Salı, Ekim 31, 2006

Ölüm's.

İlk aldığım ölüm haberi sanırım bizim eski oturduğumuz binada oturan rahmetli Recep amca'nınkiydi. Sevimli huysuz bir ihtiyardı ama biz çocuklar onun mahalleye terk edilmiş olan hurda kamyonunda oynamaya bayılırdık, dolayısıyla onuda severdik. Cam çerçeve yok kamyonda, öylece kenara çekili, atıl kamyon. İlk geçtiğim direksiyon o aracınkiydi yanlış hatırlamıyosam. Öylece sağa sola sallar dururduk simidini. Kasasına binip komandoculuk oynardık.
Bir gün baktım mahalleli bizim apartmana doluşmuş, başı örtülü kadınlar gelip gidiyo insanlarda endişeli bir hareket var. Hafiften ağlama uğultusu apartmandan etrafa yayılan, hoca efendinin okuduğu dualarla beraber. Tabi ufağım adlandıramıyorum olayları. Anlamadığım için korkmak yada değişik bir duygu ifadeside oluşturamıyorum çocuk bünyemde. Sonra yeşil bir kamyon gördüm sokakta. Arkası cabrio peşi sıra apartmandan tahta bir sandığı çıkardı adamlar omuzlarda, kamyona bindirdiler.Kamyonda aldı gitti. Vefat etmiş, öldü, ecel geldi, vadesi yetti gibi kelimeleri o zaman Recep amcanın arkasından öğrenip lugatıma yerleştirdim ve çok sonraki yıllarda anlayacaktım ki 60'ından sonraki insanların arkasından çocukları ve eşinden başka kimse ağlamıyordu. Bu kural sadece zengin ölümlerin arkasından değişiyordu.
Hiç sevmediğim İlkokul hayatımın son yılında aldığım bir habere kadar ölümün hep yaşlıların başına gelecek bir hastalık, bir musibet olduğunu düşünmüş ve bu yüzden yaşlılara yakıştırmıştım. Durumun böyle olmadığını sınıf arkadaşlarımdan birinin ölümüyle öğrendim. Yavuz'umuz bisikletten düşüp kafasını kaldırıma çarpmıştı. Aldığımız ölüm haberiyle sınıf arkadaşlarımın çoğu ağlıyor birbirine sarılıyorlardı, şerefsiz öğretmenimde üzgün gibiydi fakat ben rahmetliyi çok sevmeme rağmen kendimi sıksamda ağlayamadım. Akmadı gözümden yaş. Çok üzüldüm. İlerleyen yıllarda yakınlarımdan sonra, bir kaç arkadaşımı ve bir kaç dost abimi kaybettim fena oldum, gene ağlayamadım, akmadı gözümden yaş.

Trafik ve normal yoldan gelen ecel dışında bir tane boğulmadan dolayı kayıp verdik, pisipisine. Bunda da diğerlerinde de teşhis aynıydı. Vadesi yetmiş diyorlardı!!! Nasıl bir vadeydi kardeşim bu, yaşımın büyümesine rağmen gene adlandıramadım, anlayamadım şu vade işini...

Zaman geçti yer ve mekan değişti. Güneydoğuya, dağlara geldim vatanı korumaya, büyük bir zevkle. Yatağımda, başucumda silahlarım asılıydı, altındaysa muhimmatlarım zulalı. Rüyamda görmediğim, göremeyeceğim yerlerde, düne kadar yabancı dediğim insanlarla aynı yatağa girip, operasyonlarda sırt sırta verip canımızı birbirine emanet edecektik, ettikde. Kimseyi yolda bırakmadım, her zamanki gibi..
Burda etrafımda ölümler bir anda tavan yaptı. Şarkılarını söyleyen, bana hikayelerini anlatan ve ister istemez bir anda ailemin ferdi olan genç insanların naaşını çatışma bölgesinden helikopterlere taşımak acı ötesi bişeydi.Vasiyetler cepte geziyor, kötü bir durumda ailelere söylenecekler, talep edilecekler çatışma anında sıkı sıkı tembih ediliyordu body'lere. Sevdiklerinin gözünün önünde parçalanması, yitip gitmesi asla yakıştırılamayacak bir durumdu. Bunları anlatmak, bu duyguyu tarif etmek imkansız. Ağlayamadım bir türlü, akmadı gözümden yaş ciğerim yanmasına rağmen. Ama içimden ağladım. Şartlamıştım gözyaşlarım akmayacaktı.

Eve döndükten sonra hayat daha bir farklı daha bir kolay geldi gözüme. Doğudaki gibi "görünmeden görmek, ölmemek için öldürmek" prensibi yerine, çalışıp para kazanıp, tahtalıköye yanında hiç bişey götürmeden ve ne kadar yaşlı gidersen o kadar iyi olur felsefesi bize unutturdu şanlı maziyi.
Ve hayat devam ediyo, göçenlere rağmen. Gene yıldızlar kaymaya devam ediyor arada; istesekde istemesekde. İlk zamanlar yakıştıramasanda bir süreden sonra dönüyo herşey rutine. Ölen öldüğüyle kalıyor ama artık ağlıyorum. Her giden bişeyleri almış götürmüş meğer, iyice yıpranmışım...

Hiç yorum yok: