Pazartesi, Eylül 29, 2008

Elimde henüz sıcacık yepyeni bir resim var şimdi.
Beyaz şeker bulutları üzerinden bana bakan bir çift bebek gözü.
Öylesine masum, öylesine yalansız ve öylesine özlemişim ki...

Adını Eylül koydum...

Basitleştirdim, daha alttan daha bir yüzeydeyim. Şifreler yada buna benzer üstü kapalı yada kilitli birşey kalmamış. şimdi farkına vaıyorum bunun ama karabulutu gönderirken baharımda, en büyük düşmanımıda çıkarmışım naçizane imparatorluğumdan, gerilemeye metreler kala.

Uyurken, ışıklarını açık bırakıyorum şimdi tüm odaların. Sebebini bilmiyorum ama bu aydınlık içimi ferahlatıyor. Gecenin sessizliğinde ağzını aralamış dev bir istiridyenin içinden gözleri kamaştıran inci gibi. Türbelere bırakılmış mum misali, bir çeşit adak belki de kefaret... İliklerime kadar caruso hüznü hissediyorum soluduğum havayla ve aynadaki yüzümün özlediğim ifadesi, tebessüm. Seviyorum bu kelimeyi.Sadece tebessüm. Dudaktan ayrılırken bıraktığı ifade, cevabı okyanus aşırı ülkelerden hemen gelen aşk mektupları gibi.


Hissettiğim rahatlık ve tüm bunlar aslında sonbaharda yaşadığım bahar. Yağmur ve gri gökyüzü hiç bu kadar ısıtıcı, aydınlatıcı olmamıştı. Sandıktan uzun kollularım çıkacak gibi değil, hala parmak arası terliklerimle dolaşıyorum:))

Perşembe, Eylül 25, 2008

...

Tanımadığım insanlara mektup yazmaya çalışıyor gibiyim. Adresini bilmediğim, sesini duymadığım hatta varlığından bile haberdar olmadığım. Kuşku ve kaygıları olmayan, yazdıklarımı götürmek üzere bekleyen, ayağının bir tekini uzatmış bir sürü güvercin var şimdi çevremde bekleyen. Şaşkınım.

25 Eylül Perşembe

Günlerdir kan ter içerisinde uyandığım, güneş henüz doğmamış sabahlarda istedim ki gözlerim uçsuz bucaksız yeşillerin arasından mavi denize ulaşsın ve ihtiyacım olan tüm ruhsal ve bedensel gereksinimi bir vantuz gibi çeksin içime kana kana. Oysa kuzeye bakan soğuk bir pencereye prangalanmış yatağım ve karşımda gördüğüm dokuz katlı bir beton parçası, gölgesi beni yutacak gibi. Sıcak da olsa yine de soğuk heryer, ısınacak ısıtılacak gibi hiç değil.

Cam kenarında kitaplarım, ilaçlarım ve bana suni tenefüsle hayat veren klavyemin kuması küçücük az kullanılmış hediye defterim. Uzun zaman olmuş mürekkebe bulaşmayalı, zorlanıyorum. Kalemle mücadele ağır geliyor, hiç de özlememişim meğerse.

Farklı ruh halleri, farklı bulutlar dolaşıyor insan yalnızken üzerinde ve bu bulutların yağmurları şaşırtıcı damlalarla acıtıyor düştükleri yerleri. Özellikle geceleri daha bir hazin gelişiyor herşey. Sanki yüzyıllardır yapayalnız sürgün edilmiş, yerinden yurdundan uzakmışsın gibi anlamsız sorularla sorguluyor insan kendisini. Sebebini bilmeden, çoğu zaman da gereksiz yere.

"Psikoloji" ile sınırlanmış tüm manevi dünyan hasar görmek için bahane arıyor yani. Küçücük bir kişisel açık dev bir gedik olmak için pusu da sanki beni boğacak burda. Kendimle çelişiyorum, farkındayım çoğu zaman.
Bir yanınla diğer yanının tartışması diğer insanların kulağına gitmeden sağır edici bir bir gürültü haline dönüşüyor kafamın içerisinde biryerlerde. Sonrasında bulunamayan "açık" yerini daha dingin farklı düşüncelere bırakıveriyor. Rahatlıyosun bir anda kendinle girdiğin mücadelede.

Heryerde karşıma çıkan, buradada rastladığım vede nefret ettiğim bir hayat matematiği gerçeğim var. Bir türlü kendime rol edinememişim o sahnede fakat ısrarla içine çekilmeye çalışılıyorum beceremediğim denklemlerle çarpıştırılmak üzere. Ben bu konuda mağlubiyeti görmüşüm, pes demişim zaten. Duygularımı sert mantıkla harç ettiğim yanımla varım diyorum. Birşey anlatamıyorum.





Cumartesi, Eylül 13, 2008

Doğum Günün kutlu Olsun, Eylül

Penceremi, yatağımı, alıştıklarımı ve hatta iklimimi "ege" çaldı benden. Uzun zamandır uzağındayım alıştıklarımın. Sayısı henüz beli olmayan sayılı günün geçmesini bekliyor, okuyup yazıyorum sadece.

“Didişmek ve kavga etmek için çok kısa hayat diyordu” dizideki kız sevgilisine. İfadesi ve tonajı hakkını veriyordu repliğin, etkileyiciydi kesinlikle. Sevgilisinin bu cümle karşısında elbette suya inmeyecek bir yelkeni olamazdı.

Lost’da Desmond-Penelope, Musumiyet müzesinde ise Kemal-Füsun aşkları da bende iz bırakan artık rastlanmayacak türden büyük kalplerin sevdalarıydı. Desmond’un Penelope’ye kavuştuğu zamanki hali gözümün önünden gitmiyor. Kemal’in se sevdiği kızı elinden kaçırıp sekiz yıl boyunca başka bir erkekle evli olduğunu görerek vede sindirerek onun etrafında dolaşıp ısrarla boşanmasını bekleyip evlenme hayali kurması belki akla çok uzak kavram fakat Türkiye’de bir erkeğin bir kadını bu şekilde sevmesini romanda bile olsa görmek çok enteresan güzellikte geldi.

Hoş şeyler yaratıyor bazen yazar ve yönetmenler. Belki de reel hayatta yapamadıklarını kalemleriyle oynayarak yapmak istediklerini başka insanlara yükleyerek ortaya çıkarıyorlar. Yani kitaplarının yada filmlerinin aslında başrol oyuncuları kendileri oluyorlar.

Orhan Pamuk çok şaşırttı beni. Önyargılı olduğum bir kaç insandar biridir fakat gene de kitaplarını okumama engel değil ne olduğu. Tabi bu kitabına kadar bende diğer okuyucular gibi kitaplarına başladıktan otuz sayfa sonra sıkılır bırakırdım elimden bir daha açmamak üzere fakat bu kez öyle olmadı. Anlatım dili, benzetmeler , tasvirler ve tabi ki öykü çok güzel düşünülmüş vede işlenmişti. Kısa sürede okuyup, bitirdim doğal olarak.

Güzel bir “aşk” öyküsü. Çok güzel.