Cumartesi, Kasım 20, 2010

Zero Limit

Dün gece bayramı bitirdik. Bayramla beraber zorla da olsa “Zero Limit”i bitirdim İstanbul’da.
Zero Limit nasıldı?
Zero Limit, bu şekilde piyasaya sürülen diğer muadil kişisel gelişim kitapları gibi sadece yazarını ve yayınevini zengin etmeye yarayan “gelişim” kitabıydı. Başladığım kitabı bitirmek gibi kötü bir alışkanlığım olmasaydı herhalde 10. sayfada bu kitabı kitaplığımın görünmeyen bir köşesine bırakırdım. Çocukken sevmediğim yemekleri annem nasıl kaşıkla zorla ağzıma tıkmaya çalışmışsa ben de aynen bu şekilde sayfaları gözlerimle okumak suretiyle zihnime doldurmaya çalıştım.
Bloguma ulaşabilecek kadar internet kullanıyorsanız eminim bu cümleden sonra yazacaklarım hakkında da az çok fikir sahibisinizdir.
Kişisel gelişim kitaplarıyla birlikte sıkça duyduğumuz evrenle konuşma, pozitif enerji, çakra, meditasyon ve tanrı kelimeleri bu kitap da da sıkça yazılmış. Negatif gelişen olaylar karşısında ne şekilde durulacağı ve nasıl bir düşünce mekanizması geliştirmemiz gerektiği hakkında bir reçete sunulmuş bu kitapta.

Örneğin karşımıza trafikte sorun yaratan bir sürücü çıkıyor. Ne yapıyoruz? Onu sorunlu hale getiren kendi parçamızı iyileştiriyoruz. Yani ben ne yaptım da acaba şu hödük direksiyonu üzerime kırdı diye kendimizde hata arıyoruz. Mantığa göre hata direkt bizim zaten. Tüm sorunların temelinde bizim düşüncelerimiz özneymiş gibi bir çıkarım yapmış yazar ve doktor. Ve ne olursa olsun içimizden “seni seviyorum, özür dilerim, teşekkür ederim” diyerek bir çeşit manevi totem yapıp bir nevi öfke kontrolü yapıyoruz. Yazara göre ise kötü anı temizliği yapıyoruz.
Bu iş biraz tesbih çekmeye, biraz sinirlendiğimiz zaman içimizden 10’a kadar saymaya, biraz da “ya sabır” çekmeye benziyor.

Aslına bakarsanız tüm dinlerin de temelinde hoşgörü olduğu gibi “kabala, mevlevilik ve ayrı bir yerde olsa da yoga” ile uğraşan insanlar rahatlıkla öfke kontrolünü sağlayıp diğer insanların kavga edebileceği ortamlar karşısında uzlaşıcı bir yol çıkarabiliyorlar kendilerine.

Sonuç olarak şöyle diyebilirim. Dün akşam Anadolu Kavağı’na balık yemeye gidelim dedik. Çıktık evden karşıya geçtik. Sonrasında Kavacık’tan sahil yoluna indim. Bilenler bilir sahil yolu tek şeritlidir. Daha dakika bir gol bir o yolda 10 araba arkamdan bir araba koptu geldi ve önüme girmeye çalıştı, girdi de. Ben ne düşünürsem düşüneyim, ben ne yaparsam yapayım, hatta peygamber sabrı olsa fark etmez kan beyne sıçrıyor.

Benim tespitim bu kitap İstanbul’a uymaz. Yazık paranıza…



Anadolu Kavağı’nda yazdan kalma bir hava vardı. Ne yedik ne içtike girmiycem. Orada bizim klasik menümüz restaurantda balık, ayaküstü de waffle’dır. Tarih gene tekerrürden ibaret olduğunu gösterdi. Yazdan kalma bir akşamdan keyifle ayrılıp evimize döndük… Birkaç fotoğraf ekte.

Hiç yorum yok: