Salı, Aralık 18, 2007






Sabah olmasını istemediğim zamanlar da ne saatin sesini duyuyorum nede öğlen güneşini tam tepemde olmasına rağmen hissediyorum. Kalın perdeler ardında ben “yaşamak istediğim zaman” da bomboş ve umarsızca konaklıyorum.
Burada ki sessizlik sanki mermerden dört yanı kapalı soğuk ve karanlık mezar benzeri yapının tepesinde açılan delikten vücuduma yansıyan sıcacık bir ışık gibi. cezp edici ve tamamen naturel. Sihir gibi yalansız ama anlaşılmayan.

Rüyamda gördüğüm rüyada her an kalkabileceğimi söylüyorum kendime. Cevabım da gecikmiyor.
-İşte bu zamanları hiç sevmiyorum. Gözlerimi açmak gelmiyor içimden. Kaldığım yerden devam etmek, tekrar aynı karanlıkta olmak ve uçsuz rüyalarımı tekrar yönetmek için.

Mangaldaki ateşin evreleri geliyor aklıma ilk alev, alev alev, kor alev ve küllenmeye yüz tutmuş köz. Seçim yapar gibi seçtiriyorum kendime. Ve dengeler tabi. Hangi boyut hangi denge… Herkese sunulmaya hazır etim….

Cuma, Kasım 30, 2007

İnadına yazmak istedim satırın başına ardı sıra ne gelecek diye düşünmeden. Şimdi kışın gelmesi yarın da baharın gelecek olması gibi.
Nasıl olsa biri gidiyor, diğerini yaşarken. Yeri geliyor aralıkta yanıyorum ben.
Kış gibi geldin içime demeliyimmi o zaman..?

Oysa en çok temmuz'u ağustos'u çok severdim. Artık ayırt edemiyorum.

Sondurak dediğim mevsimlerin kokusunu hatırlamıyorum. Hepsi temmuz, ağustos, hepsi ayrı bir kordu, kimileri ise çok koydu.

Bazen itfaiyeciler yangın söndürmek için yangın çıkarırlar. Yangını yangınla söndürme olasılığı yüksektir vardır da fizikte ama rüzgar da senleyse. Yani yanında birşeyler olacak. Hiçbir şeyin olmazsa ve yapayalnızsa en azından şansın olacak. Şansı olanın da yangınla ne işi olur diyceksin. Haklısın... Ama ben b planımı devreye soktum.
İnadına söndüm...

Pazar, Kasım 18, 2007

Bazen insan madden yada manen kendisine ait şeylerden de tiksinir.
Kimi zaman yaptıklarından.
Kimi zamansa düşüncelerinden.
Bu listeye üretilen her türlü sıvıda dahil edilebilir.
Öyle bir şey işte, tiksinç ve mide bulandırıcı...

Çarşamba, Kasım 14, 2007

...



“Hakkari’nin Yüksekova ve Şemdinli ilçelerine, akşam saatlerinde yine askerler sevkedildi. Frenkans karıştırıcı ‘Jammer’ cihazlı askeri bir aracında eşlik ettiği 20 araçlık konvoyun geçişi sırasında yol güzergahında yoğun güvenlik önlemleri alındı. Henüz 3 aylık eğitimden sonra sınır ötesi operasyonun gerçekleştirileceği sıfır noktalara sivil minibüslerle nakledilen yaklaşık 200 askerden bazıları, kendilerini görüntülemeye çalışan gazetecilere el sallayıp, selam verdi. Minibüsteki askerlerin bazılarının ise elleri kınalı olduğu görüldü. Anadolu’da askerin eline kına yakılması bir gelenek haline geldi. Anadolu kentlerindeki bu geleneğe göre ‘kına’ olayının hikayesi şöyle: ‘Bir gün birliğini denetleyen bir komutan askerin eline kına yakıldığını görür, ona elindeki kınanın sebebini sorar. Asker şöyle cevap verir: Bizim köyde üç şey için üç yere kına yakılır. Kurbanlık hayvanın üzerine kına yakılır. Allah’a yakınlığın işareti olsun diye. Gelinin eline kına yakılır kocasına yakın olsun diye. Askerin eline kına yakılır, vatanına yakın ve kurban olsun diye.”



Bu haberi bugün bir gazete de okudum. Her zaman ki gibi en empatik hislerle ve içim sızlayarak. Düşünsenize oğlunuz, kardeşiniz yada yakın bir arkadaşınız vatanına kurban olmaya, ellerine kınalar yakarak gidiyor siz dizi seyredip bayram da nerde tatil yapsam planları yaparken..! Çok üzücü iğrenç bir duygu.

Ve,
Dün gene 5 şehit haberi geldi. Geçen haftalarda halktan gelen tepkiler, tezkere, başbakan’ın bush’la görüşmesi ve 1 ayda 50 şehit… Hepsi unutuldu.
Camlara asılan şanlı Türk bayrakları apar topar toplandı, bir gün daha fazla durmasın eskimesin diye. Sanki astıkları utanılacak bir şey. Lafa geldi mi hepimiz şehit oluruz, bizi de askere alın, gönüllü gidelim diyen kuru sıkı vatandaşlar şimdi nerdeler. Ne çabuk bitirdiniz askerciliğinizi..! Bumudur vermeniz gereken tepki?
Yazıklar olsun…


Not: Haberde geçen hikaye aslında Çanakkale savaşında geçer. KINALI ALİ'nin hikayesidir.
Anti araşatırmacı gazeticin yazdıklarıyla da alakası yoktur...

Pazartesi, Kasım 05, 2007

Notlars



Metropollerde yaşayan insanlar gelişen teknolojiyle birlikte kamu otoritesinin dışında kendi kurallarını kendileri yazıyorlar kimi zaman. Örneğin metro istasyonlarında yürüyen merdivenlerde yaşıyorum buna örnek bir olay. Nasıl mı? Yan yana sadece iki kişinin bir basamakta omuz omuza çıkabildiği bu merdivenlerde, merdivenin solundaysanız eğer arkanızdaki insanlar sizi bir şekilde sözle yada kakma yoluyla merdivenin sağ tarafına davet ediyor. Sol şerit de yürüyen merdivende “yürüyen” insanlara kalıyor. Baktım gerçekten insanlar bunu kanıksamış yürüyen merdivende “yürümek” istemeyen insanlar usulca hemen sağ tarafa yanaşıyorlar.Çok pratik ve çalışkanızdır ya; yürüyen merdivende kazanılacak 10 yada 20 saniyeyi kar sayıyoruz. İlginç hatta komik bence...

Spor salonlarında, saunada, teknede, dişçide her yerde galoş var artık. Ağızdan “yaloş” gibi çıkıyor ama buna rağmen oldukça iş görüyor. Bunları giyerken eğilip büzülürken girdiğin zahmetle birlikte kanın beyinde birikme durumu iğrenç ama artık aşınmış ve yırtık çoraplarını diğer insanlar görecek kaygısı taşımıyorlar çorap mağdurları...

Elime bir kitap aldıysam ve bu kitap kalınsa hemen arka sayfalarını okumaya başlarım. 5-10 Sayfa okuduktan sonra tekrar başa dönerim. Nasıl bir merak bu bilmiyorum, neye yaradığını da ama çocukluğumdan beri gazeteleri de böyle okurum. Arada kitapçılarda inceliyorum kitap inceleyen insanları. Yalnız değilim, biliyorum...

Eskiden horozlar vardı sadece. Sonrasında dinlere göre camii’den ezanla, kiliselerdense çanlarla uyandırıldık. Daha sonra çalar saatler çıktı galiba. Şimdiyse cep telefonları var. Ne geri kalma riski nede çalmama gibi durum söz konusu değil. Benim burada en çok hoşuma giden erteleme olayı. Kalkmam gereken saatten yarım saat daha erkenine kurup defalarca uyuyup uyanıyorum kalkmam gereken saate kadar...

İstanbul’da kurak geçen 2 seneyle oldukça su kaybımız oldu. Son aylara kadar insanlar tedirginlik içinde suyla ilgili gelişecek olayları ve akıbetlerini bekledi daha doğrusu bekledik. Yağmur tanrıları acıdı bize ve suya kavuştuk. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla barajlara dolan miktar sadece istanbul’un 3 günlük ihtiyacıymış. Ertesi günler ara ara hatrı sayılır derecede yağan yağmurlara belediye’den gelen yanıt 5 günlük daha su geldi şeklinde. Bir zamanlar halk deprem zamanında kandilli rasathanesinden önce ölçüm yapıyorlardı kendilerince. Şimdiyse duyuyorum suyla ilgili yapılan yorumları. Yağan miktara göre bir tuvaletlik anca yada akşama bir demlik çay çıkar gibi...

(Photo:Haydarpaşa'dan kadıköy. may 2007)

Çarşamba, Temmuz 25, 2007

Seçmenler uzun bir aradan sonra “erken” gelen bir seçim yüzünden gene işbaşındaydı geçtiğimiz Pazar günü.
Günlerce yapılan hazırlık ve tanıtımlar o gün son buldu.

Yani;
Caddeleri adeta dikenli tel gibi saran parti bayrakları, amatörce döşenmiş ses tesisatlı araçlar ve yollarda ellerinde broşürler dağıtan gençler o güne kadar var oldu. Devletin partilere ayırdığı ödenekle partiler bunları yaptı. Bir nevi bizim paramız bizim gözümüze seçim dalgasına sokuldu…

Ne oldu?
Aylardır muhalefet ve yandaşlarına eklenen “gazcı” basın - yayın organlarına rağmen iktidar partisi hiç kimsenin (1 kişi dışında) hatta kendisinin bile beklemediği bir sonuçla tavan yaptı. Her 2 kişiden 1’i, iktidarın yeniden var olmasını istemiş, oyunu onlara vermiş oldu böylece.
Yeniden “ak” diyen topluluğa devletin verdiği fiyatı beğenmeyen fındıkçılar, hemşerilerine artık yeter diye Antalya’lılar bile dahil oldu. Oy oranlarındaki büyük fark hiçbir çamursal faaliyetinde meydana gelmemesine sebep oldu böylece.


Toprakçılık her yerde bakii…
“Toprakçılık” argo’da, hemşehrilerin gurbette yada iç sahada diğer yabancı alternatiflere karşı desteklenmesi sahip çıkılması anlamına geliyor. Bunun örneklerini özellikle erkekler askerde görürler. Bunun yanında illegal şekilde yardım gereken her yerde de rastlanılır bir durumdur.
Bu olayı fiiliyatta 22 Temmuz seçimlerinde de gördük.
Sağ – sol mevzularında birbirini kıran illerdeki seçmenler, tanıtımlarını iyi yapacağını düşündükleri yada ülke çapında sivrilmiş (ideolojik fikirleri yüzünde öne çıkmışlardan bahsetmiyorum) isimler için tek ses olmakta ve bu sayede bağımsız bir aday tek başına partileri ezip geçmekte. Buna en iyi örnek Rize ve Elazığ seçmenlerinin meclise gönderdiği milletvekilleridir. Önceki seçimlerde ise bu imece (hatırladıklarım) Malatya, Trabzon ve Kayseri’de görülmüştür.
Mantığı olmayan, doğruları ortaya çıkmamış takım tutan fanatik bir taraftar gibi koca bir kentin sadece tanınmış olduğu için bir ismi meclise sokması… Bize mahsus bişeydir bu da sanırım…

Geçtiğimiz aylarda;
Onca miting yapıldı “Cumhuriyet”e sahip çıkmak adına. 70-80 milyonluk ülkemden binlerce insan Al Bayrağımızla meydanlara koştu. Marşlar söylendi, vatanın tehlike altında olduğu uyanmaları gerektiği ve de bu gidişe bir dur denilmesi gerektiği söylendi durdu. Birkaç kanal bu mitinglerin resmi organı, birkaç sol parti ve bir grup aydın “modern” de genel kurulunu oluşturdu.
Olaylara objektif bakamayan dolayısıyla da doğru şekilde yorumlayamayan insanlar kendilerini bir tarafa dahil etmek zorunda kaldılar. Zorunda kalmaları tamamen kendilerinden dolayı tabi. Kimse kimseyi bir taraf olmasına zorlamadı, zorlayamazda elbet. Fakat taraf olma huyumuz meşhurdur.Daha düne kadar Türk halkı, Tülin ve Caner diye ikiye bölünmüş, en büyük gazetelerde Tülin ve Caner’i manşet olmuştu. Hey gidi hey…

Gelelim bugüne…
Aynı şartlarda yaşamaya devam ediyorum, mitinglere katılan arkadaşlarım gibi. O zaman da korkmuyordum, şimdi de. Al Bayrağımız da olması gereken yerde, yani her şey yerli yerinde, olması gerektiği gibi.

Salı, Temmuz 17, 2007

Sıcağım…
Kendi suyumda yanıyorum.
Yandıkça karadan, karalardan uzaklaşıyorum.
Adı konmamış bir hastalık gibi reddediyor bünye ürettiğim tüm çareleri.
Ne yana dönsem temmuz sıcağı ensemde.
Bekliyorum...
Birde ne beklediğimi bilsem...

Cuma, Haziran 29, 2007

Rüyalarımda ne kuş, kelebek nede kadın yada kadınlarla ilgili şeyler görmedim bu zamana dek. Hep bir kovalamaca ve atraksion içindeydim. Kaç kez vuruldum,kaç kez öldüm, kaç cinayet işledim ben sayısını bilmiyorum. Bunun yanında çatışmalar, uçurumlarda yaşadığım garip varyasyonlar uzağımda olmadı, bizzat başroldeydim.
O yüzden normal insanların kabus dedikleri şey benim rüyalarım oldu.

Ve rüyamda ters birşeyler olmadığı zaman korkmaya başladım günlük hayatta tersine bişeyler çıkacak diye. Buda nerden ortaya çıktığını bilmediğim “rüyalar tersine çıkar” yüzünden. Hurafe olmuş resmen. Birde “kan çıkmışmıydı” çok sorulur. Alacağım cevap moralimi bozmasın diye hep duymak istedikleri cevabı onlara vermiş bende duymak istediği cevabı onlarda almışımdır ki bir sonraki korkutucu aşama gerçekleşmesin, başıma gelmesin diye.

Araştırmadımmı; araştırdım elbet dipte neler var diye fakat sağlıklı bir cevap kimse veremedi bana. Şiddetle yakından uzakdan alakası olmayan çok sevdiğim bilinçaltıma çamur atmaya kalktılar ve haliyle bu tez bana inandırıcı gelmedi.

Çarşamba, Haziran 27, 2007

Ortada bir yerlerde olmalı ısı; ne fazla nede eksik. Zırt pırt inip çıkarak dengemizi de bozmamalı. Rölantide olmalı hava sıcaklığı, hayat da. Sakin bir hayat yaşamak için ekvator’a gitmemek gerek.

Cumartesi, Haziran 09, 2007

Kınalı kuzular ölmesin

Gün geçmiyor ki yeni bir kınalı kuzunun kötü haberi gelmesin…
Gün geçmiyor ki camii avlularından şehit yakınlarının feryatları yükselmesin göğe.
Dün Antep, Kırıkkale, Osmaniye ve Ankara’dan cennete uğurlandı şehitlerimiz. Binlerce Türk’ün katıldığı yürek dağlayan törenlerle, dualarla yolculandılar.
Şehitlik mertebesi ölümlerin en güzeli, en kutsalı olsa da gelin bunu siz bir de kendisine doyamamış karısına ve anasına anlatın. Yok öyle bir şey. Vatanımıza can feda ama genç ölümler beter ediyor hepimizi.
İçi yanıyor insanın; en taş kalplisinin gözlerinden sicim gibi yaş dökülüyor bu manzaralar karşısında.

Dünü, bugünü sorguluyorum kendimce. Eşkıya örgütünün kuruluş tarihleri belli. Neden ortaya çıktıkları ve kimlerden destek aldıkları da. Hatta kimlerden destek alacakları da.
Kurtuluş savaşında milletlere, en büyük (!) lere karşı bile eğilmemiş, yenilmemiş bir ordu, neden şimdi böylesine etkisiz ve de neden 25 yıldır sonlandırılamıyor benim bir türlü aklım almıyor.

Düşündükçe siniri bozuluyor insanın. Örneğin terörist başı odtü’de okurken, o ve yandaşları tarafından bu çetenin temelleri atılırken istihbaratımız nerdeymiş. Neden fark edilememiş . Neden yılanın başı küçükken ezilememiş.
Görevini doğru yapamamış her otorite personelinin; o şehit anası yüce insanların beddualarından payları vardır. Yüce şehitlerimizin 20 yaşında bu dünyadan vatanları için göçüp gitmeleri gibi. Görevini eksik yapan birileri yüzünden yada mani olabilecekken bu savaşa durup seyirci kalınarak gencecik insanların “ŞEHİT” olarak ölmesine göz yummak ne kadar doğrudur.

Ateş düştüğü yeri yakıyor. Bazılarının ayması için umarım yakınlarına ateş düşmesi gerekmez.

Pazartesi, Haziran 04, 2007

Sahte Ok

Tanıdığım bütün kumarbazlar kendilerine göre en iyilerdi. Hiçbiri kaybettiği zaman, “ben bu defa kaybettim” diyemediler. Hep bir bahaneleri yada masalarında çamur atacak birileri vardı. Çok zeki olduklarını düşünüp etrafındakileri de küçümsemek alışkanlarıydı adeta. Parayı kazanmak için kaybetmenin riskine girmek, ayrı bir “stepne” unsuruydu onlar için ve de yerden 5-10 cm daha yukarda yaşamaları daha doğrusu kendilerini öyle hissetmeleri anlamına geliyordu bu.

Ne poker suratlılar gördüm aslında yüzlerinde ayna olan ve de ne hırsızlar; kendilerini hokkabaz zanneden.

Kendilerini kale zannedenler hiç ummadıklarını anda hayatın rest demesiyle yıkıldılar, daha da yıkılacaklar.

Oynatıcı hep kazanır, blöf yapmaz. Kaybedecekler de zaten masaya oturduklarında kaybetmişlerdir.

Perşembe, Mayıs 31, 2007

"sen"

Bir su gibi hissediyorsan kendini , her kaba girmende muhtemel gerçekler arasında yer alıyor, kuşkusuz .
Akıyorsan yatağını buluyorsun ama hava şartlarına karşı tedbirliysen.
Örneğin aşırı soğukta donarsın. Donarsan da yolda kalırsın. Sıcak hava da ortalıkta olursan buharlaşır, sonrasında ipi kopmuş uçurtma gibi uçar gidersin.
Bilmediğin gerçekler değildi bunlar oysa. Hep antrenmanlı ve tetiktin, iyi de aktığını düşünmüştüm, referanslarla birlikte.
Nasıl hissiyata sahiptin, lopların işleyişinde nasıl bir sorun vardı bilinmez...

Ve sen kendini buharlaştırdın şubat ayazında...
Düşünülmedik bir anda başrol verdiğim oyuncum buharlaştı aniden.

İsmini hatırlayamadığım bulutlar seni getirmeye yetmedi.
Tekrar geri dönesin diye edilen dualarla göğe açılan eller yağdırmaya yetmedi bulutlarda seni.
Ta ki fırtnıyla gelen küçük kızların gözyaşlarında görene dek .

Cumartesi, Mayıs 26, 2007

Magnet teşekkürler

Kokunu iliştirsen rüzgarların ucuna telgraf yapsan;
Uçurtmamla yakalasam güleryüzlü bir akşamüstü.
Çayıma karıştıracağın şekerlerin gibi kanıksayarak kavuşmak,
Bir bebenin ilk “an ne” demesi gibi heyecanla ismini kulaklarına fısıldamak...
Kollarımla seni sımsıkı kucaklamak istiyorum;
Güleryüzlü bir akşamüstü

Yüreğine sağlık

Perşembe, Mayıs 17, 2007

kendi kendine konuşmaktır aşk (cezmi ersöz)

Aynı şehirde yaşamak, aynı havayı solumak, aynı güneşle uyanıp ayrı hayatları yaşamanın ne anlama geldiğini bilmek istemez kimse; haklı olarak.
Sende istemezdin.
Hatasından ders almamış küçük bir mahkuma verilen ceza yanında özne’de ödüyo işte faturayı, dışarıda olsa dahi nefes alıp verdiği her dakika da.
Yokluğun madden en ağır ceza olduğunu başına vura vura öğrenirsin...
Yetmez ki geçmişde kalan uzak ve hatta artık dışarıda kalmış hatıralar...
Rüyalar, hayaller, yaşanılanlar bir yere kadar. Kanlı canlı karşında olmadıktan sonra. Yemeğe çalıştığın her lokma da silüteni kesmeye çalışırsın, kesmeye hasret kalmış kör bir bıçakla...
Şarkılar sana söylenir, hızını alamaz savrulursun pilini bitirdiğin mekanik bir saatin içinde.
Sabır türküleri okunsa da kulağına, bilirsin bunları halbuki ama içinde büyümeyen kız çocuğu bunu bilmez, bilemez.
Sanrılarla yaşamaya alışmak, hayatı idame ettirmek, susuz akvaryumda sırtüstü yüzmekmiş meğer değil mi?
Sadece eski bir çığlık kalmış geriye senden ve davetsizce gelen gizli telefon tacizleri...

Çarşamba, Mayıs 16, 2007

Bugün saçlarımı kestirdim, her zamankinden biraz daha fazla.
Kuaförümde bir çocukla karşılaştım avukat. kaza geçirmiş, trafikte yayayken araba çarpmış ve beli kırılmış. Dev bir korse giyiyor, robocop elbisesi gibi. kötü hissettim kendimi onu öyle görünce. Sorular sormak istedim, üzülmüştüm ama gene de toparlayamadım cümlelerimi kafamda. Böyle durumlarda enteresan sorular soruyorum o durumdaki insanlara (genelde bir şekilde ezilmişlere) ve kendilerini motive edici cevapları kendi ağızlarından almayı başarıyorum. Erkek yada kadın fark etmez "güçlü benliği" uyandırıyorum içlerindeki. Olsa da olmasa da bir şeyleri kıpırdanıyor.

Telefonum çalmıştı saçlarımı kesilirken, bir şeyler yazmıştım orda bulduğum bir kağıda. Çıkarken unutmuşum. Kazazede çocuk notlarınızı unuttunuz dedi. Telefonuma yüklemiştim oysa notu ama gene de bir şekilde konuşmuş olmak sanki bana iyi gelecekti onunla.. Teşekkür ettim, o da gülümsedi.

Cildim kolay tahrip olmaz, çok hassas değildir fakat nedense her kuaför çıkışı yüzümün elmacık kısmı kıpkırmızı olur, yolda yürürken herkes bana bakıyormuş gibi hissederim, utanırımda. Sanki bir kusurmuş gibi; istememde insanların bana dikkatli dikkatli bakmalarını. Ben gene bu şekilde düşünüp yolda yürüyorken eski bir arkadaşımı gördüm zannettim. Oymuş, yanılmamışım. Bir beyaz eşya dükkanın önünde karşı karşıya geldik, öpüştük. Dar bir pantolon ve üzerine kolsuz bir body giymiş, giydikleriyle de oldukça da zayıflamış görünüyordu. Yüzündeki kemikler belirgin bir hal almış, karnında ise garip bir şişlik vardı. Hamile misin diyemedim çünkü o kiloyla hamile olunamazdı.Acaba bir rahatsızlığımı var yoksa ur,kist gibi bir şey mi var diye düşünürken ben evlendim diyiverdi. Hamileymiş.
Gül ağacında portakal gibi durmuştu çok şaşırdım...
İlk kez böyle bir gebelik gördüm, sanki binlerce gebe görmüşüm gibi...

Pazar, Mayıs 13, 2007

Havalar henüz yeterince ısınmadı, karpuz kabuğu da henüz denize düşmedi fakat ben üşüsem hatta titresem de hafta sonları teknede kalmayı seviyorum.
Bilinçaltından gelen telkinden midir yoksa başka bir durumdan mı bilmiyorum ama sanırım dalgalarla oluşan sallantı “beşik”i hatırlatıyor ve saatlerce sallanmak istiyorum; bir bebenin anasının ayaklarında sallanması gibi.
Sallanıyorum da, biberonumda kirlibeyaz soğuk sıvıyla.
Bunun yanında neden denizcilerin kirlibeyazla barışık olduğunu bizzat yaşayarak öğreniyorum. İstikrarımdan dolayı kısa bir süre sonra da daha iyi bir öğrenci olacağım da muhakkak.

Bugün öğleden sonra daldım gittim, yalnızdım bir süre.
Eriği tuttum, sonra çiğköfteyi, sonra yelkenliyi ve Tamer’i ve çarptım hepsini… Adın çıktı ama gene bir eksik vardı.

Cuma, Mayıs 11, 2007

Duraksadım…
Kendi eksenimde dönüp şaşkınca etrafıma bakınmaya başladım.
Sanki ışınlanmışım yada bilmediğim bir yerlerde bilincim formatlanıp dışarı salıverilmişim gibi bir hisse kapıldım.
Acaba ne kadar zamandır önüme bakmadan yürüyordum..!
Siyah beyaz adımlarla…

Pazar, Mayıs 06, 2007

Zamanında gelmesi gereken beklediğim ne varsa aslında zamansız gelmesi yada gelmemesi kadar da sindirmiş olduğumdan sürpriz yaşıyorum bir anda karşımda gördüğümde. Oysa sürprizleri hiç sevemedim ben; sonunda “Sürpriz yapmak istemiştim ” le biten cümleler olduğundan belki de. Bunla beraber mutlu edeni de denk gelmedi yaşamadım hatırladığım kadarıyla ve sürpriz kelimesini duyunca antipati katsayım oldum olası hep tavan yapar.

Sevmiyorum...

Perşembe, Mayıs 03, 2007

Telefonumda rüya görmeye başlamış.
Aranmayı bekler gibi aranıyor, aramak için.
Duymadığı şeyleri dinledi dün gece, şahidiyim.

Bir nefes uzakta ama galaksiler var kapsama alanları arasında, görmediği rüyaları düşünür gibi…
9 ay olmuş son çocuk öleli, en küçük olan.
En son zehrin, en pis gecenin sabahı. Ağıtları ve acısı hiç dindirilemeyecek.

Cumartesi, Nisan 28, 2007

Göz kapaklarım, yağlanmaya hasret kalmış kırk yıllık bir bakkalın kepengi gibi her açılıp kapandığında, birkaç milim parçamı “göz”üm den çalıyor.
Daha farklı bir bakış açısı getireceğini kendime empoze etsem de aslında fayda yerine zarar ettiğimin farkındayım.
Görmeden yaşamanın ne olduğunu bilemem ama görüp de görmeyen gözün nasıl gördüğünü sanırım iyi biliyorum...

Ekipte unuttuğum tüm rüzgarlar, fırtına yerine kasırga olarak geri geliyor düşsel tarlalarımdan...

Böyle anlaşmamıştık oysa.



Perşembe, Nisan 26, 2007

Görüşücez

Yaptığım yada yapamadıklarım bir zamandan sonra sadece tarihte "geçmiş" diye niteleyip saklanması gereken yerlerine yerleştiriyorum. İyi olanları "anı", kötü olanları ise hatırlamıyorum bile. Sanırım bu bir şekilde fermante olup belkide mutasyona uğruyor ve tecrübe halinde yerleşiyor belleğime.Bodrum'da geçirdiğim günlerde de bu garipliği yaşadım, diğer yıllarda rastlamadığım çok da ayrı bir hoş havayı soludum; güneşin yeni yeni parıldadağı, çok sevdiğim eriğin tozuyla, çamuruyla tadına baktığım bu keyifli tatilde. Meğer ne kadar da açmışız bakir doğada öylece bir başımıza kalmaya, etrafta sadece martılar ve uçsuz bucaksız deniz varken. Düşünecek hiç bir sıkıntı dert ve tasa olmaması da cabası tabi. Ne borsa, ne seçimler nede başka birşey. Kitap bile almadım yanıma üstelik, öylesine bomboş dingin bir sürecin tadını yaşadık.
Aylar önce yazdığım bir yazımda “darbeli kadınlardan” ve onlarla birlikte ortaya çıkan sinerjiden bahsetmiştim. Ege’de, yağmurlu ve gri bir gökyüzü altında, rüzgarın yelpaze dalgası gibi yüze çarptığı büyükçe bir teknede aynı olay yaşlı bir denizciyle tekerrür etti. Çekildik...
Kısa bir tanışmadan ve karşılıklı retina teyidi alındıktan sonra gönül kapıları ardına dek açıldı, dalmışız.
Bir süre sonra bulunduğumuz ortamdan madden uzaklaşan tatlı ihtiyar bana yaşadıklarını anlatırken içki içmekten çatallaşmış sesiyle, adeta geçmişe geri döndü, gözleri takılmak üzere bir kara parçası yada herhangi bir şey ararken. Anlattıklarında hep kendimi bir yere koydum, farklı bir hayatta aynı rolleri oynayan iki yabancı olmamıza rağmen.
Etkilenmedim desem yalan söylerim, söyledikleri halen zihnimde eko yapıp pinpon topu gibi çarpıp duruyor,düşündürüyor.

“Geçip gittin hayatımdan, sanki karabulut geçti.
Sen yokkende geçti zaman; ama beni ezip geçti”...

Kelimeler kifayetsiz denir ama genelde yalan söylenir.
Kendi yazdığı şiirden hatırladığım, aklımda kalan bu iki satır da aklımdan çıkmayan minik gözleri ve bu cümlelerin üzerine düşmüş koyu bir gölge...

Görüşücez...

Salı, Nisan 17, 2007

Ege beni çağırmış

Henüz sıcaklığını üzerimde hissetmediğim, günleri ısıtan aynı zamanda uzatan yalancı bir güneş var gökyüzünde. Asli görevinden bi haber olduğunu düşünüyorum, anlamını kaybetmiş belkide onun da formatlanmaya ihtiyacı var, ki sergilediği “performans” sergilenmesi gereken değil bana göre.
Tezat, üşümeyide unuttum uzun zamandır, kalın giyeceklere elim uzanmadı gene ve gene bu yalancı kışta, ince eskilerle geçiverdi, zemheri bile.

Kent geceleri git gide fark edilir şekilde sessizleşiyor. İnsanlar daha erken giriyorlar evlerine. Annelerin akşam olunca zorla eve soktuğu çocuklar bile boyun eğmişler kendilerinden daha asi ebeveynlerine, sessizler...
Sessizlik, küçükken izlediğim kovboy filmlerini getiriyor aklıma. 3-4 atlı kovboyun terk edilmiş görüntüsü verilmiş kasabanın meydanında kirli sakallı, şüpheci kısık gözlerle etraflarına baktılarını hatırlıyorum ve çatlamış kuru topraklarda takırdayarak yankılanan nal seslerini. Bu sessizlik barın üst katından birinin silahla ortaya çıkmasına kadar sürerdi. Bir şekilde kovboyların tartışılmaz galibiyetiyle sona ererdi.

Melankoli kokusu fena itiyor beni, sessizlik gibi. Kendimce aldığım önlemleri tatbik etmekde pek başarılı olduğumu düşünüyorum. Bu uğurda bedenimi yormakdan büyük haz alıyorum. Başka bir şey düşünmeyi önlediği gibi ilerleyen yaşın kaybettirdiklerinide geri getirdiğini görmek yemek sonrası “afiyet olsun” gibi oluyor. Oluyor.

Yarın güneşe doğru araba süreceğim. Ege’nin en güneyine, ait olduğumu hissettiğim beni çeken yerlere, en sevdiğim şekilde hiç durmadan yolculuk yapacağım.
Ege beni çağırmış, tamer’le birlikte.

Çarşamba, Nisan 11, 2007

Döndüm

Birikmiş mektuplarımı okuyordum bir kaç gündür...
Teknik sorunlardan yazı yazamamamın suçunu farklı nedenlerde aramış çoğu sanal takipçim.
Belirttiğim gibi sadece teknik neden, başka bir durum söz konusu değil.

Yazmaya devam...

Cuma, Mart 23, 2007

blablarino

Kardan kapanmış dağ yolları,

güneşle beraber çamurlu yüzünü göstermeye başlıyor yavaş yavaş.

Bunun sonrası, yani ikinci aşama kuruyan topraklar. Hemen ardındansa çatlayan.

Çıkamazsın işin içinden.

Çarşamba, Mart 21, 2007

DÖNDÜM

Vakti zamanında masterımızı yaptığımız güneydoğu’da, hayatımızı idame ettirmek, idame etmemesi gereken hayatlarıda sistem dışı bir hale getirmek için, rengarenk(!) ve birbirine hiç benzemeyen, normali anormallaştiren dağlara çıkmak zorunda kaldım. İrili ufaklı tepeler gördüm, hayalini bile kuramayacağım anılar biriktirdim peşi sıra. Atılan her adım bacak adalelerine yansıdığı kadar gönül defterimize de yazıldı bir yandan, yazılmaması gerekenler dışında vede iyi-kötü tecrübe olarak da yaşamsal alanımıza kaydoldu bir şekilde.

Tualimde ne renkti tam anlamıyla bilmiyorum o zamanlar “kahverengi” olarak algıladığım ve kullandığım zamanı, şimdiyse terimizle beraber içimizi, acımızı akıttığımız o yüksek dağlar bana “beyaz”ı dolayısıyla özgürlüğü, müthiş bir ruh dinginliğini pompalıyor. Özlüyorum...

Yurdum dağları genelde isimlerini bulunduğu bölgeden alır hatta tüm dünyadakiler.Göl ve deniz isimleri gibi. Ordakiler farklıydı ama. Kızılderililerin çocuklarına isim koymalarına benzetiyordum; çocuk nasıl ilk yaptığı gerçek faaliyetle isimleniyorsa, bu kara parçası üzerindede öyle bir olay olması gerekiyordu. Yani üzerinde oluşmuş bir silüet, orada öldürülmüş bir hayvan yada birilerinin gözüne farklı gelmiş kar tepeciği bile oranın isminin konulmasına yeterli olmuş, dilden dilede öyle geçmiş ve geçecekte.

Benim asıl dikkatimi çeken isimlendirilmeyen, rakımıyla zikredilen yalnız dağlar. Kendi halinde ve silik bir mahkum gibi yaşayan dağlar ve tepeler.

Koordinatlar verilip intikale çıkılınca, yani adres tayin edilince, atıyorum 2109 rakımlı tepeye çıkılacak dendiği zaman içimi bir tuhaflık kaplardı.
İstanbul’un kendi halinde insanlarının yaşadığı merkeze yakın bir mahalede yapayalnız yaşayan yaşlı kadınlar aklıma gelirdi nedense. Hiç çocuğu olmamış, belki de hiç evlenememiş. Sadece “teyze” diye çağırılan. Silik bir hayat, hikayesi ne olursa olsun.


Ayşe’nin annesi yada mehmet’in annesi diye çağrılmak yerine, ikinci katta oturan yaşlı kadın olmak can acıtıcı. Kötü bir şey olmalı böylesine bir yalnızlık, yalnız olmak, yalnız kalmak. Belki de yalancı yalnızlıklar...

Salı, Mart 06, 2007

Gereksiz alınganlığa lüzum yok

Aynı fırtınaya ikinci kez yakalanmış bir deniz aşığının ne yaşadığını ancak teknesi ve kendisi bilir. Karada bekleyen insanlar güvende ve sıcak evlerindeyken, hangi dalganın nereyi yaraladığını bilemez, anca kötü bir rüya görürlerse bunu hayra yormayıp acabayla başlayan cümleleri peşi sıra dizerler, uykudan uyanmış terli vücutlarının üzerine.

Birinci fırtına doğaldır tabiatta, ikinciye yakalanırsan kadermiş der geçip gitmeye çalışırsın. Peki üçüncü hatta dördüncü fırtınaya garip teknenle aynı denizde, aynı şartlarda yakalanmak akıl işimidir diye sorsalar verilecek cevap bulunamaz sanırım; cesurluk yada enayilik dışında. Çünkü anlaşılır gibi değil doğaya karşı şartları değiştirmeden savaşmak. İçindeki cesaret, yaşanan hezimet fotosenteziyle bi şekilde enayiliğe dönüşüyor, verilen mücadelenin hiç bir anlamı kalmıyor.

İnsanoğlunun dünyada varolmasıyla birlikte “hırs”da türeyivermiş adeta mantar gibi. Ego yada komplexle biçimlensede hırs hep aynı hırs. Yenik düşmeye mahkum bir kitlede hep varolmuş. Kıskançlık da cabası.
Genetikle uğraşsaydım eğer tüm zamanımı kıskançlığa hangi genin sebep olduğunu bulmaya çalışırdım eminim. Bu garip virüs daha küçükken başı ezilirse uzunca bir yolun çok az bir zayiatla kat edileceği kesin. Düşününce ne çok başım ağrımış bu illetten.
Çok sevdiğim erik’ten bile kıskanılmak, kişinin kendisini bir meyveyle kıyaslaması uzaktan komik geliyor..! Hayallerimden, sevdiğim sanatçıdan, arkadaşlarımdan ve şimdi yazdıklarımdan bile kıskanılıyorum... Birayla tuzlu fıstıkda yolda yarın onlarda listeye girmek için.

Karadakine ne kadar da saçma geliyor oysa bu denizlerdeki fırtına fakat bizzat bu konular için teşvik-i mesai yapılmış kimbilir ne kadar nefes tüketilmiş limanlarımda fakat karaktere oturmuş belirgin hatlar tornaya bile sokulsa değişmiyor, kişi bildiğini okuyor bununla beraber ilişki bitip, duygular zamanla körelip ortadan kalktıktan sonra ki yirmiyıl içerisinde gülmek için iyi bir malzeme oluyor.

Dipsiz kuyu anlıyacağınız
...

Çarşamba, Şubat 28, 2007

"Öyle yada böyle, 31 sene önce bugünle yarın arasında doğmuşum ben"

Sakin sakin esti rüzgar hep ardımdan, anca yürütecek kadardı. Ne uçurdu ne düşürdü. Hep rölantide, hala da öyle. Savrulmayı öğrenmedik zaten hengamede, başımızı yaslayacak omuzu hep doğru bildik, başını yaslayanları da!
Aslan gibi çocukluk, türlü oyunlar Ali cengiz'le beraber.

İlk aşkım Esra:) üç sene onun peşinde ilkokul bitti ve hiç konuşamadan. Hey gidi, sabretmeyi o öğretti bana farkında bile olamadan, neye yaradıysa...

Kinciliğim tanıdığım ilkkanıbozuktan 'dan ilk öğretmenimden hatıra kaldı arada, nasıl işkence edilir bizde öğrendi, bizde şiddeti kanıksamayı sanırım.
Sonrasında küçük bir adım daha , ilk kravatımı takmak için. Arda arda gülerek geçen yıllar, arka cebimde ıstakam...
İlk para kazanışım, koşarak tahtakaleye gidişim ve sony walkmanim, hala "dolabımın demirbaşı".
Ahmet Kaya, top, club ve her daim spor...
Dinledim, oynadım, dans ettim ve dövüştüm...
Çiğköfte'ye döndü hayat, hem acı hem tatlı hemde ekşili. Biraz cıvırsa tadı kaçıyor, göz kararımız karakterimiz, çünkü anayasamız.

Çeşit çeşit kız isimleri serpiştirdim üzerime;hepsi ayrı bir beste, kemanımdan çıkmış belkide kemanıma yapışmış hala nağmeleri kulağımda...
Arada değer verdiğim kaybettiklerim, gözyaşlarımla beraber.

Hızlanma şeridine girmişiz farkında olmadan, 2'yle başlayan rakamlarla beraber.
Gülümsemeyi azaltmışız hızımıza paralel, çok yol almışız ama nereye varmışız , bir türlü farkına varamamışız..!

Öyle yada böyle beyazlar bir bir çoğalmış, çizgiler belirginleşmek için tetikte, bense durumun kritikliğiyle derin esefteyim desem; yalan söylerim şimdiden...

Yarını hissedebiliyorum hiç hissetmediğim kadar. Dökülecek yaprakları, meyve verecek ağaçları görüyorum. Alıyorum ışığı doğu'dan, gönderiyorum batı'ya...

Öyle yada böyle, 31 sene önce bugünle yarın arasında doğmuşum ben...
"İyiki doğmuşmuyum, iyiki doğmasaymışım ben bilmiyorum".

Cuma, Şubat 23, 2007

"At sinekleri"


Bu hafta - yedi gün içerisinde üç tane takma gözlü adam gördüm. Birde dvd'de seyrettiğim eski bir filmdeki takma gözlü adamı sayarsam dört oluyor. Neden bilmiyorum ama garip birşeyler olacak bu sıralar diye düşündüm. Tetikteyim ama hala bir şey olmadı :)
Enteresan bir görüntü aslında gözlerden birinin ifadesiz durması. Biraz dikkatli bakınca hangi gözün gerçek olduğunu karıştırıyor insan ve dahada dikkatli bakmak istiyorsun, bu seferde karşınızdaki insanı rahatsız edeceğini düşünerek ben napıyorum yada banane diyip kafanı çeviriyorsun...

Sabahları şirketin servisine doğru yürürken çevredeki liselere dağılmak üzere, üzerime gelen onlarca lise öğrencisiyle karşılaşıyorum her sabah. Bir iki derken iyice dikkatimi çeker oldular çocuklar kılık kıyafetleriyle kısaca imajlarıyla diyim. Lacivert ceket, mavi gömlek ve gri pantalon kombinasyonuna neler eklenmemişki. Gömlek içlerinde rengarenk gömlekler, ayaklarda oldukça zevkle tercih edilmiş spor ayakkabılar, saçlar tarif edemeyeceğim kadar yaratıcı şekillerle bezenmiş ve jöleyle beslenmiş şekilde okullarına yürüyor genç liseliler.
Sanki italya'da bir caddede karşılaşdığım insanlar bunlar.
Kıskanmak demeyimde gıpta etmiyorum desem yalan söylerim.
Bizim zamanımızda şöyleydi geyiğine girmiycem çünkü bizim zamanımızda herşey yasaktı.

Aferin çocuklar aşın kendinizi, bildiğiniz yolda devam...

"At sinekleri"
Şu ambulansların arkasına arabaşarıyla takılan yedi aylık şöförleri, atın g.tünde uçuşan sineklere benzetiyorum. Acayip bir şekilde sinirlerimi bozuyorlar ve ne yazıkki eldende birşey gelmiyor onları ambulansların arkasından ayırmak adına. Nefret bir durum. Aslında ben bi kaç proje düşündüm ama olurmu bilmem. Örneğin ambulansın arkasından fırlatılıp öncama yapışacak mide bulandırıcı bişey olabilir. Dışkı, yumurta v.s.

Satırlarıma son verirken burda, arabamın üstüne adını altın harflerle kazıyan arkadaşıma teşekkür ediyorum. Sağol...

ilkers

Salı, Şubat 20, 2007

Yani...


Şiirlerim kadar uzakdı gülüşün.
Yapraklarına bir sonraki baharda ulaşacak ağaç ümitli,
Ama,
Bir daha hiç okşanıp koklanmayacak saçının telleri gündüzü yakalamak için rapunzel.
Bak gene soğudu hava,
Arkasından ne gelecek biliyor tüm iyi niyetli çocuklar.
Ve sanırım,
Yetmiyor artık güneşin sesi, yetişmiyor acemi duygulara...
Ne kadar kaşarlansada hayatın,
Bir yerden sonra kaşarda bozuluyor...






















Salı, Şubat 13, 2007

14 Şubat mı, senin günün mü?

Gecikmiş talihle, tarihi tarih yapan rakamlar seninle anlamlandı,
Sevmediklerimi sever oldum yanın sıra;
Ve,
Bir misyonu var artık topraktan çıkan sarı bitkilerin...
Ayın 14'ü olmuş Şubat'a yansımışsın,
Bence haziran güneşi, en değerli sarı papatyamsın...


Çarşamba, Şubat 07, 2007

Ey hayat, senin bana hala borcun var..!

Yatağımdan erkenden kalkıp, önce sağ ayağımı yere basmışım. Dışarı çıkıp yapmam gerekenleri yapmış yanı sıra yapmamam gerekenleride yapmışım olumlu yönde. Derken hiç ummadığım bir anda, ben ödül beklerken dört gözle; nerden çıktı, nasıl çıktığını görmediğim, kahpece saldırıya uğramışım. Sol elimi "akrep" sokmuş.
Mağdur olmuşum, bir canım gitmiş bağıra bağıra...

İçimi paylaştığım, gençliğimin ortağı, kadeh vuruşturduğum, mezem ve sesiyle boşlukta asıldığım; çok hastaymış. Yıldızlar beni bekler diyor tebessümle. Elimi sıkmak, son isteği buymuş gibi uzanıp beni öpmek istiyor göz yaşlarımdan. Hiç düşünmek istemediklerimi düşünmek zorunda kalıyorum.
Kangren olmuşum. Doktorlar başıma toplanmış keseceğiz diyorlar illa bacağını. Yok durun diyorum kesmeyin, ben bacaksız ne yaparım. Onlarsa olmaz kesmek zorundayız, yoksa sadece bir bacağın değil tüm bedenin telef olacak diyorlar. Ya bir "parçan" yada hayatın. Öyle zor bir dönemeçte yapayalnız kalıyorsun, bırakıveriyorlar seni bir başına. Verilecek cevap belli, ağlasanda ağlamasanda plaj şemsiyesi hazır ellerinde ya açılacak yada açılacak.

En sevdiğin şarkıcının ölüp, yeni ezgilerine hasret kalacak olmak ne kötü değil mi!
Yerine yenisini koyabilmek için uğraşmak. Bu zamana kadar ürettikleriyle idare edebilmek hatta bunun için bilinçaltının senden habersiz uğraşması.
Kulak kolay kabullenmiyor yeni bir sesi, mide gibi arsız, "midesiz" değil. Her önüne geleni yemiyor, seçiyor, eliyor yeri geldimi, dur demeyi iyi biliyor ve alıştığından vazgeçmeyi hiç ama hiç iyi bilmiyor.
Aslında bencillik yapmak istiyorum bu durumdada. Kendimi alacağıma şartlayıp, "acaba" demeyip siyah oksijen soluyacağını tahmin ettiğim, cennet yada diğeri diye adlandıramadığım, sırat ona da açılacak mı diye anlamsızca düşüncelerimle paylaşıp kendi cevabımı alıyorum soruma.

Hayat,
"Ben" demişim çünkü hem başta hemde sonda ama senin bana hala bir borcun var..!

Salı, Şubat 06, 2007

Abant'dan manzaralar

Haftasonu aşağıda resimlerdende görüleceği üzere abant'daydık.



 

 

 

 
Posted by Picasa
 

 

 

Çarşamba, Ocak 31, 2007

Hicaz çalıyorum, gökyüzü gri

Türlü mücadeleler ve kendime ettiğim onca işkenceden sonra, dün gece tüm şehir uyurken sessiz sessiz girdim apartmanınıza; parmaklarımın ucunda çıkıverdim merdivenleri usulca, bir hırsız gibi. O kadar emindimki beni bekleyen bir anahtarın kapının önündeki paspasın altında olduğuna..!
Ama yoktu...
O an miladım oldu. Sanırım öldüm. Beklentilerim fena patladı içimde, paramparça oldum. Şaşkınlıkla beraber kaybolan hızlı düşünüp kara verebilme yetim otokontrolünü kaybedince hıçkırıklarım devreye giriverdi. Ne yapacağımı bilemedim o esnada ve anlamadığım daha doğrusu anlamlandıramadığım şeyler bir anda olmaya başladı. Ve kapın açıldı.
Tanımadığım bir teyze garip tavırlarla henüz ben ona daha soru bile sormamışken taşındığınızı söyledi. İşte o an bir kere daha öldüm...

Ne adresin vardı elimde nede arayacak bir numara. Savaş sonrası ailesine ulaşamayan askerler gibi hissettim, üstüne birde kaybettiğim sevgiliyi ekledim. Yerim göğüm birbirine girdi, amacımı kaybetmiştim...

Bütün gece gaza bastım karanlık otoyollarda. Aramak, aranmak, özlemek, kaybolmak boşlukta ve çaresizce; işte bunları teybin içindeki senden hatıra şarkıcının eşliğinde sabaha kadar gözlerim yarım ıslak düşündüm durdum. Ölmenin bir değişik versiyonu bu olmalıydı ama değişik tarafı, yaşarken ölü olunmasıydı.
Sensizlik ölmek- ölmek sensizlik...

Olmadık yerlerde olmadık şeyler düşünmeye başladım. Mesela kırmızı ışığa falan yakalandıysam trafikte, yaya geçidinden geçen insanlara daha bir dikkatli bakıyorum artık, belki sende ordan geçiyorsundur ve kısacık bir süre dahi olsa seni görürüm umuduyla.
Cep telefonum da daha bir yakın artık bana. Cepten öte, bedenime montelenmiş ekstra bir organ gibi hissediyorum. Her an çalacakmış gibi tetikteyim ve biliyorum sana ulaşılacak yolların hepsi onun içinden geçiyor. Uykumdan telefonumun titremesiyle uyanıyorum defalarca, bakıyorum ekrana... Yanlış alarm diyor gözlerim, sen uyumana devam et.

Seni hatırlatmayan birşey olsun diye sızlanıyorum. Ama olmuyor, sevdiğin yemeklerle konuşuyorum, sağ koltuğumla dertleşiyorum. Bazen çayıma attığım şekerle sana selam yolluyorum.
Sokaklarda duyduğum cılız ve kulak tırmalayıcı topuk sesleri bile, bana seni hatırlatıyor.

Pazartesi, Ocak 29, 2007

Yollardan yazmıştım...

Ne zaman tekerlekli bir araçla uzun yola çıksam aynı farklı duygular içerisine girip kopuyorum herşeyden. Resetleniyorum adeta. Arabanın yan camından görüntü sürekli akıp değişirken binlerce farklı görüntüde kafamda yer değiştiriyor. Bölgelere göre farklı moda girmek gibi doğal yeteneğim var ve bunu her koşulda kullanıyor melankolik bünyem. Ege ve akdeniz'e sürekli güneşli havalarda gittiğim içinmidir bilmiyorum ama o tarafa yaptığım yolculukları daha çok seviyorum daha pozitif oluyorum.

Bu seferki yolculuk içanadolu'ya oldu. Yağmurlu bir gece şafağa doğru çıktık yola. Gökler bile ağlıyodu adeta gidişime. Belkide arkamızdan su döküyordu birileri, bilinmez...Yeşil oranı oldukça azalırmış bu mevsimde, sıcaklık gibi. Kahverengi ve gri tonları kimileri için pek romantik olabilir ama benim için iç karartıp depresriv hale getirmek dışında pek bişey ifade etmiyor. Sonbaharla değişen bişeyim yok yani ne beklediğim nede beklettiğim. Yağmur eşliğinde geçti saatler yolda. Lüp lüp diye binlerce beyaz çizgi yuttuk karayolunda. Bunu izlemek, gözü asfaltın üzerindeki çizgilere kilitlemek yogada kullanılan nefes kontrolü benzeri bişey veriyo insana. Sinirleri alıyo sanki başka bişey düşündürmediği için ama hızlandıkça bunu yapmak güçleşiyo ve tekrar başladığım yere dönebiliyorum.

Hep merak ettiğim yada yapmak istediğim şeyler vardır. Bunlardan biride şehirlerarası yollarla ilgili aslında. Hızla arabamla ilerlerken ardımda binlerce tabela bırakırım gideceğim yere varana kadar. Bunlardan özellikle paslanmış, çürümüş hatta mermi deliklerine sahip daha önce hiç duymadığım isimler yazan tabelalar çok ilgimi çeker. Önceleri tabelalara üzülürdüm. Kimsesiz bi yaşlı insan gibi terk edilmiş ve bakımsız olmalarına üzülürdüm.Sonraları oraları merak eder hale geldim. Acaba kimler yaşar buralarda ? Nasıl hayatları vardır yada hayat denen şey nedir onlar için. Böyle cansız bir işaret levhasının gösterdiği yerde ne kadar hayat yaşayabilir ki derim içimden...Bahsettiğim tabelaların işaret ettiği yerin devamında hep ince mıcırlı yollar var. Sessiz ve gizemli dar koridor uzağa doğru uzanan. Kimsecikler olmaz, in ve cinler dışında.

Şimdi küçük soğuk ve dar sokaklı bir içanadolu kentindeyim. Yalnızım her zamanki gibi ama çokda yalnız sayılmam artık...

Çarşamba, Ocak 24, 2007

Bol aşk'lı çiköfte

Aşk iki kişilik oldumu "aşk" olmaktan çıkıyo. Hep bir kişi eksik olacak, kaçan kovalanacak ve özellikle kovalayan taraf, seven taraf olacak - yada psikopat.
Aşk'a, aşk demek için yemek yapar gibi tencereye birşeyler ilave etmek, özellikle "acı"yla tatlandırmak gerekiyor. Ne kadar acı olursa o kadar lezzetli oluyo iksir, hatta ayarı kaçırırsan o zaman "karasevda" pişiveriyor.

Bir oyun vardı, küçüklüğümüzde evlerde grupla oynardık. Adı aklıma gelmiyo şimdi ama, bir nesne belirlerdik ve onun neye benzediğini, ne işi yaptığını falan ebeye sorarak ortaya çıkarmaya çalışırdık. Tabi o sadece sorulara evet-hayırla cevap verirdi. Herneyse şimdi biri bana gelip "imkansız, kavuşamamak, unutamamak, acı, arabesk" ve bunun gibi bir sürü kelimeden herhangi birini söylese leb demeden "aşk" derim. Yani iyi bir kelimeyle hatırlanırlığı yok bence bunun.

Birde şu muhabbet vardır, arkadaşlar birbirlerine derler ya: -Bir sevenim yok, -boşlukta hissediyorum kendimi, - ah ne şanslısın sevgilin var, ne mutlusu sana gibi cümleler.
Aslında bu; bana rahat battı, ben kaşınıyorumun diğer adıdır. Hüsrana giden yol böyle başlar ve bir süre sonra cinsinle paylaşılacak bol "acı"lı sohbetlerin müjdecisidir.
Üstteki cümleleri pek az kişiye söylersin ama işin finali gelince önüne gelene ağlar durursun.

Ve,
En çok miş-li geçmiş zamanlarda anılıyor artık sanki sadece geçmişde yaşanan, çeyiz sandıklarına saklanmış ve orda kalmış gibi. "Hey gidi"yle başlayan, yanına birde ahlar, oflar eklenen ve böyle devam eden.
Bir de telefonlarda (aşk) "ım"ın yanına gelen tamamlayıcı unsur gibi. Yaratıcılık sıfır olmuş. On telefonun 9'unda eminim var; tecrübeyle sabit...

neşe'de onayladı...

Cuma, Ocak 19, 2007

Gül'mü güzmü

Bittikçe tekrar tıklıyorum aynı parçayı. Defalarca dinliyorum bu şekilde.
Uzun süredir yıldızım böyle parça yazmamıştı . Yüreği çizilip akmış sanki notalara. Yalanı hiç sevmem ve bu yüzden onu çok kıskandığımı da inkar etmiycem.

Neyin kafasını yaşıyodu acaba yazarken bilmiyorum ama bestelenirkende muhtemelen hala ayılmamış bir halde olmalı. Şimdi alsınlar dinlesinler genç seviciler, aşk öğretmenleri derslerde dinletsinler, işlesinler melodiyi ama işin içinden çıkamasınlar.

Son söz: Bu parçaya efe rakı sponsor olmalıydı. Onsuz e, e...

Gül zamanı çıkıp gelsen
Bütün güller sana baksa
Ayrılığa bir son versen
Aşkın sesi yankılansa

Dar geceler bir yol göster
Rüyalarlan görünüver
Kimler geldi ve gittiler
Ne aşıklar ne yiğitler
Uçan kuştan esen yelden

Haber sorsam söylemezler

Yinemi bana kaldı
Derin hasretin acısı
Ne kadarı benimdir
Sensin aşkın her anlamı
Seni hep sevdim
Her zaman seveceğim
Seninim hala o zaman

Yüreğimde mucizeler
Her an yeni bir yol çizer
Leyla Mecnun, Kerem Aslı
Kavuşacak günü bekler
Yarım kalmaz gerçek aşklar
Bitti denen yerde başlar

Kimler geldi ve gittiler
Ne aşıklar ne yiğitler
Uçan kuştan esen yelden
Haber sorsam söylemezler

Yinemi bana kaldı
Derin hasretin acısı
Ne kadarı benimdir
Sensin aşkın her anlamı
Seni hep sevdim
Her zaman seveceğim
Seninim hala o zaman

Seninim hala her zaman

Salı, Ocak 16, 2007

kırmızı vergi iadesi tomurcukları















Kartpostallarda yenildi kısa bir süre önce zamana. Yeni yıl ve bayramlara çeyrek kala, merkezi yerlere kurulan standları ile birlikte. En geri gittiğimde sadece siyah beyaz kent yada kızkuleli manzara resmi olanlarını hatırlıyorum. Sonra simlileri, pulluları, açıldığında animasyon yapanları hatta melodi çalanları bile çıkmıştı. Şimdi sadece anıları kaldı. Onlarda zamana yenildi. Ne yenilmiyor ki.

Her şey teknolojiye endeksleniyor bir şekilde. İnternetle şaha kalkan bilişim sektörü “dobişko” gibi önüne çıkan herşeyi, hoş hatıralarla birlikte bir bir yemekte. Elbette teknolojinin karşısında değilim ama sembolik de olsa devam etmeli; tamamen silinmemeli bu kültür . E-cardlar almamalı bunun yerini yani.

Şimdilerde ise gazeteler bas bas bağırıyorlar 2007’de de çalışanlar fiş toplayacak mı diye..!

Sanırım bir devir daha kapanıyor, bir başka zamane şahidi için. Tüm sene yaşananlara bizzat şahit olan enteresan gözlemciler, yılbaşına doğru teker teker gözden geçirilip yazılırken, adeta sinema makarasından aşağı inen film parçaları gibi gözümün önüne seriliyordu. Sonra tüm yılın içine “para” karışmış anıları belgelenip muhasebecilere doğru yol alıyordu. İçeriğinde neler olduğunu muhasebeci görebilir ama ne ifade ettiğini sadece yazan...

Aslında o minicik fişlerde, kitapların arasında sıkışıp kalmış birer gül. Özellikle kırmızı olanları…

Pazar, Ocak 14, 2007

hepi börtdey yeşim

Bu siteye ilk yazmaya başladığım günden beri, burası günlük formatından uzak olsun istedim ve bu yüzden içimden geldiği şekilde fikirlerimi, düşündüklerimi yada bana göre tribal nitelikte olan “artıklar”ımı yayınlamaya çalıştım. Böyle bir zorunluluğum elbette yoktu ama günlük tarzında yazılarla burayı işgal etmek çok pasifize bir faaliyet olacaktı benim için

Ama,
Dükkan benim, patron da benim. Bu yüzden dün yaşadığım, keyif aldığım bir organizasyonu burada anlatmadan da geçersem en başta (gizli santrafor) Arzu’nun tepkisinden daha doğrusu dilinden kurtulamayacağım. Hem de onlarla geçirdiğim muhteşem dün gece, sitem parçalanmadığı müddetçe burada kalacak ve hepimiz için görseli de olan bir anı olarak, bir “tık” uzaklığında varlığını sürdürecek.

Sonunda,
Dün gece “efsane kare”, bizim sevimli çıtır’ın(Yeşim) doğum günü olması sebebiyle moda melek’te yeniden bir araya geldi. Masamız pek kalabalıktı, yaklaşık yirmi kişi, dışarıdaki ayazın tam tersine içerdeki sıcak atmosferi yaratan sevgili arkadaşlarım (aynı zamanda haremimin değerli mensupları) daha orkestra yerini bile almadan başladılar oynamaya. Anladığım kadarıyla evde çalışıp gelmiş bizim zilliler. Sahneye ilk önce ismini bilmediğim ve esmeray’ın small haline benzeyen şeker bir şarkıcıdan sonra ismiyle çok mu alakalı acaba dediğim çağdaş çıktı. Çok da eğlendirdi sağolsun, sahnesinin hakkını verdi, bizimkilerde pistin tabi.

Mısırın gülü,
Gece boyunca kepçe kulaklarını, kilise çanı gibi çınlattığımız Alex, eminim uyuyamamıştır bizimkilerin sayesinde ve acaba bir sürpriz yapıp da onca yolu gelir mi diye de aklıma gelmedi değil. Çölleri geçen adam bir uçağa atlayıp gelemezmiydi sanki diye düşünerek arada kapıya göz attım bulunduğum yerden…

“İkinci baharımı” da söylettiğim (bu ara favori şarkım) dün gece,
İçkinin de hakkını adını sanını pek duymadığım bir rakıyla(yekta), birkaç kişi dışında verdik. Hatta bazılarımız, … neyse :)
İçki tüketimi kesinlikle ortamla alakalı, keyifliyken daha da keyifli oluyor insan ve gelsin rakılar dolsun bardaklar hesabı vuruyorlar bardağın dibine.

Gecenin bombası Newyork projesi oldu. Efsane kare yeni bir karar alıp yaz tatilinde Amerika’ya gitmeye karar verdi.
Eylemlerinin süreceğini söyleyen kare, alem bizden korksun diyerek geceyi başladığı gibi aynı güzellikte noktaladı.


(henüz gecenin fotoları elimde olmadığından arşivden bir resim ekledim, üstte)

Perşembe, Ocak 11, 2007

Sömürülmüş duygularım var... Sahibinden

Lee cooper reklamları vardı bir zamanlar. Elleri iki baldıra şaklatıp, daha sonra aynı elleri ritimli bir şekilde alkışlamak suretiyle kullanılan hoş çalışmaydı. 20 sene öncesinin görsel şartlarında da bayağı tutmuştu.
Bu reklamdaki el hareketlerini bende İstanbul’un şartlarına uyarlayarak, daha sessiz ve seri bir hale getirdim. Bulunduğum yerin içerdiği tehlike unsurlarına bağlı olarak da aynı anda arka cebimdeki cüzdanımı yoklarken, diğer elimle de ön cebimdeki cep telefonumun çarpılıp çarpılmadığını kontrol ediyorum.

Ellerim yakın bir zamanda değmemesi gereken bir yere değdi, istemeden. Çok canım yandı. Kendi düşen ağlamaz ifadesinin tam tersine ağlatacak kadar acıttım kendimi.
“Duygularımın sömürüldükten” sonra kalan kısmına denk gelmiş meğer benim minik el ve hakikatten beter sancıdım. Tekrar dokundum biraz daha sancısın diye. Niye mi? Bende bilmiyorum.

Geçmişe dönüp bakıyorum, çünkü o şekilde daha iyi anlaşılıyor her şey.Nerede sömürüldük yada neden diye?
Daha güzel görünüyor geçmiş gelecekten, gerçekten. “Keşke” olayı hiç yok, dememişimde. Aslında şimdi olduğu gibi o zamanlarda da öngörüm hep yüksekmiş. Ne dediysem hep olmuş, yada dediklerimi yapmışım, düz çizgimde. Nostradamus’u olmuşum kendi zamanımın. Zamanı gelmiş Arsen Lupen olmuşuz, çalmış kaçmışmıyız? Bilmiyorum.

Her dönem ayrı zımpara ayrı bir biley olmuş. Ne kadar keskinleşmişsem bir yandan da o kadar incelmişim aslında. Duvarlarımı örmüşüm, kalemin ve bir başıma. Aslında kale duvarı öreyim derken duygularımı mı sömürttüm, çıplak mı kaldım ayaza? Bilmiyorum, bilemiyorum.

Bildiğim, duvarları yanlış yere örmüşüz. Bizim kale kalecisiz, "kale boş"...

Çarşamba, Ocak 10, 2007

Bla bla bla...

Takıldım Tanju Baba’ya.
Gayet alaturka takılıyoruz kapalı perdeler ardında bu ara. Bahara şişman çıkmaktan korkuyoruz ama yapacak bir şey yok, hafif hafif sünger modunda ilerliyoruz keyifli bir şekilde.

Topuk lastikleri erimiş bir kadının, sessiz bir yerde yürürken, dikkatle, tek tek basaraktan ve çevrenin dikkatini çekmeden ilerlemek istemesi gibi bende gözlerimi hiçbir bedendeki göze değdirmeden ilerliyorum yörüngemde. “Yasak koydum sana” diyor. Bir bakarsam bir can gidecek. İki kez bakarsam iki can. Üçüncüsünde ebeymişim.

Geçenler yazılarımdan birini bir orta ölçekli bir dergide gördüm. Vatandaş altına kendi imzasını atmış, bir parçada kendi eklemiş aklınca. Öylede olsa, böyle de olsa çok hoşuma gitti. Korsana savaş açmış sanatçılar gibi hissettim kendimi ama gene de az okunan bir dergide de olsa bana ait bir şeyler görmek iyi geldi, havaya girdim.

Pazartesi, Ocak 08, 2007

Sen anlarsın...











Okuduğum kitapları, dinlediğim hikayeleri yada kendi kendimce oluşturduğum amatörce senaryoları zihnimde bir film gibi canlandırmak gibi bana hiçbir şey kazandırmayan becerilerim var. Okumak, dinlemek gibi fiilleri gerçekleştirirken ben bunları yaşıyorum demek de çok doğru.Yani kulağımdan giren kelimeler, bir cd’nin cd playera girdikten sonra televizyona yansıması gibi benim hayali “yarı açık” sinemamın perdelerine yansıyor.

Çok önceleri, ne zaman ve kimden duyduğumu bile hatırlamadığım, yeni evli bir çiftin başından geçen hikayeyi anımsadım bugün serviste, aracımız beyaz şeritleri tek tek yutarken…

“Birbirini çok seven iki sevgili, eski İstanbul’umuz da evlenmeye karar veriyorlar vakti zamanında. Evleniyorlar da. Zaman ilerliyor, günler geçiyor ve günler geçtikçe bu mutlu çiftimizin mutluluğu daha da artıyor birbirlerine daha da bağlanıyorlar, ilişkileri karakter sahibi oluyor. Evlerine yakın bir arkadaşlarından gelen hediye cins, yavru bir köpekle de keyifleri daha da artıyor.

Minicik yavru köpek evin maskotu, neşesi oluyor. Sayesinde hiç sıkılmayıp yüksek sesle gülüşmelerine sahne oluyor evleri beraberce geçirdikleri süre içerisinde.

Ev hanımın temizlik gibi hoş bir alışkanlığı da çevrelerinden takdir almasına hatta bazen hanım arkadaşlarıyla yaptıkları toplantılarda ve günlerde bu özelliği gıptayla imrenilmesine bile yol açıyor. Her gün silinen camlar ve halılar, komple evin havalandırılıp dezenfekte derecesinde silinip paklanması onun için rutin bir olay haline gelmiş anlıyacağınız ve tabi her daim devam eden “bahar temizliğinden” bizim yavrucak da nasibini alıyor.

Evde süre gelen saadet, çok da uzun sürmüyor ne yazık ki, gerçek hayatta da olduğu gibi. Minik köpek yemek den kesilip halsizleşiyor. Eve geldiği ilk günkü enerjisinden geriye hiçbir şey kalmayıp, dünya ya yarım açılan gözleriyle bakmaya çalışıyor.

Evin babası İstanbul’un en ünlü baytarlarına götürüyor, türlü ilaçlar veriliyor minik cılız bedenli hayvana fakat hiçbir şey fayda etmiyor, kendisine bir türlü gelemiyor.

Bir gün genç damat, öğretmenlik yaptığı mektebin öğretmenler odasında hayıflanıp arkadaşlarıyla konuşurken konuşmalarına hademe kulak kabartıyor ve şahit olduğu konuşmaya orta yerinden,
-“Bizim komşumuz Sait usta’ya göstersek birde yavrucağınızı”diyerek dalıveriyor.

O akşam kendilerini yaşlı usta’nın evine atıveriyorlar. Sait usta birkaç soru sorup minik hayvanı ellerinden alıyor ve biraz inceliyor, onbeş gün sonra da gelin bebenizi alın diyor. Nasıl olur, ne münasebet gibi sorular genç çiftin ağızlarından çıkacak gibi de olsa, başka şansları olmadığı için onu yaşlı ustaya bırakırlar.

İki haftanın nasıl geçtiğini anlayamayan çift Yaşlı usta’nın evine gidip kapısını çalar.Evde ihtiyardan başka kimseyi göremeyince bir an birbirlerine bakakalıp nerde o diye sorarlar ustaya.
-Beni takip edin çocuklar diyerek şarap içmekten çatallaşmış, gürleşmiş sesiyle, üç katlı eski binanın koridorlarını inletir usta.

Sokağın başındaki marangozhaneye önde usta, arkalarında çiftimiz yürüyerek giderler. İçeri girdiklerinde kokuyu alan minik köpek hızla gelip çiftin üzerine atlar. Bembeyaz hayvan gidip yerine kirden, talaştan ve isden oluşmuş bir sokak köpeği gelmiştir. Hatta hiç kaşınmayan minik köpek karşılarında bir de kaşıntı şovu yapmıştır. Temizlik hastası genç kadın gördükleri karşısında adeta küçük dilini yutmuş, hayretle bakakalır. Gülse mi ağlasa mı bilemez genç kadın.

Damat sevinçle teşekkür ederken yaşlı ustaya aklına köpeklerinin rahatsızlığını, neden zayıf düştüğünü sormak gelir ve sorar.

- Pire , der usta.Piresiz köpek mi olur!
Devam eder usta, her zaman temizlik her şeye iyi gelmez.”
Kıssadan hisse yada bu hikayeyi şöyle de açabilirim. Doğru diye kabul edilen her şey aslında doğru olmayabiliyor, doğrunun tam terside doğru olabiliyor.

Bana da bir Sait usta lazım.

Cumartesi, Ocak 06, 2007

Nasıl yani

Bacaklarımda hissettiğim sızı yağacak yağmuru müjdeliyordu; o daha ağlamadan hatta yanıma gelip birşeyler anlatmaya başlamamışken!
Hızlıca geçiştirdiği bir kaç selam kelam cümlesinden sonra anlatmaya başladı.

- Herşey çok güzel, benimle çok eğlendiğini, benimle gezip konuşmaktan çok zevk aldığını ama benimle olamayacağını hatta aramızda duygusal bir ilişkinin asla söz konusu olamayacağını söyledi.

- Neden? dedim.
Söyleyeceği şeyin beni güldüreceğini bilmediğim gibi tersine onu ağlatacağını da tahmin edemiyordum. Ağlamasını hiçmi hiç istemiyordum ama anlatacaklarını bir çocuk meraklılığıyla duymak içinde can atıyordum.

- "Onu yeterince hissedemiyormuşum"..!Diyiverdi.

Sözün bittiği yer dedikleri yer son durakmış. Öylece bakakaldım sanki o yanımda değilmiş gibi.Bir süre kitlendik ikimizde ve sonra kaşlarını endişeli gözüken bir hale getirerek bana hadi bir şeyler söyle dercesine bakmaya başladı.
Ne diyebilirdim ki!
Susuverdim.
-Birer çay içermiyiz dedim, birşeyler söylemiş olmak için.

-Kırmızı şarap istiyorum dedi.
ve kalktık ordan.

Cuma, Ocak 05, 2007

Başlıksız

Onunla hiç karşılaşmasam da, oturup konuşmuşluğumuz yada yemiş içmişliğimiz olmamasına rağmen, kuzey ırak’ta sayesinde girdiğimiz çatışmalardan ötürü hem de sınırımızı bu derece yol geçen hanı yaptığından dolayı kendisinden nefret ediyordum. Talabani ve Barzani gibi siyaset …..’larının da palazlanmalarında büyük emeği vardır. Dolayısıyla doğu cephemizdeki bana göre çıktığım her intikalin ve attığım her adımın sorumlusu da bu adamdır. Hakkım da helal falan değildir.

Nefretimin onun ibo’ya yada apo’ya benzemesiyle kesinlikle alakası yoktur.

Saddam’dan bahsediyorum tahmin ettiğiniz üzere. Onun idam görüntülerini gene bir arap ülkesinde, mısır’da seyretme olanağı yakaladım. Açıkçası izlerken dünyada empati yapmam gereken son insanlardan biri olmasına rağmen gene de yaptım. Çok kötü hissettim kendimi; ölüme doğru adım adım yaklaşırken gözlerindeki ifadeyi, orta sert bakışlarının ardından gelen çırpınma seslerini duydum. Bu insanın sessiz feryadını aldım ben gözlerinden ve yukarda da belirttiğim gibi hiç sevmeme rağmen üzüldüm.
Ben engisizyona ve idama karşıyım, doğru bir ceza şekli değil...

Perşembe, Ocak 04, 2007

 Posted by Picasa
 Posted by Picasa
 Posted by Picasa
 Posted by Picasa
 Posted by Picasa
 Posted by Picasa
 Posted by Picasa

Sharm + Kahire = Mısır – Happy new year

Uçağa doğru giderken aklımda, ne Mısır’ın tarihsel önemi, ne firavun nede piramitler vardı. Sadece çok özlediğim denize ve güneşe biran önce kavuşmak, kumlardan kaleler yapmak bununla beraberde bol bol içip yan gelip yatmak vardı yumuşak şezlonglarda. Bunları yapabildim mi?
Kısmen evet, diğer kısmense hayır tabi ki…

Uçağımız İstanbul’dan sharm’a doğru yol alırken bilinmeyenin bilinmezliğinin vermiş olduğu merakla, türlü hayaller ve düşüncelere dalmıştım daha uçak henüz tekerleklerini yuttuğunda. Bunlarla beraber oluşan içimde gizlediğim “gizli” heyecan fırtınasıda cabası. Eee kolay değil tabi bir yerde insanlık tarihinin doğduğu, dinlerin ve medeniyetlerin ortaya çıkıp büyüdüğü kimi zamansa kaybolduğu yerlere gidip görecek olmak. İster istemez bir yerlerden gazı alıyoruz, bende uçakta aldım.

Dersime iyi çalıştığımı düşünmüştüm uçağımız inene dek. Yanılmışım..!

Mısır kısır bir ülke. Nerden ne geleceği, ne gelmeyeceği, arazi yapısı ve jeopolitik olarak çok önemli bir yerde olmadığı için, hemde ülkenin büyük bir bölümünü kaplayan çöllerden dolayı ve buna birde toprağının tamamen çöl kumu ve kayalardan oluştuğu düşünülürse yukarıda da dediğim gibi nerden ne gelip ne gelmeyeceği çok belli. Yani ülkeyi yönetenlerin bütçeyi yapmaları çok kolay bir iş. Hatta benim gibi bir matematik düşmanı bile orda çok kolay ekonomiden sorumlu bakan olabilir.

Mısır’da da kukla bir hükümet var. (Kimin kuklası olduğunu söylememe çok da gerek yok sanırım! Hepimizin bildiği gibi dünya tiyatromuzun ne yazık ki tek kukla oynatanı var.)
Bu “kuklalar” ülkeyi cumhuriyetle yönetiyor gibi gözükse de aslında bence tamamen hiyerarşik bir düzen hakim. Kuklalar dedim, çünkü kendi köklerinin Mısır’da yaşamış Osmanlı Paşalarından geldiğini söyleyip bununla sınıf atlayıp kendilerince elit bir tabaka yaratmış bir takım insanlarla, adeta krallık durumuna gelmiş hükümet bir olup sistemlerini istedikleri kurup kontrolü ele almışlar. Birde buna Osmanlılardan sonra ülkeye yerleşen İngilizlerin getirdiği klüp sistemi eklenince (masonluk, rotaryanlık) iyice halk için tuz biber olmuş.

Halk yaşamak için çalışmak zorunda. Ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar kazanacakları para belli. Az çalışsalar da devlet onlara standartlarını karşılayacak kadar enerjiyi ve tükettim maddelerini veriyor. Bu şekilde, zamanın çağdaş kölesi olan Mısır halkı bir şekilde sus payı alıp hayatlarını idame ettirmeye devam ediyorlar. Yalnız tam burada turizm olayı devreye giriyor. Biraz şanslı, biraz akıllı ve birazda girişimci olan, esnaf ruhuyla turizm sektörüne giren istisna grup işeri yaver giderse yani “yürü ya kulum”la sonrasında tutabilene aşk olsun.

Şarm El Şeyh denen (bana göre turizm cumhuriyeti) cumhuriyette işte böyle bir girişim sonunda ortaya çıkan, ilerisi çok açık ve parlak olan bir sahil kenti. Dubai’yi çölden bir vaha’ya çeviren müteşebbis ruh, burada da devreye geçirilip yeni imkanlar yaratılmış halka istihdam adına ve vergisel olarak devletede tabi. Sanırım bu proje hükümetten gizli ortaya çıktı yada hükümet bu kentin bu kadar gelişeceğini tahmin etmedi! Aksi takdirde asla böyle bir olaya müsaade etmezdi.

Sharm tabiatı itibarıyla çeşitli sporlara sağladığı imkanlardan ötürü, en başta da kızıl denizdeki rengarenk ve insanların ayağına dolanan binlerce değişik balık türüyle dünyanın dalış turizm merkezi olmaya, yılın on iki ayı boyunca tepeden gitmeyen güneşiyle de her türlü su ve diğer sporları yapmaya da müsait bir kent. Ben gidip görmesem de duyduğum kadarıyla çölde motorlarla yapılan safari ve deve turları da insanların oldukça ilgisini çeken sıra dışı eğlenceler.

Sharm’da mazisi sanırım henüz 5 yıl bile olmamış olan tüm tatil köyleri ve yapıların maksimum yüksekliği 2 yada 3 kata kadar müsadeli. Oldukça da düzenli bir mimariye sahip.
Alışveriş merkezleri ve çarşılarda ise hemen İngiliz ve amerikan kültürü göze çarpıyor. Mc donald’s ve hard rock cafe oraya da gelmiş yani. Başka söze ne hacet!!!!
Halbuki doğal arap kültürlerini ön plana çıkarıp bunu kullanmaya çalışsalar eminim maddi-manevi daha çok kazanacaklar ama henüz bunun bilincinde değiller ve gene çok eminim bunun için ileride çoooooook hayıflanacaklar.

Araplar işletmecilik konusunda da oldukça zayıflar . Turiste, 10 sene önce Ruslara davranan laleli esnafı zihniyetiyle yaklaşıyorlar. Kör tuttuğunu kazıklıyor, safariye çıkmak da kaçınılmazsa zevk almaya bakılıyor( kızlar J)
Duyduğum kadarıyla deveye ücretsiz turist bindiren bir deveci, sıra turisti indirmeye gelince, evde kapının eşiğinde sandığa oturan gelin’in erkek kardeşi gibi açıyormuş elini. İnmek için turist 100 usd’a kadar açabiliyormuş kesenin ağzını, tabi bu birazda devecinin insafına da kalmış.

Esnaf turiste yalaklık yapmak için birkaç kelime ezberlemiş. Beni italyan’a benzeten esnaf genelde İtalyanca kelimelerle bana yaklaşıp tavlamaya çalışsalar da onları fazlaca konuşturmadan direkt Türk olduğumu söylüyordum. Ben dahil tüm arkadaşlara söyledikleri
şey inanmayacaksınız ama “yavaş yavaş hasan şaş” oluyordu. Nerden geldiğini bu cümlenin kimse bilmiyor, hatta bir kısmı hasan şaş'ın bile kim olduğunu bilmiyorlar ama genede söylüyorlar. Deyim gibi olmuş yani, esnafın ağzına yapışmış. Türksen hep aynı hikaye, "yavaş yavaş hasan şaş"...

Sharm’ın sıcaklık ortalamasına bakmak ne yazık ki program yapıp rezervasyon yaptırdıktan sonra aklıma gelmişti. Aralık ve ocak ayları oranın en soğuk aylarıymış ama gene de korktuğum başımıza gelmedi. Denize girdik yani sonuçta. Tepkilerden anladığım kadarıyla iyi de bronzlaşmışım.

Güzel günler geçirdiğim Mısır’da güzel insanlarlada tanıştık. Tatilime renk verdiler ve sağolsunlar “minik” yanaklarımı gülmekten ağrıttılar. Resimleri ekte mevcut…