali aşk zehirini yukarılardan bir yerlerden akılsız insanların başına sıvayan dengesiz bir şeytan.
Panzehiri de gözyaşı...
Yağ yağmur, yağ bakalım, kenarlarda bi parça daha kaldı..

Perşembe, Eylül 28, 2006

Ağlarsa your mother ağlar

Farkında olmadan iyice alaturkalaştırmışız meğer bünyeyi.
Eller havaya olaylarını bitirip, masada oturup konuşup içerek geceleri sabah ettikten sonra zargoya ikinci kez yakalanmadan çorbacının yolunu tutar hale gelmişiz.
Zamana yenilmeyen bi zevklerimiz vardı, öyle sanırdık. Onlarda değişiyormuş damak dışında sanırım. Zaten onuda keybedersek eyvah ki ne eyvah...

Elime, geçen günlerde meşhur hoca adnan hoca'nın kalınmı kalın nerdeyse 3 kilo çeker ansiklopedisi geçti elime. Evrim teorisiyle ilgili çalışmışlar . Cilalı süslü, üstünde sinekler paten kayacak kadarda aynalı sayfalar.
Fosillerden bakıp 3000 sene önceki yaprak neyse şimdide aynı yaprak, 300 sene önceki balık neyse bugünde aynı balık diyo arkadaşlar... Yani değişen bişey yokmuş, sadece değişen zaman. Birde o mantıkta maymundanda gelmemiş oluyormuşuz. Gerçi gelsek ne gelmesek ne! Zaten maymun olmuş millet.
Rakının türlü versiyonları çıkmış anası, danası, meyi, zurnası vitrinlerde yer kaplar. Kafa cilalayıcılar okullarda kantinlerde ekmek arası satılır. Verişkenler normallerinin yanında tavan üstüne tavan yapar. Ondan sonra ağlarsa your mother ağlar.
Yani;
Traji komik yaşıyoruz. Adeta ölmemek için yemek yiyip, ölmemek için çalışıp zaman tüketerek.
Öyle bir tezgah varki uzaklarda, öyle bir uzaktan kumanda varki uzaklarda; uzaktan kumandayı elinde tutan bile bir başka kumandayla kumanda ediliyor. Çok kumandalı bir cümle oldu ama bu kumandayla kontrol edildiğimiz gerçeğini ne yazikki değiştirmiyor.

İyisimi;
Şu ramazanı kısaltalım biraz, kaldığımız yerden devam edelim masalarda. Nasıl olsada öylede böylede bişey değişmiyor, en iyisi karaciğeri çalıştırmak.

Pazar, Eylül 24, 2006

Yangında ilk Kurtarılacak

Yangında "ilk" kurtarılacak ibaresini kaldırdım,
"son"uncudan da;
Fazla geriye bişey kalmamıştı zaten "yan"mak için,
"yan"ılmışlığımdan başka...
Egoizm, bencilik, narsizm yada farklı halleri,
Hiçbiri örtmeyecek maskeyle dolaşsanda,
Yüzünü değil,
Kandıramadığın kendini ...


Cuma, Eylül 22, 2006

şipşak

Çabuk soğuyup profosyonelleşmeden yastık altına geri koysamda, ayarını bir türlü tutturamayıp flu fotoğraflar çekip kendime çok kızsamda , dijital makinemin öylece kuzu gbi yatmasına rağmen dolabımda; dönem dönem gündemime gelen ve aklıma düşen "Zenith"imi doldurdum dün yine siyah beyaz filmle.
Surf yaparken gördüğüm bir sitedeki fotoğraflarında bunda bayağı etkisi oldu tabi.
Yadigar bir alet ve aramızda manevi bişeyler olduğunu düşünüyorum.
Bir terapist gbi karşıma en ihtiyacım olduğu anlarda çıkıyor görevini yapıyor sesizce. Boşken bile tetik düşürülen tabanca edasıyla parmağımın etli yumuşak yeriyle deklanşöre dokunduğum zaman çıkan şırrraaaak sesi, bana yeni caminin önünden aninde havalanan güvercin sürülerini hatırlatıyor. Garip bi haz aracı. Ne dijital nede üstten bakma makinem bu lezzeti vermiyo bana.
Zamanında ne ile trampa yaptığımı bile hatırlamadığım rus bir turistden almıştım. Bu kadar işime yarayacağımı bilse satmazdı belkide...
Efsaneyi geri döndürdüm...

Perşembe, Eylül 21, 2006

2.El araba kıvamındayım belkide, hor kullanılmış...

Kitap yazma olayı bu ara hayatıma giren "ikinci güzel" renk...
Bir yerden başladığım zaman lastik mideler gibi açılıyor, yazdıkça yazıyor, uzadıkça uzuyor ekranda kelimeler ve saatin nasıl geçtiğini anlamıyorum.
Gökyüzüne çok yakın olmama ve geceleri penceremdeki perdelerin dünyanın tavanını görmemi engellememesine rağmen puslu koyu renkten ötesini göremiyorum yani yıldızlara ulaşamıyor ve bu daha şiddetli klavyeyi kullanmama, yazmama neden oluyor.
İlham dediğim şey bile sezeryanle geliyor, tersten.
Gündüzse ve hava güneşli ise hele hele açık havaysa bu tamamen imkansız hale geliyor, simsiyah olmalı atmosferim yazmam için.
Bunlarla birlikte ikinci bir insan daha olduğumun farkına vardım. Yazan ben ve yazmayan ben birbirlerinden o kadar uzaktalar ki!
Ortaokulda tuttuğum, hala sakladığım günlüklerimi okuduğum zaman potansiyel o zamandan ortaya çıkmış diyebiliyorum fakat mizaha daha yatkın bir bünye durumundaymışım o zamanlar.
O zamanki benle şimdiki benin yazıları arasındaki fark sorusunu kendime sorsam sanırım bunun cevabınıda yaşanmışlıklarla, dolayısıyla yıpranmakla nasıl evrelerden geçtiğimle alakalı olduğunu söyleyebilirim.
2.el araba kıvamına gelmişim belkide, hor kullanılmış...
Belkide çarpışan araba klasmanına geçtim farkında olmadan. Hiçbir darbeyi hissetmediğimi hiç bir yerimin acımadığını düşünüyorum hiç bir şekilde. Hacıyatmazlar vardı eskiden; ne yaparsan yap yıkılmazlardı her şekilde dikilerlerdi yattıkları yerden havaya doğru.
Acıtılmışlığın nereden gelecek olduğu belli olsada olmasada fark etmiyor yani benim için. Daha önce de söylediğim gibi manevi mazoşmi benim bünyede sardı artık. Mutlu olursam bi gün bu beni mutsuz edebilecek... Şimdilik böyle düşünüyorum...

Salı, Eylül 19, 2006

Şarjöründe kaç mesaj varki??

Vakit gece yarısını çoktan geçmiş. Bi kaç evden sızan ışık hüzmesi ve sokak lambaları dışında geceyi delen ve rahatsız eden pek bişey yoktu.
İçimden fışkırmak isteyen adını bir türlü koyamadığım ince duygular dışında.
Sessizlikle sohbet etmek istedim; anlattıklarımı bana karşı kullanamayacağını düşünerek birde yağsammı yağmasammı diye düşünen pis istanbul bulutlarını gaza getirip dökebilmek için çatıda kedi gibi oturmak.
Lisedeki ağır aşk nöbetlerim geldi aklıma, uykularımı kaçıran, gözlerimle tavanı arşınladığım rüyalarımda bile uyandırmaya kıyamadığım kötürümsel ağır nöbetler.
Kıyaslamak geldi içimden, kıyamadım hiçbirine. Tarifi imkansız.
Herkesi, bütün komşuları, iti -köpeği uyandırmak istedim ortak olmaları için gizli yarama, hüzün doldurulmuş sokaklarda.
Üşüdü ellerim, ellerimi cebime sokmak istedim.
Cebimden vurulmuş olduğumu farkettim, mesajınla...
Keşke bütün mesajlarını boşaltsaydın üzerime, hayata dönmek için!

BLA BLA 3.

Neden bu coğrafyada, neden bu şartlarda, neden bu kadar mutsuz ve neden bu kadar umutsuz olduğumuzu düşününce.
Acı çekmekten zevk alan, acı çekerken zevk veren, ağlamayı ağlatmak kadar seven ve bunun hiç bi şekilde bitmemesi için yani "manevi mazoşizmin" elinden geleni yapan adını süslü kelimelerle anlatamayacağım (?) garip topluluğuz.
Dikkatli bakarsan hayata niçin geldiğimizi unutmuş yada unutturulmuş olduğunu sende göreceksin.
Ne için dökülmüştük o yatağa!
Sadece su ve yiyecek içinmiydi yoksa arsız duyguların tatmini için mi!
Neydiki alıp verilemeyen yada beklentiler.
İki yüreğin sıcaklığı herşeyin üstesinden gelecek demezmiydi tüm şairler!
Ve şiirsel yazılara sebep illaki üzüntülermi yavrulamalıydı boş düşünceler...
Klavyemi kaçırmak istediğim bir nesne, belkide yaşamak denen canavar var karşımda şimdi hep, kim bunlara sebep.
Çıkmaz sokağa girmiş tren gibi geçiyor şimdi zaman raylar bıçak sırtı olmuş. Az kaldı, az ... Çark tarafıma dönecek...

Pazartesi, Eylül 18, 2006

saçma sapaaanııı gelir zamanı!

Tarihi Rum köyünde yapayalnızım.
Yaşlı köylülerin garip, tanımadığım sebzeleri sattığını görüyorum.
Bağıra bağıra sohbet edip hiç kimseyi umursamadıkları çok dikkat çekici geldi bana.
Bi yaşlı kadına takıldı gözlerim aynı zamanda kulaklarım.
21 yaşından beri doğru düzgün bi erkekle beraber olmadığını, olduklarınınsa kilosundan dolayı hedefi tutturamadığını söylüyordu pazar ahalisinden yaşlı bir adama.
Ses şiddeti reina'yı bi kaç yıl mühürletecek desibele sahipti. Dinleyen adama bakınca Allah çok merhametsiz diye düşündüm ama gözlerimide bir türlü kaçıramıyordum çirkinlik akan burnundan.
Böyle bir insan burnu yoktu, timsahdan burun nakli yapılmış gibiydi ve sürekli sırıtıyordu yaşlı adam. Miğdem bulandı.
İmdadıma duyduğum telefonun zil sesi yetişti.

Duyduuğum ses beni kendine çekerek pazardan çıkardı.
Bu melodiyi sürekli kullandığım için telefonun benim olduğunu düşündüm.
Benim telefonumsa neden üzerimde değildi diye aklımdan geçirdim aynı zamanda...
Orta halli bir arabanın içinde çalıyordu telefon, aracın kapısını açıp bindim ve çalıştırdım. Yavaş yavaş ilerlemeye başladım yolda, dikiz aynama bakınca bir kadın fark ettim aracın peşi sıra koşan aynı zamanda elindeki hortumla arabayı yıkamaya çalışan bi kadın.
Hemen arkasındaysa traktörle beni takip eden polis devriyesi. Tepe lambaları açıktı siren seside. Garip garip konuşuyorlardı megafonlarından!
Elim ayağım birbirine dolaştı o esnada ama kaçacak yer yoktu, yapacak bişeyde.
Sonra çalıntı arabamın arkasına birileri bindi , seni koruyacağız diyerek; binmeleriyle yokolmaları bir oldu. Ne oluyodu ne bitiyordu hiç bişey anlayamıyordum. Kamera şakasımı dedim bi an, yada bittim diye düşündüm. Kanter içinde uyandım...

Cuma, Eylül 15, 2006

Metropol Hastalığı

İstanbul'da insan manazaraları artık değişmekle kalmayıp hayat kangrenine doğru yol almaya başladı bile.
İşe gelip giderken gördüğüm insanların ruh hallerini gördükçe canım sıkılıyor onlar için ve üzülüyorum. Belkide kendime de!
20 - 25 Yaşlarındaki insanlar artık etraflarına 50'li yaşlardaki insanlar gibi bakıyor, hiç birşeyden zevk almıyor, mutsuz oluyor ve mutsuz ediyorlar. Pili bitmiş reklamlardaki tavşan gibi rutine bağlanmışlar, belkide bitkisel hayattalar farkında olmadıkları.
Servislerdeki genç bedenler sanki asılmaya giden mahküm gibi boş gözlerle etraflarına bakıyorlar, bence bakmıyorlar ya; sadece gözleri açık...
Ve bunun adına metropol hastalığı deniyor. Erken yaşlanıp kavak ağacı misali içten içe erime, erken çökme...
Yan yana geldiklerindeyse mevzu buralardan kaçıp gitme durumuna geldiyse, hep ortak hayaller. Muhtemelen ege yada akdeniz'de gittikleri tatilde onları büyüleyen doğa ve o tabiatta "basit"ce yaşama arzusu insanlarımızı daha doğrusu genç yaşlıları oralarda yaşamaya çeken...
Egzosun olmadığı , dur kalk yaparak bacak kasının oluşmadığı, ertesi gün ne giyeceğimin düşünülmediği hayali rüyasal kentler.
Kravat yada takım elbiseler giymek yada bol makyaj artık aşılmışlık ötesi bıkkıntı sadece.
Bahçede domates ekmek istiyor artık popoya victoria secret çeken eller.
Tek odalı bi evim olsun birde balıkçı sandalım yada sadece buralardan, sıkıntılı tekdüze hayatdan kaçmak için yurtdışında bok temizlemeye razıyım durumları. Evde çoraplarımı yıkamam ama Londra'da çocuklara bakarım diyenlerder varya o da ayrı bi mesele!!!
Eskiden yuvarlanıp gidiyoruz derlerdi nasılsın diye sorulduğunda. Şimdiyse sürtünerek parçalanıyoruz sanal zımparada...

Çarşamba, Eylül 13, 2006

saçım başım çiçeğim

14 yaşımda başladı büyüme telaşım. Tertemiz çocuksu bi yüzde sakal nasıl dururdu bilmiyorum ama ben her berbere gittiğimde yinede aynı soruyu sorardım:
- Ne zaman sakalım çıkacak?
Cevap hep aynı olurdu, az kalmış seneye çıkacak derdi berber efendi. Cevabın doğru olmadığını bilmeme rağmen bi yanımda sahtekar berbere inanmak isterdi. Gerçi inanmak isteyen tarafım yanıldı ve 20 yaşından sonra sakal sahibi oldum.
Hiç bi faydasınıda görmedim ya, neyse.
Aksine zararını bile gördüğüm oldu diycem ama zararı diğer insanlar gördü sertlik derecesi yüzünden...
25 Yaşlarında ilk beyazım çıktı sanırım, başımın sol yanında.
Uzun süre takip ettim onu , diğerlerinden daha hızlı boyattığını gördüm, pek bi marjinaldi duruşu falan. Dimdik bi gidişi vardı sanki bana alış kardeşim, diğer askerler yolda der gibiydi. Derken çoğalmaya başladılar yavaş yavaş. Berberle bu sefer beyazları sayma olayına giriştik. Her gidişte bikaç tane daha çoğaldığını yetkili ağızdan öğrenip kritiğini yapıyorduk. Hala artmaya da devam ediyor marjinal topluluk ama ben saymayı kestim, çünkü hoşuma gidiyolar artık.
Küçüklüğümde abes olan saç - baş mevzuatları artık çeşitli şekillerde sempatize edilerek daha bir farklı göründürülüyor.
Örneğin kellik karizmatik olmak yolunda büyük bir şans, kır saç ise olgun erkek tiplemesiyle örtüşmüş bi vaziyette.
Herşeyin çaresi bulunmuş yani...
Komik geliyo düşününce kıl tüy işleri.

Pazartesi, Eylül 11, 2006

BLA BLA 2

Ormana kıyısı olan köylerde, insanlar endişe ile yaşamaya çalışırlar ve birgün yangın bizide yutar korkusuyla sudan mevziler oluştururlarmış kendilerine.
Fobileşmeden, korkunun önüne çekilen set bir işe yaramasada en azından bi parça ii gelirmiş dingin ruhlarına.
Umudun, umudumun küçük bedenlerden taşarken yansıyan görüntüsüne en fonksiyonel mercekler yetişemezken, minik açısıyla hareket edemeyen karamsar beyninin düşündekleri düşünmesi gereken değildi bence.
Belkide nedenini bilmediğin seni boşlukta askıya alan ve hiç eline ulaşmaycak sanal beklenti çıkmazına dolayısıyla çıkamamamıza sebep bu küçücük kuyudan...
Boşa beklemek!! İsteyerek acı çekmek, çektirmek.
Sıcak yerlerde yaşayan "amok koşucuları" gibi.
Eline silahı alıp çılgınca koşmaya başlarlar ve önüne gelen herkesi vururlar suçlu yada suçsuz!
Ta ki bi başkası tarafından vuruluncaya dek.
Ne kamikaze nede ötenazi apayrı bişey.
Tek farkın silahındaki tüm mermileri içime çeken büyük mıknatıs...
Yazıpda gün ışığına çıkaramadığım, üzerine güneş doğmamış yazılarım bile küskün sayende bana.
Vermek istediklerimi almayacağını biliyor ve içimden taşan sessiz çığlığın yankısının sadece bi kaç adamlık odamdan öteye gidemeyeceğininde farkında, istemesede.
Demogojik çağrılar yada ajitasyona da gerek yok nede olsa bikulağım kaldı.
Eminim zamanla bitecektir şu kulağımda oluşturduğun keskin uğultu, arkadaşlığınla göz yanardığıma yerleşen damlacıkların patlamasıyla birlikte...

KALKAN

Etrafında oluşturduğun aptal kalkanı bence dolabının gizli bi köşesine koy, bir gün savaş çıkarsa bir yerlerde ve amazonlara ihtiyaç duyulursa, kalkanını alıp oraya gidersin; orda kullanırsın... Ordada kendine bunu kapak yaparsın...

Pazar, Eylül 10, 2006

GÖRÜCÜ USULÜ OROSPULAR

Uzun cümleler kuran insanların samimiyetlerine inanmamışımdır hiç bir zaman. Sanki bir açıkları varmış da onu kapatmak için öyle konuşuyorlarmış yada komplexli insanlar olduklarından her şekilde oldukları gibi konuşurkende kendilerini farklı göstermeye çalıştıklarını düşünürüm.
Benim böyle bir kaygım olmadığından mı bilmiyorum ben hiç uzun cümleler kuramadım! Uzun cümleler bi yana konuşmam gereken yerlerde bile konuşamadığım çok olmuştur. Ayrıca aşağıda yazdıklarımın bunlarla ilgisi yok...
Haftasonunda karayazımı sildirmek için hastaneye gittim, sonrasında fuara. Enteresan bi fuardı ve insanların "bilişimden" çok "bileşenleri" incelemesi özellikle standlardaki hande yener copylerinin, çok dikkatimi çekti.
Dönüşte, e-5'teki yol çalışması yüzünden alternatif güzergah çalışması yapan aklım sahilden gitmemi emretti, hay hay dedim. Florya rampasında dikkatimi yeni bir tarikat oluşumu edasıyla göktanrı'ya bakan uydular çekti. Binlerce çanak anteni gördüm aynı anda ve hepsi aynı yere kitlenmişti. Küçüklüğümde ayçiçeklerinin simetrisi aynı zamanda güneş yörüngesinde gerçekleştirdiği açısal hareketleri çok enteresan gelirdi bana. Şimdiyse hiç bişey şaşırtmıyor.
*******************************************************************************
Pazar günü çok griydi gökyüzü ve çok kasvetli. Sıkılmamak için hiç neden yoktu yani benim için. Oldum olası zaten yaz bitip sonbahar gelmesinden nefret etmişimdir. Leylek misali biz neden güneşi kovalamayız düşünmüşümdür hep. Nedenini hiç bilmediğim ama geldiğini bildiğim yazın içime dolan huzur diğer mevsimlerde nedense hiiiç uğramaz bana. Aksine güneşin kaybolmasıyla daha da berbat oluyor herşey. Birde sinüs problemi ve başağrısı cabası... Ve bu atmosfer hep londra'yı çağrıştırıyo bende, hiç gitmediğim. Gitmediğim ve sevmediğim.
Evde oturup kitap okumak ve msjlaşmak kesmedi, bilgisayarda çökmüştü. Klasik olacak ama çok eskiden okuduğum bir kitapda canın sıkıldığı zaman içindeki zehiri akıtmak için gözlerinden, mutlaka deniz kenarına git ve rahatla diyordu yazar efendi. Akşam saatlerinde deniz kenarında gitmek için bindim arabama, zehrim olmasada hiç bi yerimde. Arabada aklıma zamanında leman'da yada gırgırda çokça çizilmiş "melankolik" adam figürleri geldi. Yakalarını kaldırmış, pardesülü adam elleri cebinde ve belden kuşağı sıkıca bağlı öylece denizi seyretmekte hüzünlü hüzünlü, ağzındada sigarası. Denize atlasammı, atlamasammı diye düşündüğü muhtemel saçlar uzun ve yanları yapıştırılmış, önede bi tutam kakül yada kahkül bırakmış. Bana pek benzemesede aklıma o geldi ama gülmedim.
Hava iyice karamıştı arabadan indiğimde; bakmak istediğim mavi su parçası renk değiştirmişti bile ve ancak bi kaçyüz metre yürüyüp sıkılıp tekrar arabaya doğru yürümek üzere inmiştim. Gözüm içmek için bir yer aradı dönerken ama ayaklarımı çeken bi yer olmadı. Ayaklarım nereye gideceğini biliyordu ve gittim.
*******************************************************************************

Cuma, Eylül 08, 2006

gökkuşağı fabrikası

Bir kitapta okumuştum.
Kutuplarda geçimini sağlamak için hayvanları öldürüp kürklerini satan avcılar değişik bir yöntem geliştirip deniz ayılarının postlarına zarar gelmeden ölmesini sağlıyorlarmış.
Uzun süre bileyleyip jilet kıvamına getirdikleri baltaları, keskin ucu yukarı gelecek şekilde karın altına gömüyorlar ve açıkta kalan keskin tarafın üzerine kan damlatıyorlarmış. Kanın kokusuna gelen dev hayvan kanı, dolayısıyla baltayı yalamaya başlıyor yaladığı kan dilinin kesilmesiyle kendi akan kanıyla karışarak yutağından midesine doğru ilerliyor. Uzun süre kendi kanını içen zavallı hayvan bir süre sonra aşırı kan kaybından can verip, yıkılıp kalıyor olduğu yere...
İğrenç, kahpece bir ölüm. Arkadan vurmaktan farksız!!!
Kendi kanını içerek ölmek. Öldürülmek!

Düşününce bende mi diyorum.
Bende farkında olmadan kendi kanımımı içiyorum, benden gizli hayatıma saklanmış baltanın keskin ucunu yalayarak!
Ya tüm insanlık aynı şeyi yaşıyorsa!
Kader denilen baltayı yalayarak, herkes kendi kanını içip ve teker teker kan tükenince yıldızlar ülkesine giderek! Yada adına ne denirse...
Düşündükçe üzerimdeki yapraksız ağacın gölgesi tüm beni kaplıyor daha bi heybetli oluyor, simsiyah oluyor her yanım.
Oysa gökkuşağı fabrikası kurmak içindi iyi niyetli insanlardan toplanan tüm gönül sermayesi ve farklı meridyenlerden gelen insancıl fedakarlıklar.

Çarşamba, Eylül 06, 2006

No calling


Kadın ısrarla bağırıyordu telefonun alt haznesine;
- sana calling değil, sadece call (kal) dedim.
"Kal"ı bir oyun hamuru gibi değiştiren neydi acaba adamın ortakulağından beynine doğru uzayan dar ve pis koridorda?
Kadın veremezdi bunun cevabını kendine, verse bile kabullenemezdi. Yedirmezdi kendine, kendisinden kaçacak bir erkeğe sahip olmayı...
Aklına türlü türlü felaket senaryosu getirmeside gayet normaldi, o anki psikolojisiyle. Uzun koridorlu bahçede bir aşağı bir yukarı volta ederken, ne düşüneceğini ve ne yapacağını bir türlü kestiremiyordu. Kimden akıl alabilir yada ne sorabilirdi? Bir çıkar yolu olmalıydı kendi lehine.
Kadın orda düşünedursun adam yelkenlisine binmişti bile tek başına. Gözünde artık sadece gözlükleri vardı, birde beklediği onu açık denizlere itecek rüzgar.
Uyumasada, aç kalacak olsada sevdiği denizlerde tek başına dalgalarla boğuşması herşeye değecekti...

SERİ İLANLAR

Dün seri ilanlarda satılık dağ aradım.
Dağ kılığına girmiş bir omuz belki de; yaslanmak için.
Kiralık da olsa razıydım.
Yoktu...
Bir omuz aradım, bir dayanak.
Yok, yok, yok!

Bundan sonra gereğide yok.

Pazartesi, Eylül 04, 2006

düş sokağı gezginleri

Düş sokağı gezginleri inceden çalıyo ayrılığı. Uzun zamandır dinlememiştim bu parçayı.6 sene olmuş nerdeyse. En son avşa'da kaçık bi herifi esir almıştım bu şarkıyı söylerken:) Bi kaç saat tutsağım olmuştu hırpani. Gitar çalmayı pek bilmem ama kolay parça anlaşılan ki o çalabiliyordu.
Neydi derdim bilmiyorum, neden o kadar içmiştim bilmiyorum o zamanlar ama genede ii gelmişti bol alkollü bünyeme bu güzel şarkı.
Evde bilgisayarım göçmüş, dün nasıl ağır yazdıysam! Bizim serconun cihazından yazıyorum şimdi, gözyaşı kokuyo çocuğun klavyesi. Duvar kağıdında hala aynı resimleri var nasıl sıvamışsa her yana, yüreğine yapıştığı gibi. İnsan gibi sevmemiş çocuk.
O da ayrılanlardan artık. Sevdiğinden severken ayrılması katmerlemiş. Bütün aşk acısı hastaları gbi o da şimdi aynı belirtileri yaşıyor ve yaşayacak.Tavanda aynı silüeti görecek geceleri, yaşlı babaannemin gözlerine inmiş katarakt gibi. Her yemekte lokmalar boğazda düğümlenecek, aç kalkılacak oturulduğu gibi. Telefon bir organ gibi yapışık olacak bedenin bir yerlerine ve titremesede titrer gibi hissedilip, teyakkuza geçilecek. Oysa çoğu yanlış alarm olacak çaldığı hissedilen yada bonustan gelen reklam mesajı.
En zayıf anı bekleyecek aciz beyin telefonla onu aramak için. Ama telefon hi-men'in kılıcı gibi havayı gösterecek en son an a dek.
Ve en ağır tecrübe yaşanacak en son anda...

Pazar, Eylül 03, 2006

nostaljici geldi

Eskiler bilir, topkapı'dan (batı istikametine doğru) sonrası surdışı diye tabir edilir, genelde anadoludan yeni göçüp gelenlerin yerleştiği yerler gözüyle bakılırdı. Gerçi bizim baba 50'ler de gelmiş İstanbul'a ama ilk evimizi surdışından almışız, orda da kalmışız. Hala da burdayım :)
Ömür yoğurtları vardı meşhur unutulmayan mekanlardan, restaurantı da vardı burda az ötemizde dururdu. Topkapı'dan incirli'ye gelene kadar oradan başka da durak yokmuş.Film platosu olarak bile kullanılmış rivayetlere göre.
Birde merter de merterlerin çiftliği varmış, Ata'dan hibe.
Şimdi orasıda mazi oldu ya neyse. Kapitalist ekonomi, ne hatıra dinledi nede nostalji. Ömürcüler verdiler sabancı'lara, hem araziyi hemde markayı bilmiyorum duymadığımız daha başka bişi var mı verdikleri?
Tabi merter de yalan oldu zamanla.
Bizim jenerasyon olduğu gibi esnaf çocuğuydu semtte, iyiydi o zamanlar esnaf olmak.
Fakir, orta halli, zengin gibi üç statü vardı ve orta hallilik esnaflıkla eşdeğerdi.
Akıllı esnaflar ev sahibi, araba sahibi oldu çocuklarını meydana çıkan kolej furyasıyla kolejlerde bile okuttu. Güzeldi o yıllar. Okulların ismi anlaşılır isimlerden oluşuyordu henüz, kolej olsa bile...
Yeni yerleşim yerleri olduğu için buralarda genelde genç nüfus hakim olup en az üçer tane salıyorlardı sokaklara meyvelerini...
Çok çocuk vardı çok oyun olduğu kadar ve kimsenin gelecek kaygısı yoktu yada biz hissetmiyorduk.
Sağın solun final zamanıydı ama bizim çevremizdekiler hep ekmek partiliydi. Gerçi bizim oturduğumuz apartmanda beni her gördüklerinde oynayan seven abiler vardı. Yıllar sonra hatta bi kaç sene evvel okuduğum bi kitaptan öğrendimki A.Çatlı ve arkadaşlarının faaliyet çalışması yaptıkları merkezmiş bizim en üst kat.
Sonra aynı dairede Yaşar Nuri Hoca oturdu. Tabi tesadüfmüydü bilmiyorum!
Onun evinde gördüğüm kadar çok kitap sadece beyazıt kütüphanesinde birde Ortadoğu gazetesi yazarı aile dostumuz N.Sevinç'in evinde gördüm.
Kitap kıskançlığım belkide bunlardan sonra oluşmuşda olabilir.Sevmiyorum kitaplarımı kimseye vermeyi, hele geri dönmemesini. Hiç bir kitabımda geri dönmemişdir ya oda başka bi mesele...
Mutlaka okuması beklenen nesildik, çünkü okutulmamışların çocuklarıydık. Umut hep gelecekdeydi yani.
Düşünüyorumda şimdi belkide dersane sektörü bile sayemizde oluşmuştu.
Atarinin henüz bizleri zehirlemediği, gazoz kapakları, misket, uzun eşşek, dokuz taş ve aklıma gelmeyen bi sürü oyunu oynadığımız enteresan zamanlardı.
Boş arsalarda yetişmiş meyve ağaçları bile vardı ve biz onlara çıkıp bişeyler yemeyi marifet sanardık; evde daha iyilerinin olmasına rağmen açıp dolabı yemezdik.
Bu ağaçlara çıkmayada "dalmak" derdik:)
Seçilmiş bahçeler vardı bizim için ve sezonun gelmesini beklerdik dalmak için... Dalınan her bahçenin bi kovalayanı olurdu, kaçmak yemek kadar zevkli gelirdi o zamanlar. Sonradan yıllar sonra bunun isminin adrenalin olduğunu öğrenecektim bu zevkli kaçışın. Sahi, adrenalin nasıl adlandırılıyordu o zamanlar? (Sonraki yıllarda komando oldum çatıştım dağlarda, sporcu oldum yarıştım, kavgalar ettim olmadık yerlerde ama bu duyguyu bir daha yaşayamadım)
Birde anadol kamyonetler vardı sanki bizim arkasına asılmamız için piyasaya sürülmüştü:)
(Kaportasının samandan oluştuğu söylenen ilginç, ilkel ama bizim üretimimiz olan bir araçtı! Atların ve katırların bu aracı yediğinide duymuşluğum vardır)
Bizde üretenleri kırmamak için asılırdık bunlara, indiğimiz zaman bizi ezmek için arkadan hızla gelen arabalar olmadığı için belkide.
Bakkal amcalar vardı her sokakta, tabelada isimlerinden farklı çağrılırdı. Ali bakkal, veli bakkal, uzak bakkal v.s.
İlkokulda en iyi arkadaşımın babası sütçüydü. Semte o süt verirdi.Süte su karıştırılabileceğini ilk o zamanlar duymuştum, yaratıcı bi fikir gbi gelmişti. Sütçü daire kapılarını yada apartman duvarlarını yazı tahtası gibi kullanırdı. Satışları orda tutardı. O zaman ne kdv vardı nede z raporu tabi:))
Yaz kış sokakta yada okulun bahçesinde top oynadıktan sonra bulduğumuz her çeşmeye yada musluğa kafamızı dayayıp kana kana su içerdik.
Gerçi ben bu tekniği kullanmazdım. Hijyeni o zamandan çözmüş olucam, musluktan avucuma dökülen suyu içmek daha akıllıca gelirdi ve o şekilde içerdim...
Maradona, pele, kaleci şumaher :) kod adarını kullanırdık top oynarken. Güzelde oynardık, mahalle maçları yapardık sürekli kolasına ama yenilsek almazdık kimseye kola, yenincede onlar bize almazdı...
Çok güzel günlerdi be...


Cumartesi, Eylül 02, 2006

cumartesim

Doğu'ya bakan pencerem, yağan yağmura müteakip göstermedi bugün bana güneşi dolayısıyla üç aydır gözümde sabah sabah patlayan düğün salonu fotoğrafçısı flaşı bugün rahat bıraktı beni.
İyi uyumuşum.
Tv keyfi yapmak bu tip kapalı havalarda çok hoşuma gidiyo.
Geçen yazılarımdan birinde bahsettiğim karate kid vardı ve sanırım ikincisiydi, seyretmemiştim.
Askerden geldiğimden beri duygusal revizyona girmiş ben bir zamanlar sadece damar ötesi Türk filimlerinde sulandırıyordum gözleri. Bugün baktımda kendime miyagi usta için bile kullanabiliyormuşum gözyaşı pınarlarımı.
Oldum olası film aptalıyım zaten, yemek seçerim film seçmem.
Ayhan Işık'ın filmelerine çok takığımdır mesela ama diğerlerinide es geçmem.
O eski filmlerin rengi bile farklı geliyo bana filmin sonuna doğru parazitlenmesi falan enteresan yani:)
80 lerdeki video filmleri çıkıp mertliği bozana kadarki filmler güzeldi.
Şimdilerde ise Ferzan Özpetek'in filmelerini çok beğeniyorum. Tanımak isterdim şahsen onu.
Bazı insanlar iki gözleri varken biriyle bile hayata doğru bakmayı beceremezken bu adam üçüncü dördüncü gözünü kullanıp farklı yerden yakalıyor bizim yakalayamadıklarımızı.

*********************************************

Gazetede bi kaç gündür bi cinayet haberi dikkatimi çekiyor.
İzmir'de dişçileri kurban seçmiş bir sapıkla ilgili.
İyiki beni yakaldınız, bir sürü randevu daha almıştım can yakmaya devam edecektim diyor at sineği.
O da Raşşan ablamın hayata kazandırdıklarından...
Aslında bir sürü konuda reform isteyen, gazete çıkarır gibi yasa çıkarmaya hazır meclis toplanıp böylesine adi suçlar işleyen insanlar için hakettikleri cezaları çekmelerini sağlıycak kanun çıkarsınlar.
Gerekiyosa idam, gerekmiyosa belli uzuvları yontsunlar.
Nede olsa Sam Amca bile uyguluyor idam cezasını, kötü bişey olsa onlar yapmazdı.
Dimi yani...
Küçüklüğümüzde anlatırdı hacca gidenler; namaz saatlerinde kuyumcular bile dükkanları açık bırakıp, kapıları kapatmadan namaza giderlermiş.
Kimsede bişeycik çalmazmış.
Sıkıysa biri girsin de çalsın.
Doğru mu yalan mı bilmem ama, inandırıcı gelmişti bana...


********************************************

Cuma, Eylül 01, 2006

İstanbul'da Trafik

İki gündür İstanbul'da azar azar yağan yağmur tam olarak yerleri ıslatmasada, araçların camlarına bir damla tanecik düşmeye görsün hatta gökyüzü sadece koyu gri olsun, şöförlerin psikolojisini bozup onların frene basmasını sağlıyor.
Kesin bu işte Pavlov'un parmağı vardır diye düşünüyorum.
Akabinde tren vagonu gibi peşi sıra frene basmak zorunda kalan diğer araçlar ve felç olmuş karayolları.
Ve o hengamede yol bonusları dediğim son yıllarda metropollerin (en azından istanbul'un) ana arterlerinde ortaya çıkan korkusuz, gözüpek, çılgın satıcılar. Bonus satıcılar:)
Özellikle çiçekçilerle göz göze gelmemek bi uğraş veriyorum.
Allah muhafaza dalmışsam, yanlışlıkla göz göze gelmişsem çiçekçiyle, yada elindeki güllere baktığımı farkettiyse ya o gülü alıcam yada arabanın yanında 1 km. yürütüp okkalı küfür yiyeceğim.
Böyle durumlarda dudak okuma alışkanlığı sadece moral bozmaya yarıyor, okumamak lazım.
Bu satıcıların müşteri bulmak adına kriterleri ne bilmiyorum ama kurtulmanın tek yolu surat asıp, öndeki arabada belirlediğin tek noktaya bakmak.
Sıkıcı oluyo sabah akşam gitmek, gelmek.
Acaba diyorum otoyollarda uzun süre direksiyon başında sıkılan sürüceler için Devlet bişey yapamazmı. Bi meşgale bi uğraş yada gönüllü yol hostesleri, küçük otomobil animatörleri olabilir.
Yada yürüyen merdiven gibi yürüyen otoban yapılsa araçlar hızla ilerlerken bizde inip sağa sola bakınsak, tükürsek etrafa:)