Cumartesi, Haziran 13, 2009



Geçtiğimiz pazar günü insanı rengiyle boğan gri bir gökyüzü altında evden çıktım. Birlikte çok vakit geçiremesek de paylaşımlar açısından oldukça ortak olduğum, gönlümü paylaştığım ve de çok sevdiğim sevgili dayımın kabrine ilk kez ziyaret etmek üzere yola çıktım.

Mezar yerleri gitgide kalabalıklaşan kentte ücra yerlere sürgün edilmiş ve hiç tanımadığım hayatımda gitmediğim varoşlardan geçerek yaklaşık 1 saatlik yolculuktan sonra kabre ulaştım.

Geçen sonbaharda lösemiden kaybettiğim güzel insan öylece toprağın altında yatıyor ve ben dua etmekten başka hiçbirşey yapamıyordum. Apayrı şeyler, hatta saçma sapan şeyler geliyor insanın aklına bu durumda. Komşularını merak ettim. Onların çiçekleri nasıl? Kaç yaşındalar neden ölmüşler gibi bir sürü soruma cevap almak için şaşkın şaşkın bakındım durdum etrafıma.

Hemen arkamızda iki orta yaşlı annenin konuşmalarını duydum. Genç yaşta oğullarını kaybetmişler ve birbirlerine civanlarının nasıl vefat ettiklerini anlatıyorlardı. Bu tip durumlarda sanırım ağlamamak zor olan. Acı bir durum. Karşımdaki kader birliği yapmış anneler canımı çok acıttı.

Sonrasında diğer mermerleri ve üzerindeki yazıları merakla okumaya başladım. Gözlerim sanırım doğum tarihlerinde 1940'lı, 30'lu insanları görmeyi umuyordu benim gibi fakat kısa bir gözlemden sonra yanıldığımızı anladık. Gencecik filizler toprak altındaydı hep. Bir sürü gencin diploma merasiminde çekilmiş kepli fotoları mezar taşında küçük bir elipsin içine konulmuş duruyordu öylece. “Henüz ölmemem gerekiyordu” diye haykırıyorlardı adeta masum resimlerindeki sessiz gözleriyle.

Ayrldım ordan ve adağımı gerçekleştirdim.

Hiç yorum yok: